Döndükçe Büyüyen Alev Topları Olarak Krizler, Bir de Bizler

Ne yapıyor bunlar? Ya gerçeklikten tamamen koptular, başka alemde yaşıyorlar ya da ne yaptıklarından çok eminler, çok netler, bir plan dahilinde ilerliyorlar. İktidarın son zamanlarda attığı, atmadığı adımlara dair yorumlar bu ikili arasında dolanıyor.

Evet pişkinler ve doğru, yüzsüzler de. Ama bana kalırsa asla kör değiller, gerçeklikten kopmuş da değiller. Belki ancak görmek istemeyen, görmemeyi tercih eden bir körlük diyebiliriz onlarınkine. Neyin ne olduğunu biliyor ve tercih yapıyorlar; sınıfsal tercih, çıkar odaklı tercih. Hem de an an.

Evet yalpalıyorlar, evet inşası için canla başla uğraştıkları faşizme giderken kimi zaman gözlerinin karardığı oluyor, bazen bocalıyorlar, hatalar yapıyorlar, potlar da kırıyorlar, kendi içlerindeki çatlaklar giderek derinleşiyor… Epey bir zamandır çöküş halindeler, bu herkesin malumu. Bu durum onlara korku ve panik yüklüyor, saçmalamalarına sebep oluyor. Olanlar bir taraftan bunların da göstergesi. Ama öbür taraftan henüz yıkılmış değiller ve tam bunların rejimini kurmak istiyorlar. Şiddetin, talanın, pişkinliğin, yüzsüzlüğün…

Attıkları adımların hepsinden emin değiller tabii. Bunların siyasetin, hem de bu kadar sert bir siyasi atmosferin içinde olmazsa olmazlar olduğunu iyi biliyorlar. Gerçeklikten kopmuş, hayal âleminde de değiller. Tam da o gerçekliğin, somut hayatın akışı içinde kendi varlıklarını kuruyorlar, inşa edecekleri faşizmin tohumlarını ekiyor köşe taşlarını diziyorlar. Zengin oluyor, her an daha da zengin oluyorlar; üzerinden kar elde ettikleri, üzerine yeni bir rejim inşa ettikleri bu zeminden kopup başka alemde yaşamak varlıklarına ters. Çünkü onlar aksine, bu zeminin içinde bir şekilde ayakta kalarak ilerlemeye çalışıyorlar. Ne yapıyorlarsa işte bundan. Zaten epeydir de krizleri çözmeye çalışmıyorlar, yaptıkları şeyin bu krizler içinde hayatta kalma, rakipleri diskalifiye etme ve tez zamanda faşizmin formunu oluşturma mücadelesi olduğunun bilincindeler.

Daha yangınlar sürerken kamera karşısına geçip de evi, köyü, ağacı, börtü böceği, doğası yanmış halka TOKİ pazarlamaya kalkışan bakanın söyledikleri şaka değil mesela, dalga da geçmiyorlar, gayet ciddiler. Hatta belki hiç olmadıkları kadar! Naomi Klein bunu şok doktrini olarak tarifliyor. Yani kısaca kapitalizmin, felaketlerin sermaye çıkarı için kullanılması durumu. Çünkü felaket kapitalizmi bunu gerektiriyor. Daha kısa söyleyelim, kapitalizm bunu gerektiriyor. Yeni bir şey de değil bu üstelik, örneğini ülkemizde de çok kereler gördük, görmeye devam ediyoruz. Her depremden sonra ağızlarının suyu akarak “buralara tokiler dikeceğiz” diyenlerle aynı kişiler bunlar hala. Daha önce ne iseler hala o’lar.

Devam edelim. Nitekim aynı ciddiyet AKP’li belediye başkanının, öyle evler yapacağız ki, insanlar keşke benim de evim yansaydı diyecekler, cümlelerinde de kendini gösterdi. Serinkanlılık, espri yapabilecek düzeyde bir duruş netliği, söylediğine yürekten inanma hali.

Halüsinasyon da görmedik. Ülkenin Cumhurbaşkanı yangın bölgesine bir tane söndürme uçağı göndermezken kendisi kilometrelerce uzanan bir konvoy ile şehre giriş yaptı. Halka seslendi. Sonra da çay ikram etti! Evet, bunu yaşadık. Daha birkaç gün oldu. Şimdi sellerle ilgili de benzer şeyleri izliyoruz, tavırlar tamamen aynı. Çünkü politika aynı.

Milas’ta alevler termik santrali sararken canlı yayında konuşan Erdoğan’ın ifadeleri hele… Gayet içten cevaplar verdi çünkü tam da olduğu gibi konuştu. İçi dışı bir! Ne olmuş yani, yanan yerde canlılar da yanar tabii, neyse bedeli veririz dedi. Büyükbaşsa büyükbaş. Koyun, beyaz et…  Kömürlü bir termik santral göz göre göre yandı, gece boyu bölgedeki insanlar deniz taşıtlarıyla tahliye edilmeye çalışıldı. Erdoğan ekranda “inşallah santrale ulaşmaz” derken alevler çoktan ulaşmıştı. Ama mesele Erdoğan’ın bunu bilip bilmemesi de değil aslında, bilse de yine aynı yavaşlıkla “inşallah onu da en kısa sürede söndürecek kudrete sahip olma yolunda…” derdi çünkü. Sonuçta santral yandı. Etrafındaki tüm ormanlık alan da neredeyse yandı. Belediye başkanından halka herkes günlerce yangını durdurun, santrale ulaşmasın çağrısı yaptı. Sağır Sultan duymuştur, ama Saray duymamış mıdır? Aksine. Bir kere santral Limak’ın işletmesi ve onlar da bir gün önce açıklama yaptılar. “Biz elimizden gelen önlemi aldık, yangının ulaşmamasını temenni ediyoruz” minvalinde bir açıklama. Ne kadar sakinler değil mi? Bir tek kuruşları için ortalığı ayağa kaldıracak bu sermayedarların, koca santral yanarken öylece durmaları… Muhtemeldir ki, elimizden gelen dedikleri orayı öylece bırakıp gitmekti. Ki onu da, daha büyük çıkarları olmayacak olsa yapmazlardı, neden yapsınlar. Belki bir teselli arazisi verilir kendilerine yanan ormanlık alanlardan? Ya da teşvik için krediler, geri ödemesiz! Ya da belki vergi affı yapılır. Sonuçta santralleri yandı.

******

Tüm bunların, esasında yaşadıklarımızın tek tek felaketler olmakla birlikte kapitalizmin yıkıcı ilerleyişinin bir sonucu olduğunu, bütün bu felaketlerin birer alev topu olduğunu, döndükçe büyüdüklerini, hepsinin aynı kaynaktan ateş aldığını söylememe hazırlık olsunlar diye yazdım.

Yazının üstüne daha baştan karanlık bir örtü örtmüşüm gibi görünüyor olabilir. Biraz da öyle işin gerçeği. Yaşadıklarımız yalnızca fragman. Belki 15 yıl önce ilkokul kitaplarında geçilip gidilen bir konu olan küresel ısınma bugün en sıcak haliyle işte burada.

Kendimizi bir felakette uzun süre tutamıyoruz! Daha biri bitti ya da hafifledi demeden, son hızla çarpıyor diğeri. Yangınlar bitmeden işte seller geldi bile. İklim kriziyle birleşen rantçılığın sonuçları… İnsanlık, etrafından tam gazla araçların aktığı bir yarış pistinin ortasında kalmış gibi, değil mi?

Bunlar daha başlangıç dedik, devam edelim. Aslında bütün bu felaketler, krizler uzun zamandır varlar ve birbirlerine göbekten bağlılar. Komplo teorileri, birileri bir yerde sırayla düğmeye basıyor ve sonra olaylar oluyor gibi sunsa da işler öyle değil, biliyorsunuz. Dünyayla az çok bilinçli bir bağı olan kimse için sürpriz değil pandemi, yangın, sel, küresel ısınma… Dünyanın çığlıklarına azıcık kulak kabartmış olmak yeterli bunları duymak için.  

Bundan bir buçuk yıl önce başlayan pandeminin kaynağı neyse yangınlarınki de o. Virüsü birileri laboratuvarda üretip üzerimize salmadığı gibi yangınları da uzaylılar lazerle çıkarmadılar. Ya da daha güçlü şekilde dillendirildiği hatta tek gerçek gibi sunulduğu haliyle, Kürtler, teröristler ya da mülteciler de çıkarmadılar.

Dünya giderek daha fazla ısındığı için yanmaya zaten müsait ormanlar alev almaya başladı. Hem de tüm dünyada. İşin kötüsü bugün söndürsek de seneye bu aylarda yeniden başlayacaklar, hem de belki daha büyük çapta. Pandemide nasıl ki virüs sadece bir başlangıçtı, artık bir pandemiler dönemi açılmıştı, burada da öyle. Su kıtlığı, gıda krizi, seller, etkisi şiddetlenen fırtınalar… Ve tabii ki ekonomik kriz, yoksulluk, işsizlik; yani en az orman yangınları kadar yalımı bol alevler taşıyan krizler…

Kapitalist sistemin kar hırsıyla sürekli ateş bastığı krizler bunlar. Ve en sade şekliyle söyleyecek olursak, kapitalizm var olduğu, var kaldığı sürece devam edecekler. Bu alev topları bir yere çarpıp kendi nesnel gerçekliğinde yok olup gitmeyecek. Ormanda artık yanacak hiçbir şey kalmadığında, yangının söndüğünü müjdeleyenler gibi söyleyecek olursak: Artık doğa kalmadığında, belki o zaman krizler biter!

*******

Peki bunları bilmiyor mu iktidar, devlet, dünya ülkelerinin devletleri, hükümetleri, ekonomistler… Bal gibi de biliyorlar.

Türkiye uzunca bir zamandır bu krizlerle boğuşuyor. Halk bunların içinde var kalmaya, nefes almaya, geçinmeye, virüs kapmamaya çalışırken; iktidardakiler de faşizmi kurmaya çalışıyorlar. Yukarda söylediğimiz gibi bunu, tüm bu kriz atmosferinde yapmaya çalışıyorlar. E zaten başka nerede yapacaklar? Faşizmi dışarıda kurup getirip tepemize koyacak halleri yok; bu krizlere rağmen, krizlerle birlikte, bu zeminde yapmaları gerek ne yapacaklarsa, neye güçleri, ne kadarına çapları yeterse artık.

Salgını dış güçler çıkardı, yangınları PKK çıkarıyor, yardım çağrıları ülkenin işgaline davettir, ülkeyi aciz gösteren haberleri yapanlar fonlu düşmanlardır, atılan tivitler şifreli mesajlardır… Tabiri caizse, yangından mal kaçırmaya çalışan bir iktidarın, yukarıdaki gerçekler yerine bunlara sarılması herhalde şaşırtıcı gelmez. Doğruyu yalan, yalanı doğru gibi göstermekten başka bir yolları yok geldikleri yerde. Bu demek değil ki hepsini bilinçli yapıyorlar, attıkları adımdan sonra gelebilecek tüm hamlelere hazırlar vs. Değil tabii. Ama adım atmak zorundalar işte. Her felaket, en ufak bir söz ya da olay, faşizmi kurma yollarına taş olarak döşenebilir çünkü. Öyle olsun istiyorlar yani.

Başarı naraları atıyorlar, ekranlarda yalnızca onların parıltısıyla süslenmiş haberler gösteriliyor, yangın bölgelerine yalnızca ana akım kanalların muhabirleri alınıyor, kanallara yanan değil sönen yerleri gösterin diye emirler gidiyor. Şimdi sellerden sonra gazetecileri bölgeye almıyorlar, ölü ve kayıp sayılarını söylemeyin diye halka tehditler yağdırıyorlar.

Öbür yandan ırkçılığı, mülteci düşmanlığını bile isteye kışkırtıyorlar. Yangın bölgelerinde insanların yol kesip Kürt avına çıkmasına müsaade ediyorlar. Konya’daki Dedeoğulları ailesinin tamamının katledilmesine müsaade ettikleri hatta teşvik ettikleri gibi. Uzaktan seyrediyorlar ama aynı zamanda oradalar, ırkçı-faşist ruhları orada. Bu da öylece bıraktıkları anlamına gelmiyor ama dikkat, gerektiği yerde bir adım geri atıyorlar, ipin ucunu bırakacak noktada değiller çünkü. Devletin kuruluşundan beri bu topraklara ekili olan Kürt düşmanlığının tam da bu zamanlarda kabartılması, bu ırkçı toprağın eşelenmesi, faşizmin kurumsallaşmasının can suyu çünkü.

*******

Yazının başına dönecek olursak, hem bir bütün olarak devlet hem iktidar koalisyonu, tam da yapılması gerekeni yapıyor. Günlerdir aynı soru soruluyor, nerede bu devlet? Orada işte, binlerce yıldır olduğu yerde duruyor. Sermayenin yanında; yoksulun, halkın epey uzağında. Olmaları gereken taraftalar. Devletin kendisi yok olduğu için değil, tam da o devletin ruhu, ırkçı özü halka yansıdığı için insanlar yol kesip kimlik soruyor, linç ediyorlar. Devletin varlığı altında yapıyorlar bunu, sırtlarını devlete yaslayarak yapıyorlar, ona güveniyorlar. Elbette bu faşizmi kurma peşindeki iktidarın da işine yarıyor. Şimdilik.

Sermayenin ve kapitalizmin güncel temsilcisi iktidar da üzerine düşeni yapıyor. TOKİ yapacağız derken ciddiler tabii, neden olmasınlar? Sonuçta olan olmuş, neden o boşluğun üstünden kendileri ve büyük sermaye için rant alanları açmasınlar ki? Şuurlarını yitirmediler. Ama önlerindeki harita üzerinden, berrak bir bilinçle, tam gaz da ilerlemiyorlar. Devlet krizde, iktidar faşizmi kuramıyor ama bu bir şekilde ayakta kaldıkları, hatta ilerledikleri gerçeğinin üzerini kapatmıyor. Bunların hepsini birlikte düşünmemiz gereken bir zamandayız.

Devlet devletliğini yapıyor. İktidar da iktidarlığını. Tabii ki sermaye de tarihsel sömürücülüğünü.

Peki ya halk?

Bütün bu felaketlerin, krizlerin ortasında, o alevlerin, sel sularının orta yerinde bir halk hayatta kalmaya, çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Devletin soğuk yüzünü bir kez daha görüyor uçaklar gelmediğinde. Ya da evlerini, koca ilçeyi sel almışken pişkince gelip “devlet burada işte, kimseyi mağdur etmeyecek” diyip, çay verip, sorunlarıyla ilgilenmeden gittiklerinde fark ediyorlar. Sermayenin gözünün doymayacağını önlerine TOKİ teklifi gelince tekrar anlıyorlar. Bütün bunlar bir yangının, çamurla kaplı şehirlerin orta yerinde, çırılçıplak anlaşılıyor.

Halk günlerdir canla başla, eliyle, tırmığıyla, kazmasıyla, su şişesiyle yangınları söndürmeye çalışıyor. Hayvanları kurtarmaya, ağaçları korumaya çalışıyor. Aynı halk, daha kuzeyde selden kalanlarla mücadele ediyor, kayıplarını arıyor.

Bir yandan yepyeni dayanışma örnekleri filizleniyor. Pandemide olduğu gibi yangında da bir başına bırakılan halk kendi yöntemleriyle örgütleniyor, dayanışma ağları ve acil durum masaları kuruyor. Komplo teorileri yayılmasın, ırkçı saldırılar olmasın diye uğraşılıyor. Sosyal medyada bazen bir kedinin kurtarılması bazen de bir köyün boşaltılması için yapılan çağrılar anında on binlere ulaştırılıyor, elden ele.

Yalnız bırakılmış olmanın derin öfkesinin ortasında halk birbirine tutunuyor. Biz çay may istemiyoruz diyor evi yanan köylüler, biz o uyduruk evleri de istemiyoruz diyorlar. Kendi kanallarında sanki uçak varmış gibi gösteriyorlar, burada üç gündür tek bir uçak uçmadı diyorlar, yalanlara inanmayacak kadar gerçeğin içindeler çünkü. Erdoğan beyaz et derken aynı anda evi yanan bir köylü kadın, gece yanlarına gelen kurbağayla uyuduklarını söylüyor, kuşlara hasret kaldıklarını. Sel bölgesine gidip başarı nutukları atarlarken selden etkilenen bir kadın “suçlusunuz, susun, siz konuştukça acımız artıyor” diyor. Yani onlar diledikleri kadar büksünler gerçeği, yalanlar uydurup kanallarında onları göstersinler, gerçek orada, felaketi yaşayan halkın arasında, orta yerde çamur halinde duruyor. Ve halk da bunu çok iyi biliyor.

Her şeyin ortasında müthiş bir dayanışma pratiği sergileniyor. Buralardan öğrenip, dersler çıkarmaya ihtiyacımız var. Bunları, yalnızca iktidar medyası izlemekten zihnine sis inmiş halkın görebileceği şekilde parlatmamız gerek. Çünkü bütün bu yangınları söndürecek “kutsal” su buralardan akacak. Çünkü bütün sular aktıktan sonra kalacak “cevher” bu.

Dayanışma örneklerini kırmızı kalemlerle işaret etmek kıymetli. Her ne kadar birbirinden kopuk, çok ayrı yerlerde, farklı şekillerde ortaya çıkıyor ve hemen olup bitiyor, sonra da unutuluyor gibi dursalar da öyle değil. Bütün bu örneklerin, halkın hareketliliğinin, dozu yükselen itirazlarının, o itirazların yan yana gelişlerde bulduğu vücudun değeri büyük. Bunlar şimdide döşenen gelecek taşları.

O örneklerin hepsi kurucu öğeler, davranış ve yaşayış biçimleri taşıyorlar. Her biri halkın hafızasında, yaşam pratiğinde yer ediyor. Elbette hatalar yapılıyor, kimi şeyler atlanıyor, eksik kalan yanlar oluyor. Bunlar tabii ki olacak ama. Aksi halde nasıl kuracağız zaten yeniyi?

Tam da buralarda şekilleniyor çünkü yeni olan. Her felaketten sonra İBAN atan iktidarın yüzüne itiraz edip kendi dayanışma ağlarını kuran halkın arasından; yanan yerleri ağaçlandıracağız diyen bilim dışı, doğa düşmanı tavrın karşısında “oraları elletmeyiz” diyen kitlelerin arasından filizleniyor. Yardımlar gönderiliyor, hayvanlar için geçici rehabilitasyon merkezleri kuruluyor, bölgelerde halkın kendisinin kurduğu meclisler, afet koordinasyon ekipleri oluşuyor… Halk, kendisinin, doğanın iyiliğine ne varsa onunla ittifak kuruyor ve karşı tarafa cephe alıyor. Yan yana durdukça da yeni yollar keşfediyor. Bütün bu felaketlerin arasında, halkın bağrında kabaran öfke büyüdükçe, yaşamı yeniden ve birlikte kurma isteği perçinleniyor. Bu öfke kendini hem yıkıcı hem de kurucu bir biçimde yeniden şekillendiriyor. Önümüzdeki dönemin siyasal panoraması daha bunların çok örneğini göreceğimizi söylüyor.

Asıl mevzu, bütün bu örgütlenme, dayanışma örneklerini rastlantılardan arındırarak güçlenmelerini, kalıcılaşmalarını sağlamak. Birlikte durabilecekleri şekilde uygun düğümler atmak. Gittikçe yükselen halkın barajını güçlendirmek asıl mevzu. İktidar ve bir bütün olarak sistemin karşısında yeni bir yaşamı inşa edecek bir örgütlü güce çevirmek. 

Burada, tam da bitirmeden önce bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Halkın bilinci bu darbelerle berraklaşıyor, karşısındaki düşmanı tüm çıplaklığıyla görüyor, öfkesi artıyor, bu tamam. Ama aynı anda iktidarın pompalamasıyla ırkçı, yıkıcı nefreti, kini, hıncı artan bir kitle de var ve bunlar iç içe geçiyor. Bu ikisini dikkatlice takip etmek gerekiyor çünkü birbirinin içine geçip, karışabiliyorlar.  

Bu alev topları büyüyüp kendiliğinden yok olmayacaklarına göre… Ya bu alev topları, onu çıkaranları yok edecek ya da dünyayı. Biz ya bizi öldürenin, yakanın, soyanın kapitalizm olduğu “basit” gerçeğini kavrayacak ve onunla mücadeleye girişeceğiz ya da felaketlerin içinde soluk almadan koşturacak, hayatta kalmaya çalışacağız.

Hadi umutlu bitirelim yazıyı. Çünkü umut hep var. Çünkü yapabiliriz. Çünkü kapitalizmin yangınlarının ortasında, içinde tohum taşıyan bir kozalak gibiyiz. Bütün yangınlardan sonra yeşerebiliriz. Çünkü kapitalizm bitmeye meyilli, insan ve doğa ise yaşamaya.