Halk Güçlerinin Kendine Güveni ve Kendi Olasılığı

İktidar güçleri, bir yandan günü kurtaran öteleme politikalarına sarılırken bir yandan da kurumsallaştırmaya çalıştıkları faşizmin hanesine yazılacak her fırsatı değerlendiriyor. Gelin görün ki su yüzüne çıkan yolsuzluk ve suçların boyutu büyüdükçe daha da zorlanıyorlar. İktidar için çanlar çalıyor, vakit daralıyor. Etrafı ateşle kaplanan bir akrebin kendini sokması gibi, iktidar içindeki güçler de sıkıştıkça birbirlerine ok çevirmekten daha az çekinir hale geliyorlar. 

Pandemi perdesinin ardından baskı ve şiddeti yoğunlaştırırken, yıllardır öteleyerek bugüne getirdikleri krizler artık ayaklarına daha da fazla dolanıyor; son aylarda zorlanıyor, her yerden fire veriyor, kan kaybı yaşıyor, iç dengelerinde şiddetli sarsıntılar yaşıyor ve bu baş dönmeleri arasında yol almaya çalışıyorlar. 

Ellerindeki tek araç şiddet ve baskı. Bunu kullanmaya yönelmeleri halinde açığa çıkacak sonuçları kaldırıp kaldıramayacakları ise tartışmalı. 7 Haziran-1 Kasım arasındaki iç asabiyetleri dağılmış durumda. Elbette risk almak zorundalar, aldılar, alıyorlar da. HDP’ye yönelik saldırı sonucunda Deniz Poyraz’ın öldürülmesi bunun en yakın örneği. Halkın karşı çıkışı ve restorasyon güçlerinin şimdilik iktidar çizgisinde konumlanmaması, iktidarı bu saldırı sonrası bir adım geri durmaya zorladı. 

Şimdi faşizm, restorasyon ve halkın kendi seçeneği olarak üç biçimde-bunların da kendi içerisinde farklı biçimleri, kombinasyonları olmakla birlikte- tariflediğimiz gidişte, halkın kendi olasılığına eğilmek istiyorum. Diğer iki gücün kendi tarafına çekip, rüzgârına katmaya çalıştığı güçlerin olasılığı üzerine daha az tartışılıyor çünkü. Ya da şöyle desek daha doğru olabilir: faşizmin kabarmış, köpürmüş gölgesi ile öbür uçtaki restorasyon olasılığı halk güçlerinin duruşunu silikleştirebiliyor. Bir olasılık olarak parıldamasına müsaade etmiyor. Sokakta, örgütlü biçimde kendi şeklini almaması için her türlü yol izleniyor, hem iktidar koalisyonu hem de restorasyon güçleri tarafından. 

Halk Kendi Olasılığının Peşinden gidiyor

Baskı ve yasaklar, dokundukları her yerde sinme ya da korkuya yol açmıyor ama. Ülkede uzunca bir zamandır neredeyse her şey hareket halinde. Ve bu hareketlilik de bize, çok yönlü bakma, kendi olasılığımıza sarılma görevi veriyor. Çünkü her olayda taşlar yerinden oynuyor. Daha da oynayacaklar gibi görünüyor. Oynasınlar da. 

Bugüne kadar ötelenen krizlerin başında gelen ekonomik kriz, işsizlik ve yoksulluğa bir de pandemi eklendi. İktidar bu sorunların hiçbirini işçiden, emekçiden, halktan yana çözmek için adım atmıyor. Atmamakla kalmayıp, açlık, yoksulluk ve salgınla cebelleşen kitlelerin, intiharların gözüne baka baka sermaye güçlerinin önünü açmaya, vergi affı sunmaya, acele kamulaştırmalarla sermayenin işlerini kolaylaştırmaya devam ediyor. O arada bulduğu her fırsatta faşizmi kurumsallaştırmaya yönelik yasa tasarılarını gece yarıları geçiriyor. 

Yangından mal kaçırır gibi her fırsatta üst üste yaptıkları hamlelerin hepsinin başarılı olamayacağını, kimisini geri çekmek zorunda kalacaklarını ya da ters tepebileceğini elbette biliyorlar. Ama bu adımları da atmak zorunda kalıyorlar.

Hırsızlıkta, bıraksak gözümüzden sürmemizi çalacak kadar yetkinleşen egemenler ve onların yandaşları, bu zenginliklerin kaynağının halk olduğunu ve halkın içindeki bu özgürleşme isteği uyandığında artık çok geç olabileceğini biliyorlar. O korkuyla koşuyorlar. 

Faşizm ve restorasyon olasılıklarının kendi biçimlerini arayıp, “olmaya” çalıştıkları bu günlerde, halk da kendi olasılığını güçlendiriyor. Bir bütün olarak halkın barajı şeklinde tarifleyebileceğimiz bu güçlerin alanı her gün genişliyor. 

İktidar koalisyonun hamlelerinin her biri, dokunduğu yerde bir direnişi, politikleşmeyi, biriken enerjiyi açığa çıkarıyor. Cengiz Holding’e sunulan İkizdere’de yapılmak istenen doğa talanı, çarptığı yerde direnişle karşılaştı ve o direniş tüm Türkiye’de karşılık buldu, talepler sahiplenildi. Kendi halinde akan bir dereye vurulan kepçe darbesi halk güçlerinin en direngen duruşlarından birine dönüştü. Benzer bir duruşu Boğaziçi için de söyleyebiliriz. Oradan başlayan demokratik üniversite talebi ülkenin tüm üniversitelerinde yankı buldu, gençlerin talebi toplumun çoğunluğu tarafından sahiplenildi ve iktidarın kayyımda direten politikalarına karşı çıkıldı ve bu duruş hala kendini, farklı biçimlerde gösteriyor.

Direnişin başındaki yüksek enerji hafiflese de hala sürüyor. Tüm bu enerji noktalarının bugünden yarına sürmesi ya da devam etmesi ayrı bir konu ama etkilerinin ve öğrettiklerinin yerleştiğini söyleyebiliriz. 

İktidarın her baskısı, kendiyle birlikte yan yana gelişleri etkiliyor, “normal” zamanlarda ayrı ayrı duran insanları birbirinin yanına itiyor, bir siyasal bilinç katıyor ve biriken enerjiyi açığa çıkarıyor. Ana krizleri çözemeyen iktidar, bir de onları saran yeni kriz alanları ve direniş odakları yaratıyor.

Direnişlerin dalga boyu uzuyor

Geçtiğimiz aylarda belediye grevleri ile ivme yakalayan işçi sınıfının direnişleri, oradan çıkardığı derslerle ilerlemeyi, yayılmayı sürdürürken siyasallığını da artırıyor. Pandeminin etkisiyle, sınıf olma bilinci yükselen bu direnişler, Kod-29’dan hak ihlallerine, işten çıkarmalara, izole iş yerlerine, güvencesiz işlere karşı direnişlere kadar lokal lokal parıldamayı sürdürüyor. 

Bir yanıp bir sönen ışıklar gibi görünse de bu direnişler işçi sınıfının halk güçlerinin içindeki tarihsel öncülük misyonunu yeniden açığa çıkarıyor. İşçi sınıfının yükselen, direngenliği ve kazanma kapasitesi artan duruşu, halkın barajının ana omurgasını oluşturuyor.

Pandeminin başından bu yana en çok kazananlar sırasında tepelere oturan zincir marketlerin patronları market çalışanlarının maaşından kırpıyor, mesaisini artmaya çalışıyor ve ama öfkeyi perçinliyor. Sadece bununla da kalmıyor, zenginlikler arttıkça yoksullaşan, sattığı mal patronun servetini çifte katlarken kendisinin alım gücü giderek düşen, kaybedecek bir şeyi kalmayan işçi direnişe yaklaşıyor. Migros işçilerinden A101 ve CarrefourSA işçilerine uzanan direnişler, boykotlar bunu gösteriyor. 

Halk güçlerinin sokağı kullanma ve sözünü güçlendirme, örgütlü duruşu her koşulda sergileme yönlerinden en direngen ve umut verici alanını kadınlar oluşturuyor. Kadınlar hem ülkemizde hem de dünyada, uzun zamandır, bir özgürleşme ve karşı çıkma çabasının kitlesel, kararlı öncülüğünü yapıyorlar. 

Bu ülkede iktidar güçleri kendi rejiminin garantisi için korku iklimi yaratırken de sokaktaydı kadınlar; cemaatin darbe girişimi sonrasında sokaklar OHAL ile yasaklanırken de. Faşizmi kurma hamleleri içerisinde, bu rejime uygun toplum mühendisliğini sürdüren iktidar koalisyonunun aileye, oradan da doğrudan kadınlara yönelmesinin anlamını biliyor kadın hareketi. 

Konuşulanların, ortaya dökülenlerin dil sürçmesi olmadığını, şimdiye kadar yapılanların daha sonra olabileceklerin göstergesi olduğunu da biliyor. Aynı kadın hareketi, bir taraftan saldırılara karşı direnirken öbür yandan örgütlülüğünü genişletip, ülke geneline yayılıyor. Kadınlar Birlikte Güçlü pratiği ve tüm illere yayılan İstanbul Sözleşmesi platformları bunların öne çıkanları. 19 Haziran ve 1 Temmuz mitinglerinin burada birikenleri daha örgütlü hale getireceği, harekete ivme katacağı açık. 

Bu topraklarda uzun yıllardır mücadele eden LGBTİ hareketi bileşenleriyle birlikte Onur Haftası’nda sokakları dolduran ve polisin tüm engellerine, baskılarına, şiddetine karşı inatla duruşunu, buradalığını koruyanların direnişi şunu tekrar gösterdi ki; çabalar boşuna.

Bu direniş odaklarının hemen yanından ekoloji mücadelesi yükseliyor. Daha geriden gelmesine rağmen, iklim krizinin artan etkileri ve yakıcılığı ile de birleşince hareket hızla güçleniyor. Parça parça ve dağınık şekillerde ülkenin neredeyse tamamında kendini gösteren doğa ve yaşam savunuculuğu, giderek daha siyasallaşıyor. Çoğu yerde yalnızca kendi deresini, dağını korumaya yönelik olsa da bu koruma “güdüsü”, direniş sürüp de o direnişin sesi başka yerlerden yankı bulunca bilinçli bir eyleme, örgütlü ve direngen bir duruşa dönüşüyor. Bütünlüklü bir kapitalizm, sermaye tahlili yapılmasa da kendi küçük çerçevelerinde, asıl düşmanın en yakın örneklerini, temsilcilerini ve onları koruyan kolluk kuvvetlerinin asıl işlevini görecek kadar açılıyor gözler. 

Marmara Denizi’nin yıllar önceki ölümü ve cesedin kokusunun açığa çıkışı ile aciliyeti artan ekoloji mücadelesi kendine sürekli yeni zeminler kazanıyor. Kanal İstanbul’dan tutalım da hayvan hakları mücadelesine oradan kent hakkı mücadelesine kadar pek çok başka mücadele zeminiyle de dirsek teması içinde yayılan ekoloji hareketi sesini ülkenin dört bir yanına ulaştırıyor.

Dün Gezi’de üç beş ağaçla bir büyük adım atmış olan yürüyüş bugün tüm ülkeyi saracak bir olasılığın etrafında geziniyor. Talana, rant ve yağmaya karşı yükselen her eylem bu direniş odağının yeni yöntemler keşfetmesini, öğrenip ders çıkarmasını ve yayılırken aynı zamanda kök salmasını da sağlıyor. Kazanımlar toplumsal bilinçte önemli değişiklikler yaratıyor. Talepler bugünden yarına kazanılmasa da toplum tarafından sahipleniliyor. 

Kürt halkı başta olmak üzere ülkedeki halklar zenginliğinin direnişleri ve eşit yurttaşlık talepleri sürüyor. Ülkenin katliamlar tarihinden en büyük “payı” alan Aleviler başta olmak üzere diğer tüm inançların da eşit yaşama, özgürce nefes alma, var olma çabası sürüyor. Aleviler nezdinde güçlü bir örgütlü duruş henüz kazanılmış değil ama, Aleviler, kendi tarihlerinden çok iyi biliyorlar ki faşizm inşa olacaksa ilkin kendilerini yok etmek isteyecek. Faşizm ancak o koşullarda kurulacak. Ama bir şey daha var ki Aleviler artık bu “korku”nun yetmediğini de biliyor ve çeşitli biçimlerde örgütlülüğünü arttırıyorlar. Arayışlarını sürdürüyor, bürokratik mekanizmaların içerisine sıkıştırılmış köhne yapılardan kurtulup yeni yan yana gelişler inşa etmeye çalışıyorlar. 

Böyle toplu ve somut bir hak talebi ile yan yana gelen direnişler dışında da direnme biçimleri yaygınlaşıyor. İlla örgütlü bir duruşu ya da sürekliliği olmasa da, iktidarın meşruiyeti yittikçe ve tabii öfke büyüdükçe açığa çıkan, tekil çıkışlar diyebileceğimiz ama önemli de olan durumlar artıyor. 

Meşruiyet yitimi artıyor. Devlet kurumlarına güven yok. Herkes, bulduğu her boşlukta kendi borusunu öttürmeye çalışıyor. İş bulmaktan tutalım da hastanede sıra almaya kadar neredeyse her iş “tanıdık”lar aracılığıyla çözülmeye çalışılıyor. Günlük hayat akmıyor. Öylece “yaşayıp gidemiyoruz”. Faşistleşme süreci, şiddet, baskı, tüm bu hak ihlalleri ve yolsuzluklar günlük hayatın dokusunu eritiyor. Bu güvensiz ortamda iktidarın kendi tabanı da etkileniyor, zarar görüyor, dün beş kazanırken bugün payı küçülüyor, aldığı para daha hızlı eriyor. 

İktidar partisi ve koalisyonun oyları eskisinden daha hızlı şekilde azalıyor. Erdoğan’ın gücü ne partiyi sıkıca tutmaya ne de kitlesini çevresinde konumlandırmaya yetiyor. Tersini söyleseler, bu iş gönül işi diye reklamlarla donatsalar da halk biliyor; işte iktidar partisi tam da bu! Sarayda yaşayanların, uyuşturucu kullanıp satanların, suçlar işleyip hasıraltı edenlerin, halkın emeğine çöküp türedi zengin olanların, yoksullukla dalga geçenlerin partisi. İktidar partisi yoksulun, mazlumun değil servet sahiplerinin partisi.

Tüm bunlar açığa çıkmayı sürdürdükçe iktidar koalisyonu oylarını, tabanını kaybededursun öbür taraftan da bir kararsızlar ordusu oluşuyor. Bu kitlenin bir yanı, solun bir seçenek inşa edemeyişinden kaynaklı büyüyorsa bir yanı da düzen içi siyasetten medet ummamaktan kaynaklı büyüyor. İkincisi çoğalıyor evet ama solun seçeneği açığa çıkıp, parlamayınca bu tutum kararsızlığa akıyor. Bu durum kararsızların katı bir bütün olduğu anlamına gelmiyor ama. 

Sonuçta tüm bu direniş odaklarını, tek tek karşı çıkışları, somut bir karşı adım olmasa da yerinde net duruşu, keskinleşen öfke bıçağı hep birlikte düşünüldüğünde bize ne gösteriyor? Hep aynı şeyleri mi? Bir parlayıp bir sönen isyanları mı? Neyi?

Bir özlü söze rastlamıştım, diyordu ki: Işığın mum ışığı mı kandil ışığı mı olduğu sönünce anlaşılırmış. Bizler şimdi ülkenin her köşesinden, hakikaten her köşesinden ama, cılız da olsa parıldayan, buradayım işte benim de sözüm var diyen ışıkların ne olduğunu, ne kadar yanabileceğini, sönüp sönmeyeceğini anlamak için sönmesini mi bekleyeceğiz yani?

Olası Tüm Gelecekler Arasından Bizimkisi

Halkına düşman; sermayeye, servete dost bir iktidar var tepemizde. Öldürmek, yok etmek dışında bir şey sundukları da yok. En sonunda geldikleri yerde devlet krizi artık onların çapını, gücünü aşmış durumda. Kimin gücü kimi yeterse şiarıyla yol almaya, ezin geçin, ağzını açanı alın düsturuyla faşizmi kurmaya çalışıyorlar. Buna mecburlar. Aldıkları biçim öylesine bir işçi, kadın, genç, doğa, çocuk, halk, inanç, yeni düşmanı ki, artık “isteseler” de başka kalıba giremezler. Restorasyoncuların, iktidarı alıp “bir hale yola sokma” rüyaları gibi hayaller bir yandan da bu yüzden hayal. Ya halkın kendi seçeneğinin yolunda ilerlenip bu sistem değiştirilecek ya da yıllardır sokakta, bedeller ödenerek ivmelenen ve bugünlere güçlenerek gelen halkın barajının rüzgarı egemenlerin kendi çıkarlarına hizmet için kullanılacak, sönümlendirilecek, çalınacak. 

İktidarın üzerinde yürüdüğü buz kırıldı! Hasır altı ettikleri suçlar, yolsuzluklar, yalanlar bir bir dökülüyor, hem de bu kez kendi içlerinden yükselen seslerle.

Her şey gözlerimizin önünde oluyor. Hepimiz buradayız. Tüm bu olup bitenler, hızlanan tarih bize bir şeyler söylüyor belki de. Kimisi için bunlar umutsuzluk demek ike kimisi içinse fırsat. Yazının akışından tahmin edersiniz ki bu atmosfer, her an hızlanan, bir soluk aldırmayan, öfkeyi biledikçe bileyen, bizi her an başka olasılıkların eşiklerinde dolaştıran bu atmosfer, halk güçleri için bir fırsat sunuyor. Tarihin öyle kolay kolay tekrar önümüze getirmeyeceği bir fırsat. Bu fırsat gücünü ve gerçekleşme olasılığını ayağını bastığı somut, güncel zeminden alıyor. 

Yeni aranıyor. O yeni süslenmiş, sivri köşeleri yumuşatılmış bir eski değil. İçerisinden geçerek inşa edilecek, gerçek bir yeni, içiyle dışıyla, ruhuyla ve varlığıyla yeni. Halkın başka bir dünya arayış ve isteğini politik zemini ile buluşmaya çalışıyor. Sürekli hareket halinde bir arayış bu. Kodları her gün sokakta yazılan bir zemin ve istek. 

Gezi ile ivme kazanan, 7 Haziran 1 Kasım arasındaki saldırılarla yaralanan halk güçlerinin kendine olan güveni artıyor. Özellikle de o süreçte örülen korku duvarı yıkılıyor. Eşikler bir bir aşılıyor. Kendine olan güvenin artması, yapabilirim inancını, yapma isteğini arttırmakla kalmıyor; bunlara dair somut adımları da getiriyor. Aslında halk güçleri kendi olasılığını uzunca bir zamandır inşa ediyor. 

Demokrasi Konferansı, işte bu arayışın halkçı bir seçeneğe kavuşması yolunda atılacak en önemli adımlardandı ve atıldı. Oradan atılan adım, eğer el verilip güçlendirilirse halkçı bir seçeneğin ağırlık noktası olacaktır. Halk güçlerinin, direnenlerin, ezilenlerin öznesi olacağı bir “yeni”nin ana kolonu olacaktır. 

Sonuçta faşizmin kulağı tüm boynuzları geçer mi geçmez mi diye soracak olursak –ki bu çoktan seçmeli değil açık uçlu bir soru olur- diyebiliriz ki güçler dengesi belirleyici olacaktır. Nihayetinde kimin gücü öbürüne yeterse o belirleyecek ama bu da gün gün atılan-atılmayan adımlarla şekillenecektir. 

Zaman yok. Hızla akan tarih oyalanmak, hele bir duralım da önümüzü görelim demek için uygun değil. Şimdi tam zamanı. Şimdi halk güçlerinin zamanı. 

Olası tüm gelecekler arasından, halkın geleceğini, sosyalizmin geleceğini kurmak için şimdi değilse ne zaman? O gelecek şimdinin içinde oluşmayacaksa nerde oluşacak? Biz yapmayacak, sen, ben öbürü yani, kim yapacak?