Yaşar Güven: Eşit Yurttaş Olacağımız Demokratik, Laik Bir Ülke İçin Mücadele Ediyoruz

El Yazmaları’nın Notu: 24 Haziran’da İstanbul’da gerçekleştirilecek olan Demokrasi Konferansı’nın, Halklar ve İnançlar Alanı’nda yer alan Yaşar Güven ile yaptığımız röportajı okuyucularımızın ilgisine sunarız.

Pandemi ile birlikte daha yakıcı hale gelen ekonomik kriz ve son haftalarda açığa çıkan yolsuzluklar ve ifşaatlarla daha da açığa çıkan ve derinleşen devlet krizi Türkiye siyasal atmosferini çevrelemiş durumda. Ekolojik kriz, kadın cinayetleri ve artan şiddet, gençlerin geleceksizleşmesi… Tüm sorunlarla birlikte düşündüğümüzde bugün bu atmosferde Demokrasi Konferansı’na gitmenin anlamı, önemi sizce nedir?

Son yıllarda, dünya ölçeğinde kriz yaşayan ekonomik-siyasi sistemin, adına “neo” dediği yeni uygulamalarla krizi aşabilmek ve ömrünü uzatabilmek beyhude çabasını gözlemliyoruz. Doğa ve insanlıkla “meşrebi gereği” barışık olmayan vahşi sistemin, doğayı sömürmesinin, tüketmesinin son evresindeyiz. Sistemin farkında olduğu iklim krizi; üretim-tüketim sarmalında gündemleşemeyen önlemlerden uzak duruldukça, ekolojik yok oluşun geri dönülmez son 15-20 yılında olduğumuzu her yıl, her ay, her gün yüzleştirecek doğa olayları ile insanlığı uyarıyor.

Küresel vahşi sisteme yapışık ülkemiz, ifade ettiğiniz gibi az gelişmiş ekonomisi ve az gelişmiş demokrasisi ile (otokratik yönetim son kırıntıları da yok etmek peşinde) çok daha ağır bir siyasal-ekonomik kriz içinde.       

Demokrasiyi hedefi için araç olarak tanımlayan, eşitlikten söz etmeyen, özgürlükleri “kamu düzeni, genel ahlak, devletin bekası, vatanın yüksek çıkarları, ulusun birliği ve bölünmezliği…” gibi istenildiği yere çekilebilecek gerekçelerle kısıtlayan, muhaliflere yönelik tutuklamalarla siyasetin demokratik zeminde yapılmasını engelleyen, kadınlar her gün öldürülürken İstanbul Sözleşmesi’ni tek taraflı fesheden, ülkenin kaynaklarını belli bir kesimin hizmetine sunan, otoban-enerji-maden uğruna çevreyi onulmaz şekilde tahrip eden ve potansiyel projelerle etmeye devam eden, 18 yıldır ülkeyi yönetiyor olmalarına karşın işsizliğin, enflasyonun, ekonomik krizin nedenini “dış mihraklar”a bağlayan, egemenliğinin devamı için çıkarlarını ülke çıkarları ile aynılaştıran, nefret ve şiddet dilini özellikle kullanan, toplumu kutuplaştıran bir iktidar söz konusu.

Buna karşın, olan-bitenlere kayıtsız kalmayan ve hak mücadelesi veren, özetle özgürlük, eşitlik, demokrasi talepleri olan çok geniş bir kesimin olduğunu biliyoruz. Aynı zamanda, tüm hak taleplerinin bastırıldığı, bu taleplerin ileri sürülebileceği kamusal alanların iyice daraltıldığı otoriter bir yönetimin iş başında olduğunu da biliyoruz.

Hak talebinde bulunan kesimlerin, başka hak taleplerine karşı kayıtsız kalmadıklarını, kendi talepleriyle başka talepler arasındaki ilişkiyi görebildiklerini, aynı tehditlerle karşı karşıya olmalarına ve aynı amaçla aynı mücadeleyi vermelerine karşın güçlerini birleştiremediklerini de gözlemleyebiliyoruz.

Ülkenin geldiği noktada; demokrasi, özgürlük talepleriyle, iş, ekmek taleplerinin birbirini tamamlayan bir bütün oluşturduğundan, biri olmazsa diğerinin de olamayacağından hareketle; hak talebinde bulunan ve mücadele içinde olan bütün toplumsal kesimlerin talepleri arasında bağlantı kurarak, bu talepleri ortaklaştıracak ve birlikte hareket etmesine zemin sağlayacak bir inisiyatif gerekiyordu. İşte o inisiyatifin adı “Demokrasi Konferansı” ve bütün kesimlerin taleplerini “ekmek, özgürlük ve adalet” başlıklarında ortaklaştırdı, gürül gürül geliyor.

Bu konferans, demokrasi mücadelesinde yeni bir aşama oluşturacak, ezilenlerin sesinin duyulmasına yol açacaktır. Demokrasi güçlerinin güç birlikteliği ile en geniş söz ve eylem zeminini kurabilmesi, toplum geneli için de umut olacaktır.

Siz konferansın Halklar ve İnançlar Çalışma Alanı’ndansınız. Ülkedeki tüm halklar ve inançlar için bu konferans neden önemli? Halkların ve inanç gruplarının yaşadığı temel sorunlar neler ve konferansa hangi sorunlar çevresinde ihtiyaç duyuluyor?

Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya; çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli bölgeler arasındaki ülkemiz de “çoklara” sahip; yüz yıla yaklaşan cumhuriyet tarihi boyunca belleklerde derin izler bırakan olumsuz olayların yaşandığı bir coğrafya.

1922-23’te Gönen-Manyas Çerkesleri doğuya sürgün edildi, coğrafi yer isimleri Türkçeleştirildi, 1934’te “katıksız Türkçe soyadı” zorunlu hale getirildi, 1937-38’de Dersim’de canlara kıyıldı, 6-7 Eylül 1955’te Hıristiyan inançlılar katledilirken malları yağmalandı, 60 ve 70’li askeri cunta yıllarında insanlar idam edildi, 1 Mayıs 1977’de emeğin bayramı ülkenin tarihine kanla yazıldı, 1978’de Sivas’ta ülkenin değeri aydınlar ortaçağın engizisyon uygulaması örneği ateşe atıldı, 1978’de Kahramanmaraş’ta, 1980’de Çorum’da Alevilere vahşet uygulandı, 12 Eylül 1980 askeri cunta döneminde ‘asmayalım da besleyelim mi’ anlayışıyla gençlere kıyıldı, insanlık suçu işkence uygulandı… Bitmedi; 2011’de Roboski, 2015’te Suruç, Ankara Garı katliamları… Ve Deniz Poyraz…

Ülkemiz, insanlarının barışık olmadığı, giderek kutuplaştırıldığı, yaftalama konusunda (Çerkes hain, Kürt bölücü…) ezberler silsilesinin sonucu farklılıkları nedeniyle güvercin tedirginliğinde yaşadığı bir ülke oldu.

2002’den beri ülkeyi yöneten AKP, 2009’da “Demokratik açılım”dan söz etmişti. Aslında bu cumhuriyet tarihi boyunca demokrasi konusunda bir ilerleme kaydedilemediğinin açık itirafıydı. Gezi isyanı sonrası iktidarın tektipçi devletin cümleleriyle konuşmaya başladığını da hatırlayalım.

Yaşamın her alanıyla ilintili olan demokrasi, etnik kimlik ve inanç sorunuyla da doğrudan ilintilidir. Her şart altında eşitlik temelinde değerlendirilmesi gereken sorunda, kültürel-demokratik haklar olmadan özgürlükten söz edilemez.

Diğer yandan kimlik ve inanç mensuplarının kendi gelecekleriyle ilgili kararları başkalarına bırakmaması, siyasallaşması, siyasetin bilinçli ve aktif öznesi olması önemlidir.

“Demokrasi Konferansı” sürecinde; farklılıklarıyla yan yana, eşit, özgür, kardeşçe ve barış içinde yaşamak isteyen halklardan ve inançlardan insanlar bir araya geldik. İnsanca ve onurlu bir yaşamı; Anadolu ve Mezopotamya, Balkanlar ve Kafkasya’nın tüm kültürel zenginliği içinde, dillerimiz, inançlarımız ve kültürlerimizle beraber var etmek isteğimizi net olarak belirttik.

Resmi ideoloji ve iktidarlar tarafından yok sayılmanın; asimilasyon, aşağılama, inkâr ve imha politikalarının karşısında bugüne kadar ‘Biz varız’ demiştik. Kültürümüzü, dillerimizi ve inançlarımızı bugüne kadar kendimiz savunmuştuk. Halklar ve inançlar olarak bir araya geldikçe birbirimizden öğrenmiş, kendi kimlik ve inançlarımız kadar yanıbaşımızdakilerin de taleplerinin savunucusu olmaya önem vermiştik.

Halkların, inançların, kültürlerin haklarıyla; emeğin, doğanın, kadınların hakları ortak olduğunu biliyorduk. Halklar ve inançlar olarak, eşit, özgür, kardeşçe ve barış içinde bir yaşamın yolunu, bu toprakların hak mücadelesi veren tüm toplumsal kesimlerle birlikte aramak için konferansı önemsedik.

Dili, kültürü, inancı için mücadele etmek isteyenlere çağrı yaptık. Nasıl bir ülke istediğimizi bu toprakların tüm halklarından ve inançlarından insanlar olarak birlikte konuşmaya çalıştık. Ortak taleplerimizi belirlerken, yarının insanca, onurlu, kardeşçe yaşamı için savunacağımız değerlerimizi ortaya koymaya çalıştık.

Onurumuzu, dilimizi, kimliğimizi, kültürümüzü, inançlarımızı özgürce geliştirebileceğimiz koşulları yaratmak, halklar arası kardeşlik ve dostluğu bugünden topraklarımıza egemen kılmak, gelecek nesillere tarihi ve kültürüyle barışık bir ülke bırakmak istiyoruz. Topraklarımızdaki tüm kültür, kimlik, dil, din ve inançların varlığını kabul eden, eşit yurttaşlık temelinde, halkların ve inançların demokratik ve kültürel haklarının anayasal güvence altına alındığı bir ülke, kalıcı ve onurlu bir barışın anahtarı olacaktır.

Çalışma alanlarınızda öne çıkan talepleriniz nelerdir?

Aslında bu iktidardan bir talebimiz yok bizim. Bizler nasıl bir Türkiye’de yaşamak istediğimizi ifade ediyoruz ve bir cümle ile ifade edin derseniz, “Eşit yurttaş olacağımız demokratik, laik bir ülke için mücadele ediyoruz”.

Dünyanın derin insanlık krizleri yaşadığı günümüzde, pek az ülkenin sahip olduğu zengin kültürel mirasımıza sahip çıkmak, zamanında topraklarımızda tohumları atılmış ortak iyilikleri yeniden yeşertmek istiyoruz.

Bu toprakların hak mücadelesi veren tüm toplumsal kesimleriyle birlikte, coğrafyamızdaki bütün kimlik, inanç, kültür ve anadillerin varlığını kabul eden; kimliklerin, kültürlerin ve inançların tüm renkleriyle gelişebileceği eşit, özgür, kardeşçe ve barış içinde bir yaşamın yolunu arıyoruz.

Vatandaşlık tanımıyla işe başlayabiliriz: Hiçbir etnik kimliğe ve inanca ayrıcalık tanımayan, şiddet ve nefret dili dışında düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik bütün yasakları kaldıran bir yaklaşımla yola çıkabiliriz.

Demokratik ve kültürel hakları anayasal güvence altına alan; tektipleştirmeye çalışmayan, hiçbir halkın kimliğinin, inancının, kültürünün ve anadilinin ötekileştirilmediği, adaletin hüküm sürdüğü demokratik bir Türkiye’yi hayata geçirmek istiyoruz.

Bu kadim toprakların çocukları olarak, farklılıklarımızın zenginliğimiz olduğunu; tüm farklılıklarımızla birlikte, kardeşçe yaşayabileceğimizi tecrübeyle biliyoruz: Yüzyıllarca birbirimizi tanıyarak ve anlayarak; çok dilli, çok kültürlü, onurlu ve özgür bir toplumu var edebildik. Birlikte yaşamak, bizim doğalımızdı.

Bu doğallığı, egemen zihniyet bozdu. Bu sürecin tersine çevrilebileceğine samimiyetle inanıyoruz: Bugünden sonra bulunduğumuz alanlarda birbirimize dokunarak, ortak değerlerimiz üzerinden birbirimizden güç alarak, en önemlisi de toplumun yarısını teşkil eden kadınların sosyal, siyasal ve toplumsal hayattaki yerini sağlamlaştırarak ve kadınların hazırlayacağı yol ve yöntem öncülüğünde başka bir dünyayı mümkün kılabiliriz.

Ayrımcılığa, asimilasyon politikalarına ve nefret söylemlerine karşı kadın-erkek birlikte mücadele ettiğimiz gibi, anadillerimizde eğitim görerek, laik bir ülkede inançlarımızı kardeşçe yaşayabiliriz.

Eşit yurttaşlığı, halkların ve inançların demokratik ve kültürel haklarını güvence altına alan bir Anayasa, kalıcı ve onurlu bir barışın anahtarı olacaktır. Ülkedeki bütün etnik ve dini unsurların eşit bir statüde aidiyetlerinin gereklerini, inancını, inançsızlığını, kültürel değerlerini iktidarların baskı ve dayatmalarına maruz kalmadan yaşayıp geliştirmeleri için maddi ve manevi ortam ve imkânlar oluşturabiliriz.

Kimliklerin – kültürlerin taşıyıcılığı, insanlık tarihinin ortak mirası anadilleri sayesinde olur. Türkiye coğrafyasının bütün anadillerini korumak, yaygınlaştırmak, yaşatmak için bütün imkânları seferber etmeliyiz.

“Kin ve nefret suçları”nın tanımını, bütün kültürel, etnik ve dinî aidiyetleri kapsayacak şekilde tavizsiz genişletmeli, bu tür suçları anayasal hükümle önlemeliyiz.

Kutsallar istismar edilmemeli, bir grubun diğer gruba karşı kullanabileceği bir imtiyaza dönüştürülmemeli, bu anlamda devlet yönetim mekanizmalarından çıkartılmalıdır. İktidar yapısının yatay bir ilişkilenme ile etnisite veya din gözetilmeksizin, ehliyet ve liyakat ölçüsünde kadrolaşmasını esas almalıyız.

Bu topraklarda etnisite ve din ayrımcılığına dayalı pek çok acı yaşandı. Bu acıların bir daha yaşanmaması, daha eşitlikçi, daha özgür bir toplum için yasal düzenlemeler yapmalı, cesaretle geçmiş ile yüzleşip geleceğe dair yeni bir vizyon ve misyon belirlemeliyiz.  

Bütün bu taleplerin gerçekleşmesi, omuz omuza, birlik içinde kenetlenmemizle mümkündür.  Demokratik bir ülke için programımızı oluştururken, bütün halklardan ve inançlardan kişileri, kurum temsilcilerini, inisiyatifleri, bu çalışmayı birlikte daha da zenginleştirmeye çağırıyoruz.

İnsan değerleriyle, haklarıyla insandır. Bu güzel yürüyüş, farkındalıkla başlar: Farkında olan, farklılıkların değerini bilir, korur ve sorumluluk üstlenir.

Geleceğimiz için bir araya gelecek, özgür bir yaşamı birlikte inşa edeceğiz.