Cellâdın Evinde İpten Bahsetmek

Kılıçdaroğlu zaman zaman videolar çekiyor, bu videolarda başta gençler olmak üzere gidişattan rahatsız olanları itidale çağırıyor. “Sakin olun” diyor, “ben size ‘vallahi de billahi de’ tüm haklarınızı vereceğim”[1]. Kılıçdaroğlu Boğaziçi kalkışmasını da doğru bulmamıştı, diğer başka eylemleri de. Kılıçdaroğlu “bana bırakın” diyor. “Güçlendirilmiş parlamenter sistemle hepsini çözeceğiz” diyor.

Bir AKP/MHP sonrası döneme “yumuşak” bir geçişin yolları döşeniyor ve ülkedeki birçok gelişme bununla bağlantılı. Egemen sınıfların bu yumuşak geçiş kurguları, kurguladıkları gibi gider mi gitmez mi bilinmez. Öfkeli halk kitleleri buna nasıl tepki verir bilinmez. Sosyalistlerin müdahalesi ne şekilde olur o da bilinmez. Ve Erdoğan/Bahçeli koltuğu bırakır mı, yumuşak bir geçişin koşulları var mı, yok mu o da bilinmez. Çünkü bu kurguyu bozan büyük bir suç dosyaları yığını var ve bu suçların hesabını sormaya niyetli milyonlar var. Bu duygusallıkla açıklanabilecek bir öfke değil. İş güvenceleri yok edildi, toplumun örgütlenmesi dağıtıldı. Derin bir yoksullukla karşı karşıya kalındı. İnsanlar işsiz kaldı, yoksullaştı, intihar ettiler ya da yaşamları alt üst oldu. Cihatçı çeteler silahlandırıldı ve Suriye’de soykırım tanımına girebilecek suçlar işlendi. Kamusal mallar yağmalandı, peşkeş çekildi. Roboski’de, Cizre’de, Sur’da, Gezi’de, Soma’da, Ermenek’te cinayetler işlendi. On binlerce Kürt siyasetçi cezaevlerine dolduruldu. Hukuk sistemi bu kapitalizm+cinayet rejimine göre dizayn edildi. Kadın cinayetleri teşvik edildi. Doğal alanlar yağmalandı… Suç dosyaları buraya sığdırılmayacak kadar kabarık.

Bu büyük yıkım tablosu karşısında Kılıçdaroğlu, Akşener, Davutoğlu ya da Babacan’ın, kısacası düzen içi muhalefetin hepsinin diline yansıyan öz, geçmişi yumuşatma, hafifletme, silikleştirme eğilimidir.  Bu ortak çabanın muradı belli. Katledilenler, aşağılananlar, ezilenler, düzenden yumruk yiyenlerin bellekten yoksun bırakılmaları isteniyor. Bu “marazi” unsurların ellerinde kalan tek şey olan hafızaları yok edilmek isteniyor. Sonrası mı? Pürü pak bir yeni düzen.

Despotizm Erdoğan ve Bahçeli’den Menkul Bir Şey mi?

İster adına restorasyon diyelim, ister yeni konsolidasyon diyelim, iktidara aday güçlerin bohçasında bir geriye dönük yenilenmeden başka bir şey yok. Geriye dönük yenilenmeden ne kastettiğimizi biraz açmamız gerekiyor.

İçinde bulunduğumuz sürecin birçok aktörü var. Devlet var, sermaye var, işçi sınıfı ve diğer halk kesimleri var. Tek yanlı bir süreç söz konusu değil elbette. Egemen sınıflar kategorisindeki sermayedarların ve devlet aygıtını yöneten bürokrasinin bugüne kadarki ilişkisel bir şekilde gelen varoluşları canlı bir bütün olan kapitalist işleyişi var eder.

Devlet ve sermaye arasındaki ilişkinin indirgemeci bir yorumu bize devletin pürü pak bir şekilde sermayenin güdümünde olduğunu söyler ama bu böyle değildir ve bu iddia devletin kendine özgü varoluşunu göz ardı eder.

Sermayenin irileşmiş kesimlerinin uluslararası sisteme entegrasyonu en azından 1970’lerden beridir gözlenmekte olan bir şey. Bu entegrasyon beraberinde hem sermayenin hem de devletin içsel mimarisinin değişmesini, sermaye ve devlet arasındaki ilişkinin zaman içerisinde farklılaşmasını gerektirdi. Aslında bugün yaşadığımız çoğu şeyin bununla bağlantısı var. Sermayenin somut hareketleri ile bu hareketlerin ihtiyaçlarının dönüşümünün birer ürünü olan birçok olgu ile karşılaşıyoruz. Sermayenin entegrasyonu evvela daha serbest hareket edebileceği bir alanı gerektiriyordu. Kemalist dönemin devlet fideliğinde yetişme ve “sınırlarını bilme”, bilmediği zaman darbelerle ehlileştirilme (bkz 27 Mayıs) dönemi, birikimin ulaştığı boyut sebebiyle sürdürülemezdi.

Zaten otoriter bir siyasi rejimle doğan Türkiye Cumhuriyeti’nde, 12 Eylül darbesi sonrasında, yürütme aygıtının neoliberalizme uygun bir şekilde dönüşümü hedeflenmişti. 1990’lı yılların istikrarsızlığının ardından iktidara gelen AKP, sermaye fraksiyonlarının desteğini alarak, 1980’li yıllardaki otoriter neoliberal dönüşümü ileri taşıdı. Ancak sonraları attığı her adım, kurduğu rejime “otoriterlik” nitelemesinin yetmediği bir biçim kazandırmaya başladı. 2007’deki Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu değişikliği, 2008 Ergenekon operasyonu, 2010’da kurulan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı ile polis ve MİT teşkilatlarının iç içe geçirilmesi, yine 2010’da anayasa oylamasıyla HSYK ve AYM düzenlemeleriyle üyelerin belirlenmesinde yürütme aygıtına tanına geniş ayrıcalık, 2014’te gerçekleştirilen yargı düzenlemeleri, aynı yıl MİT ile ilgili yapılan düzenlemeler (Hakan Fidan/cemaat olayını hatırlayalım), 2015’te Gezi’nin yarattığı büyük korku sonrası kabul edilen İç Güvenlik Paketi,  2016’da olağanüstü halin ilan edilmesi[2], 2017’de başkanlık sisteminin oylanması, 2018’de başkanlık sisteminin yürürlüğe girmesi ve olağanüstü halin olağanlaşması, 2019 Bekçiler Kanunu ve diğerleri…

Bütün bu dönüşümler keyfi olarak yapılmadı. Burada bir iç mantık vardı, bir ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç salt sermayenin “emriyle” ya da ricasıyla yapılmadı; onu da içine alan ama aynı zamanda devletin temsil ettiği despotik geleneğin, kendisi de bir varoluş biçimi olarak devletin sermayenin dönüşümüne ayak uyduracak bir şekilde yeniden tesisine dayalıydı. Hem sermayenin ihtiyaçları karşılandı hem de devletin içsel mimarisi bu ihtiyaçları ve kendi varoluş ihtiyaçlarını gözetecek şekilde yeniden biçimlendi. Bu süreç halen devam ediyor elbette.

Marx,  Louis Bonaparte’ın 18 Bruimare’i kitabında devlet aygıtının sermaye ilişkileriyle birlikte dönüşümünü halen geçerli olan şu harika tespitlerle betimlemişti:

“Askeri ve bürokratik muazzam örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet mekanizması ile, yarım milyon insandan bir memurlar ordusu ve bir ikinci beş yüz bin askerlik ordusu ile, bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı, mutlak krallık döneminde, devrilmesine yardım ettiği feodalitenin sona erişinde meydana geldi. (…) Napoléon, bu devlet mekanizmasının yetkinleşmesi işini tamamladı. Meşru monarşi ile temmuz monarşisi, bunu, ancak, iş bölümü burjuva toplumu içinde yeni çıkar grupları yarattığı ve dolayısıyla da devlet yönetimi için yeni bir malzeme doğurduğu ölçüde, gitgide artan daha büyük bir işbölümü eklediler. (…) Sonunda, parlamenter cumhuriyet, kendini, devrime karşı savaşımında baskı önlemleri ile hükümet iktidarının eylem olanaklarını ve merkezleşmesini kuvvetlendirmek zorunda gördü. Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Art arda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar.” [3]

AKP de kendisinden önceki iktidarların git gide yetkinleştirdiği bu devlet aygıtını aldı ve onu yetkinliğinin neredeyse zirvesine taşıdı. Bu basit bir otoriterleşme değil, geri dönüşü olmayan bir yoldu. AKP döneminin tersinmez dönüşümleri bu yüzden kilit bir noktada. Devlet önünü açsın, sermaye ihtiyaç duyduğu enerjiyi elde etmek için İkizdere’yi yağmalasın. Devlet önünü açsın, sermaye ihtiyaç duyduğu rekabet gücünü kurulan vahşi çalışma rejiminden elde etsin. Devlet önünü açsın, sermaye ihtiyaç duyduğu patriyarkal ilişkileri yeniden ve yeniden üretsin. Bunların hepsi AKP devriminin temel taşlarıdır. Bunların hepsi toplumun yeniden üretiminin merkezindedir. Bunların hepsi egemen sınıfların olası bir yumuşak geçişte AKP ve MHP sonrasına kalacak olan kazanımlarıdır. Gidişatı sadece sermaye gelişimi açısından okursak karşımızda koşulsuz bir sermaye enstrümanı olan devleti görürüz. Ama böyle bir okumada, bir noktayı kaçırmış oluruz: Devletin kendisini yeniden tahkim etmek için duyduğu dönüşüm ihtiyacı. Evet, sermaye çıkarları ile el ele giden ama kendi sermayesini (insan ve mali kaynak) de yeniden üretmek zorunda olan despotizmle damgalanmış aygıtı kaçırırız. Kısacası devletin kendi kodları, özgünlüğü, despotik özü, sermayenin güncel somut hareketleri ile birbirini aşıladı. Bu aşılama ve ortaya çıkan yeni mutasyon sermaye ve devletin dokunduğu her alanda geniş homurtuların yükseldiği bir toplumsal gerçeklik doğurdu. Gezi, öncesi ve sonrasındaki karşı çıkışlarıyla birlikte düşünüldüğünde, bu dönüşüme itiraz edenlerin ifadesi idi. Bu ifade ediş, bundan yaklaşık yüz yıl önce biçimlenen tarihsel bloğun karşısında, güncel ihtiyaçlar etrafında kümelenmiş bir özneleşme yarattı.

İşte bu yüzden egemen sınıflar ile halk güçleri arasında git gide büyüyen canlı bir çelişki söz konusudur. Bu hoşnutsuzluk yer yer isyanlara dönüşebiliyor ve bu konjonktürel ya da iktidarın yönetme becerisine sahip olamamasından kaynaklanan bir durum değil. Tarihsel bir sıkışma bu. Bu sıkışmanın basit bir yönetim numarasıyla ya da geçici tedbirlerle ortadan kaldırılması mümkün değil. Aslında bakarsanız kitleler bir devrime yazgılı. Bu gerçekleşir mi bilemeyiz, müneccim değiliz. Ama bu sıkışma ancak ve ancak halkın öznesinin olduğu bir dönüşümle aşılabilir.

Kirli Çamaşırları Kim Saçıyor?

Şimdi bu çelişkiye kısa bir ara verelim ve bugünlerde herkesin en çok konuştuğu konuya değinelim. 10 bölüm olması planlanan “Sedat Peker Dizisi”nin bölümleri ardı ardına ortama düşüyor. “Kapanma günlerinde ne izlesek?”  sorusunu soran milyonlar tarafından her detayı yorumlanarak izlenen dizide, iktidarın aslında herkes tarafından bilinen birçok suçuna dair birçok ayrıntıyı, bir başka suç ortağı tarafından bizzat anlatılıyor.

Sedat Peker’in hangi objeyle neleri anlattığı tartışıladursun, Sedat Peker’i kim neden konuşturuyor ve gelecekte bu ifşaların nelere yol açabileceği bizim asıl odaklandığımız konu olsun. Bu konuda öncelikle birkaç soru sormakta yarar var. Devletin bu kadar içerisinde olan bir isim nasıl oluyor da bir istihbarat alıp elini kolunu sallaya sallaya ülke dışına kaçabiliyor? Kaçtığı ilk bölgenin Balkanlar olduğu ve MİT’in Balkanlar’daki etkinliği önceki Fethullahçılar operasyonuyla bilinen bir şeyse şayet, şahıs nasıl olur da “paketlenmeden” orada korunabiliyor ve dahası bu videoları rahatça çekip iktidarın kirli çamaşırlarını ifşa edebiliyor? Son olarak Sedat Peker gibi korkak bir şahıs, AKP/MHP/Ağar koalisyonunun kirli işlerini ifşa edecek cesareti nereden buluyor? Belli ki Sedat Peker’in sırtını dayadığı koruyucu bir güç var. Bu gücün ne olduğu konusunda yorum yapmak spekülatif olacaktır ama bildiğimiz Sedat Peker bir yandan sırtını dayadığı güçler sayesinde öç alırken diğer yandan kendisini bilinçli bir şekilde kullandırıyor.

Aynı dönemlerde ülke içerisinde üst üste yolsuzluk skandalları patladı ve Latin Amerika merkezli Türkiye’nin olağan şüpheli olduğu kokain operasyonları gerçekleşti. Ülkede şu anda en çok konuşulan konuların başında bunlar geliyor.

Sedat Peker videoları devletin içerisinde bulunduğu krizi de derinleştirdi ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu da oldukça zor durumda bıraktı. Mafya-Devlet ilişkisi, aslında zaten bilinen ve aşina olunan bu ilişki, sıkça dile getirilmeye başlandı. Bundan sonra olaylar çok hızlandı. Birçok anket yapılıyor, Erdoğan öncülüğündeki koalisyonun kan kaybettiği anket sonuçlarıyla ortaya konuyor. AKP cenahında çatlak sesler yükseliyor, dönüş hızı artınca savrulmaların da hızı artıyor. Örneğin Anadolu Ajansı muhabiri Tarım Bakanı’na “Soylu AKP’den daha mı büyük?” diye sorma cesaretini bulabiliyor. Parti içerisinde eski isimler de video çekme trendine uyarak kendilerini bizlere aklama gayretinde bulunuyorlar. Vs vs.

Muhalefetin de gündemi elbette Peker ve “meğerse ne kadar kirlenmiş” dedikleri bu yıpranmış düzen oluyor. “Bakın bunlar mafya ile, çetelerle, kirli iş tutan kişilerle bir araya gelmişler” deyip temiz toplum, temiz düzen odağı yaratmaya çalışıyorlar. “Her tarafından pislik akan” düzeni değiştirmek için, çözümün düzene bir format atmak olduğundan geçtiğini anlatmaya çalışıyorlar.

Asıl çelişki gizlenerek yolundan sapmış bireylerden oluşan bir suç çetesi marjinalize ediliyor ve ama bu suç çetesinin kurumsallaştırdığı rejim ve onun çelişkileri göz ardı ediliyor. Halkın salgın, işsizlik, yoksulluk, iş ve kadın cinayetleri, Kürt sorunu, demokrasi sorunu gibi acil yakıcı gündemlerindeki öfkesini başka bir odağa, “yolundan sapmış bir iktidar” odağına yönlendirme çabası. Paranoyakça bir şey değil, öfkeyi kanalize etme yöntemi. Bir yandan iktidardaki koalisyonu sıkıştırma, zayıflatma ve ehlileştirme, diğer yandan kitlelerdeki öfkeyi kontrol etme hesaplarının olduğu bir odaklama çabası.

Cellâtların İktidarı

Frankfurt Enstitüsü’nün Nazi iktidarı sonrası yaptığı grup çalışmalarında faşizmin kitleler nezdinde tam olarak yok olmadığını ve faşizmin belli bir kitle tabanına halen sahip olduğunu ortaya koyan çalışmalarına karşı, dönemin muhafazakâr bir psikoloğu olan Peter Hofstätter bir faşist ideoloji mirası olmadığını ileri sürer ve kitlesel bir hıncın söz konusu olmadığı belirtir. Hofstätter, Frankfurt Enstitüsü’nün bu çalışmasını “sosyolojik analistin gocunması” olarak tanımlar.[4] Theodor Adorno 1959 yılında yaptığı “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?”[5] başlıklı, geçmişi unutturma girişimlerine değindiği bir konferansında, bu tartışmaya atıfta bulunur ve şöyle der:

Aslında haksızlığa uğrayana yaraşan, her şeyin unutulup bağışlanmış olması tavrı, o haksızlığı işleyenlerin yandaşlarınca ortaya konmaktadır. Bilimsel bir tartışma yazısında bir kez şöyle demiştim: Cellâdın evinde ipten söz etmemeli, yoksa insanın kin beslediği sanılır.[6]

Bağlam çok farklı olabilir, bizde başarıya ulaşmış bir faşizm henüz olmadığı gibi yenilmiş bir faşizm de henüz söz konusu değil elbette. Ama aynı olan şey şu: Bir rejimin mağdurlarına, üstelik halen canlı kanlı ayakta olan bir rejimin mağdurlarına, cellâtlarının evinde olan halk kitlelerine, “ipten bahsetmeyin” demek. Şimdi AKP/MHP sonrasına hazırlanan düzen içi muhalefet güçleri, tepeden tırnağa saldırgan bir şekilde örgütlenmiş bu rejimin altında inim inim inleyen halka “aman sakin olun, kin beslemeyin” diyorlar. Bu rejimin esas çelişkilerini gizliyorlar, görünmez kılmaya çalışıyorlar. Bu rejimin halkın tüm kesimlerine düşman niteliklerini “güçlendirilmiş parlamenter sistem” örtüsüyle örtmeye çalışıyorlar.

Bu örtme çabası tutar mı, tutmaz mı göreceğiz. Bu tarihsel sıkışmada egemen sınıfların manipülatif geçiş stratejilerine karşı halkın öz çıkarlarını dillendirmenin ve bunları siyasal bir program etrafında buluşturmanın önemi büyük. Çürüme, yolsuzluk vb. konularda hangi çerçevede hareket ettiğimizi bilmek kaydıyla elbette söz söylemeli ve bunun teşhirini yapmalı, buna bir itiraz yok. Ama kimin evinde olduğumuzu unutmamamız ve her seferinde ipleri gündeme getirmemiz kaydıyla.

[1] https://twitter.com/kilicdarogluk/status/1391880570628608003

[2] Şebnem Oğuz, Yeni Türkiye’nin Siyasal Rejimi başlıklı makalesi için Bkz., “Yeni” Türkiye? Kapitalizm, Devlet, Sınıflar, SAV Yayınları, Derleyen Tolga Tören-Metehan Kutul, İstanbul, 2016, s. 81-127.

[3] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, İletişim Yay,  çev. Tanıl Bora, İstanbul, 2010, s. 160-161.

[4] Bkz. Theodor Adorno, Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri ve Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir? Çev. Şeyda Öztürk ve Tarhan Onur, Metis Yay. 2020, s. 60 dipnot.

[5] A.g.e. s. 60-61 dipnot.

[6] A.g.e. s. 60.