Labirentten Çıkış Mümkün Mü? 

“Gelecek ya bizim olacak ya da ortada gelecek diye bir şey olmayacak”  diyordu Führer’in Propaganda Bakanı Goebbels. On dokuz yıldır iktidar koltuğunda oturan, tüm ve belki de tek stratejilerini kendi bekaları üzerine yaslayan Erdoğan AKP’sinin de iktidarda kalabilmek için ana parolası bu. 

Her ne kadar en az Goebbels kadar, belki ondan daha büyük bir söylem gücüne sahip olsalar da, sahip oldukları güç alanı Goebbels/Nazi Almanyası ile karşılaştırılamayacak düzeyde. Ellerindeki tek sermayeleri yalan olunca, içerisinde debelendikleri siyasi erozyonu bertaraf edebilmek için propaganda araçlarına sımsıkı sarılmaktan başka da seçenekleri kalmıyor. Bu yüzden de maddi olarak yönetemedikleri süreci soyutlayarak, algı yönetimiyle işin içinden çıkmaya çabalıyorlar. 

Koalisyonun Olmazsa Olmazı: Kriz Politikası 

Malumunuz, Ayasofya’nın “fethi”, Karadeniz’de doğalgaz “keşfi”, Doğu Akdeniz, Libya “seferleri” bir nebze işlevli olsa da nihayete erdirilemeyen hamleler arasındaki yerlerini almış oldular. Gare operasyonundan da hesapladıkları beka konsolidasyonunu yaratamadılar. 

Ekonomide ve yargıda reform, sivil anayasa, insan hakları eylem planı söylemlerinin de toplumsal bir karşılığı olmadı. 

Ardı ardına yapılan HDP kapatma davası, İstanbul Sözleşmesi’nin feshi, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun tutuklanması, Taksim Gezi Parkı’nın İBB’den alınıp vakfa devredilmesi, Kanal İstanbul’un devlet garantisi altına alınması hamleleri, işçi direnişlerine ve Boğaziçi direnişiyle bir adım öne çıkan öğrenci gençliğe yönelik saldırılar ise reform adı altında faşizmin kurumsallaşması hamlelerinin somut tezahürleri olarak belirginleşiyor. 

Faşizmin inşasında darbe niteliği taşıyan çok yönlü ardışık hamleler sıradanlaştırılarak, her cephede taarruz politikasıyla, yeni bir aşamaya geçebilmenin sınırlarını zorluyorlar. 

Var kalabilmek için başka çareleri de yok. O yüzden de hem içeride hem dışarıda sürekli savaş haline ihtiyaç duyuyorlar. Devlet şiddetini tümüyle serbest bırakarak, sürekli şiddet, baskı ve gerilim hattını kışkırtarak yol almaya çalışıyorlar. 

Kırılgan Halka İktidarın Ta Kendisi 

On dokuz yıldır tutundukları ana argüman olan “güven ve istikrar” geçtiğimiz haftalarda gerçekleştirilen 7. Olağan Kongrelerinin de sloganıydı. Propaganda meşalesini “güven ve istikrar” söylemleriyle yeniden harlayarak tazelemek istediler. Ne var ki bu slogan, belki de tarihlerinde ilk kez bu denli en  zayıf karınlarını oluşturuyor. Zira ortada ne güven var ne de istikrar.  

Devletin bekası propagandaları artık topluma yedirilemiyor, soyut güven ve istikrar söylemleriyle toplumsal rıza yaratılamıyor. Meşruiyetleri krizde, güvensizlik ise en kırılgan zeminleri. 

Kriz derinleşirken, ekonomi ve salgın yönetimindeki fiyasko, toplumsal tabandaki tepkilerin her geçen gün arttığı, her an tabandan doğabilecek bir patlamanın yaşanabileceği ciddi bir politikleşme ahvaliyle birlikte seyrediyor. 

Hal böyle olunca da pandeminin sınıfsallığının yarattığı basınçla, sınıfsal çelişkilerin daha da keskinleştiği ve iktidar mücadelesinin giderek daha açık bir sınıf mücadelesine dönüştüğü kritik bir kavşak şekilleniyor. 

Emekçiler, kırmızıya dönen salgın haritasında her gün ölüm istatistiklerinde bir sayı olarak yerini alırken, servet zenginleri salgın sürecinde servetlerine 4 trilyon dolar daha katmış oldu. 

Dünyanın en zengin 20 milyarderi, bir yıllık pandemi sürecinde 742 milyar doları daha kasasına ekledi. Türkiye’nin en zenginleri listesine daha evvel adını bile duymadığımız yeni isimler dâhil oluverdi. 

Pandemi koşullarında birileri yoksullaşırken, birileri zenginleşmeye devam etti. Zenginlik de yoksulluk da fıtratmış gibi sıradanlaştırılırken, zenginliği ve yoksulluğu sorgulamak devlet eliyle yasaklandı. 

Öyle ki, son iki yılda Merkez Bankası’nın döviz rezervlerindeki eksilmenin toplamı olarak ifade edilen “128 milyar dolar” nerede diye sormak, suç unsuru ilan edildi. Halkın vergilerinden biriken kaynağın nasıl, nereye harcandığını sorgulamak “vatan haini” olmakla eşleştirildi. 

Türkiye’de yandaş şirketler ve kamu ilişkisi ayan beyan ortadayken, devlet ilişkilerinin kimlere nasıl işlediği, pudra şekerli Hamza Kürşat Ayvatoğlu vakasında bir kez daha herkesin bildiği sırlar misali ortalığa saçılırken, iktidarın siyasi meşruiyetinin sorgulanması hali, sistemden kopuş emarelerinin güçlenmesiyle vuku bulur oldu. 

İktidar koalisyonu, bir yandan yeni seçim yasası hazırlıklarıyla seçim aritmetiğinde başta HDP olmak üzere muhalefeti devre dışında bırakma hesapları yaparken, bir yandan Kürt bölgelerinde biteviye bir operasyonel hamle ve de muhalefete yönelik sistematikleşen tasfiye politikalarıyla yol yürüyor.  

Bir yandan ise Hakan Altun’un “Telefonun Başında Çaresiz Bekliyorum” şarkısı eşliğinde ABD ile nikâh tazeleme arayışları sürdürülüyor. 

İçeride ve dışarıda yaşanan sıkışmışlığın yarattığı basınçla, ABD ve AB ile uluslararası denklemde yeni dönem stratejisine uygun ılıman politikalar gütmeye çalışıyorlar. Montrö bildirisi ile gelişen süreç bunu bir kez daha açığa çıkarmış oldu. 

Montrö bildirisi ile kısmen uzun zamandır aradıkları mağduriyet propagandası argümanını bir gecede buluvermiş ve devletin bekası çatısı altında darbecilik söylemini yükseltebilecekleri bir aralık yakalamış gibi oldular. Ancak ne var ki, iktidarın azalan desteğini yeniden tesis edebilmek için sıkça başvurduğu “darbe yapacaklar” söylemine artık inanan pek kimse kalmadı. Öte yandan, bizzat Erdoğan’ın yaptığı Montrö açıklamalarında kullanılan düşük tonlu söylem, kendi güçlerinin sınırlarına gelindiğinin de ayırdında olduklarını pekala göstermiş oldu. Zira egemenler arası savaş derinleşirken, Montrö ile yaşanan gelişmelerle, devlet krizini iyiden iyiye tetikleyen bir sürecin de fitili atılmış oldu. 

Halkçı İmkâna Odaklanmak 

Kuşkusuz, her an her şeyin olabileceği kaotik bir siyasal zeminin üzerinde konumlanıyoruz. İktidar koalisyonu da bu kaotik zemini kendi lehine devşirecek bir dizi hamle ile labirentten çıkış için yol arayışında.  

Ancak devletin tüm aygıtları ve imkanlarını sonuna değin kullanmalarına rağmen, kadir-i mutlak bir oyun kurucu aktör pozisyonunda değiller. Daha çok deneye yanıla yol alıyorlar. Hatta daha ötesinde hareket halinde olan devlet içi kriz dinamiklerinden kaynaklı ciddi bir bütünlük ve asabiyet kaybı içerisinde oldukları da anlaşılıyor. 

İktidar, işte bu kriz cenderesi içinde “algı yöneterek” yol almaya çalışıyor. Ancak faşist rejimin inşası karşısında, faşizmin sürtünme noktaları irili ufaklı direniş ve dirençlerle hareket halinde. 

Gelinen aşamada, her türlü itirazın, küçük bir tepkinin yahut diri bir meydan okumanın önemi giderek artıyor. Klasik jargonla, pergeli “somut durumun somut tahliline” koyarsak, içerisinde bulunduğumuz maddi koşullar, her türlü olasılığa gebe ve olasılıklar içerisinde de tarihin nadir anlarında beliren büyük fırsatlara. 

O fırsatların kapısını çalmak, çoklu krizler denkleminde kendi fırsatlarını gören ve yaratan bir mücadele stratejisinde ısrar ile mümkün olacak, olasılıklarda kimin galip geleceğini ise güç ilişkileri belirleyecek. 

O güç ise, ancak, bugün halkın tabanda yaşadığı gerilim ve kendiliğinden çıkışların bir politik özne ve somut programla buluşması ile mümkün olacaktır. Başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilenlerin gerçek dertlerini merkezine alan, toplumda biriken potansiyel enerjiyi siyasallaştırarak maddi bir harekete çevirecek bir programla. 

Dolayısıyla, siyaseti ve güç merkezini günün koşullarına göre güncelleyen ve yeniden tarifleyen bir siyasi hat oluşturmaya odaklanmak elzem. Bu odaklanmayı yaratabilmek için ise bir ufuk taramasına ihtiyacımız var. 

İktidarın Alternatifi İktidarın Laciverti Midir? 

Malumunuz, 90’lı yılların sonu itibariyle, birileri tarafından “tarihin sonunun geldiği” ilan edilivermişti. O ilan ki, kapitalizmi ezeli ve ebedi bir gerçeklikmişçesine kazıyıverdi insan beynine. 

Öyle ki bu ilan, hâkim düşünüş halini alıp yerleşikleşti. Lakin bugün kapitalizmin yaldızlarının insanların gözleri önünde bir bir dökülüvermesi, o hâkim düşünüşü temelinden sarstı, ki sarsıntı devam etmekte. 

İşte tam da, kapitalizmin kriz içerisinde sarsılıp zorlandığı bir dönemde siyasal ufku ve ütopyayı yeniden düşünmek gerekiyor. Çünkü tarihin sonunun geldiğini düşünebilenler, kapitalizmin sonunun geldiğini pek de gerçeklik zeminine oturtamayabiliyor ne yazık ki. Bunun böyle olması için elbette, tarihsel ve güncel çokça argüman ve de kurumsallaşmış düzlemler var. Siyasal alan başlı başına o kurumsallaşmaya içkin. Düzen içi muhalefet ise işte tam da bunun için var. Alternatifi alternatifsizleştirmek, ufku muğlaklaştırıp; arayışı, arzuyu ve istenci törpülemek için. 

Bundandır ki, siyasetin de öznenin de ufku daralmış durumda. Kapitalizmin gündelik yaşama dayattığı yerleşikleşen düşünce ve davranış biçimi, ufuksuzluğu alabildiğine besliyor. 

Hal böyle olunca da iktidar ya da devrim fikri ütopik bir hayalden öte gidemeyen, belirsiz bir zaman dilimine ötelenen ve imkansızlaştırılan romantik bir heyula gibi görülüyor. 

Düşünsenize, ülkemizde mesela. Muhalefet denilen şey, parlamentodan başlayarak; siyasi partilerin, sendikaların ya da konfederasyonların sözlü ya da yazılı açıklamaları üzerinden ilerliyor. Muhalefet, burjuva siyasetinin usulüne, erkânına, yöntemine, betondan binalarına ve “en ötedeki ufuk” olarak sandığa sıkışmış vaziyette. O yüzdendir ki, hesaplaşma sahası olarak sadece sandık gösterilip duruyor. 

Semtlerde, mahallelerde, hanelerde, işyerlerinde yaşanan hayatın sesi ise bu vaziyette ara sıra medya önünde yapılan “halka inme” kampanyalarından ibaret kalıyor.  Bunun sorumlusu elbette tek başına burjuvazi ve onun siyaset yapma biçimi değil. Sosyalist solun krizi ve krizinden kaynaklanan ufuksuzluğu, ufuksuzluğundan kaynaklı yitime uğrayan iktidar bilinci, iktidarsızlaşan politika yapma biçiminden kaynaklı manasını yitiren devrim arzusu ve sisli görüş/bakış açısından kaynaklı görülemeyen devrimin güncelliği. 

Hal böyle olunca da, burjuva muhalefetin “yapay demokrasicilik” politikası başat politika yapma biçimi olarak gündemimizde-sadece sosyal demokrasinin değil, sosyalist solun da- yer ediniyor. Hatta daha da ötesinde adeta suni teneffüsle oraya can veriliyor. Bu can verme ve medet umma hali ne yazık ki, sosyalist solumuza da sirayet etmiş durumda. Döneme, halkın acil talepleri üzerinden soldan ortak bir duruşla karşılık üretilemedikçe, iktidarın alternatifi olarak iktidarın laciverti gösteriliyor. Erdoğan’a alternatif olarak başrole Akşener, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu, Yavaş, Babacan, Davutoğlu yazılıveriyor. 

Ana akım muhalefetin tek politika yapma biçimi olan sandığa işaret etme politikası başat politika olarak güdülüp, parlamenter sisteme dönüş rotası ise- sosyalist solumuzun bir kısmı da dâhil- ana parola halini alıyor. Devlet ve sermayenin güncel pozisyon alışları tarafından belirlenim tercih ediliyor. Yeniyi anlamak ve aramak, geleceğin inşasına şimdiden soyunmak yerine, geçmişin matemini tutup, eskiyi çağırmak yeğleniyor. Ancak o eskide, demokrasi de yok güçlü parlamento da. O yeniden çağırılan geçmişte, sadece ve sadece, despotik devlet geleneğinin uzantısı olan bürokratik, kastlaşmış, hantal ve halkı dışında bırakan bir “kutsal” parlamento miti ve de hiçbir zaman demokratik de laik de olamamış bir sözde cumhuriyet var. 

Ne mevcut sistem ne de sermaye düzeni yıkılamaz olarak imleniyor. Halkçı bir çıkış seçeneği küçümsenerek, halkın özgürlük arayışının, özlemlerinin ve taleplerinin üzerinden atlanıyor. Siyaset, yalnızca sandıktan ve oydan ibaretmiş gibi, burjuva siyasetin “büyük” ve “ parlak” biçimselliğine el veriliyor. O “büyüklük” daha albenili geliyor olsa gerek. 

Peki ama bugün halihazırda sosyalist solun da içerisinde olduğu arayışlar üzerinden bile ilerlersek, ister birleşik cephe, ister muhalefet cephesi ister seçim ittifakı; her ne hedeflersek hedefleyelim bu sürecin öznesi ve belirleyeni halk değil midir? 

Halk bulduğu her çatlaktan sızıp, her fırsatta kendini ortaya koymaya devam ediyor. İşte her şey ortada.  Son düzlükte verilen 8 Mart, Newroz, İstanbul Sözleşmesi ve Boğaziçi eylemleri fotoğrafları bunu bir kez daha açık bir şekilde ortaya koydu. Devrimin güncelliğini buralarda aramayacaksak nerede arayacağız? 

İşçiler, işsizler, emekçiler, kadınlar, gençler, halklar ve inançlar labirentten çıkış için yolunu arıyor, talep ediyor ve başka türlüsünü istiyor. 

Yepyeni bir toplumsal doku oluşuyor, yepyeni bir demokrasi ve özgürlük isteniyor. Gelecek şimdide tezahür ediyor. Ve ama geleceği kurmak ancak ve ancak şimdiye yapılan siyasi bir müdahale ile mümkün.  

Önümüzde kurucu bir dönem var. Dünya ölçeğinde kapitalizm sarsılırken, ülkemizde siyasi iktidar gücünün sınırlarına çoktan gelip dayandı. Yeni bir toplumsal doku ortaya çıktığı gibi, yepyeni bir siyasal doku da oluşuyor. Ancak henüz oluşan bu yeni dokuyu kapsayıp kuşatacak politik özne yok. Halkın arayışını siyasallaştıracak bir ortak hukuk ve zemin kurulabilmiş durumda değil. 

Lukacs, Lenin’in Düşüncesi, Devrimin Güncelliği yazınında şöyle diyordu:  

“….devrim tarihin gündeminde pratik bir güncellik kazandığında anlaşılabilir ve formüle edilebilir. Marx’ın deyişiyle proletaryanın sefaletinde yalnızca sefaletin kendisinin değil, “eski toplumu altüst edecek” devrimci yanın da görülebildiği anda anlaşılabilir. Kendiliğinden anlaşılacağı gibi o zaman bile, proleter devrimin güncelliğini görebilmek için, bir dehanın cesur bakışına gerek vardı. Çünkü vasat bir insan, proletarya devrimini ancak, emekçi kitleler barikatlarda çoktan beri dövüşüyorken görebilir. Ve bu vasat insan, üstelik bir de kaba Marksist bir eğitimden geçmişse bunu ondan sonra da görmeyebilir. Kaba bir Marksistin gözünde, burjuva toplumunun temelleri o kadar sarsılmaz bir sağlamlıktadır ki, bu temellerin son derece göze çarpan biçimde sarsıldığı anlarda bile yalnızca “normal” duruma dönülmesini diler, burjuva toplumunun bunalımlarını geçici olaylar olarak görür. Ve böyle zamanlarda bile mücadeleye asla yenilmez bir kapitalizm karşısında akıldışı ve sorumsuz bir isyan olarak bakar. Ona göre, barikatlardaki savaşçılar delidir, yenilgiye uğrayan devrim bir hata ve başarıya ulaşan bir devrim de oportünistin gözünde ancak geçici olarak mümkündür. Sosyalizmi kurmaya girişenlerse düpedüz canidir.” 

İşte, tam da öyle. 

Labirentten çıkış için halk güçleri yol gösteriyor, kendi alternatifinin yollarını açıyor. Bugün iktidar karşıtlığı üzerinden “alternatif”miş gibi gösterilen mevcut sistemin devamcısı olacak “aynısının bir benzeri” aktör değişikliği, bizi sıkışıp kaldığımız labirentten çıkarmaya yetmeyecek, labirentin çatallanmış başka bir yoluna sokmaktan öteye gidemeyecektir. 

Ancak labirentten çıkış mümkün, çıkış için izlenecek yolu ise halkçı güçler göstermeye devam ediyor…