Çağrıldığı Yere Gitmeyen Neşe ve Bizim Büyük Istıraplarımız

İnternet ortamında hızla yayılan ve büyük bir tepkiye neden olan görüntülerde Hamza (ne kadar da İslamcı bir isim) Kürşat (ne kadar da Türkçü bir isim) Ayvatoğlu, kokainini burnundan çekerken, bizzat kendi ismine yansımış olan Türk-İslam sentezinin ve bu sentezin iktidar ortakları AKP-MHP koalisyonunun huzurlu günler görme ümitlerini de ciğerlerine indiriyordu. İktidar için biraz huzur, biraz nefes alma, biraz zaman kazanma planları, türedi zengin Hamza Kürşat Ayvatoğlu olayıyla başka bir bahara ertelendi.

Görüntüler parti içindeki fraksiyon savaşlarından kaynaklanan ve parti içindeki krizleri görünür kılan hesaplaşma, konum tahkim etme, ayak kaydırma gibi amaçlarla pekâlâ sızdırılmış olabilir. Ama en az onun kadar olası bir ihtimal daha var. Parti içerisindeki türedi zenginler arasındaki lüks ve şatafat merakı, hızla zenginleşmenin yarattığı nihilist hayat, tüm kuralların ötelenerek yerine sadece paranın tılsımının, paranın kurallarının almasından kaynaklanan davaya yabancılaşma hali, zaten iktidar kavgası ihtimalini düşünmemize gerek bırakmayacak kadar yayılmadı mı? Her yerden lüks, her yerden gösteriş, her yerden görgüsüzlük fışkırmadı mı? E, komplolara ne hacet?

Her ne kadar Pelikanbaşı Hilal Kaplan Sabah Gazetesi’ndeki köşesinde “AK Parti teşkilatlarına gittiğinizde oto tamircideki mesaisinden doğru dürüst duş almaya vakit bile bulamadan toplantılara katılan erkekler, final sınavlarına çalışırken bir yandan da partinin ayak işlerine koşturan öğrenciler, çocuklarını annesine bırakıp bir broşür daha dağıtmanın, bir kapıyı daha çalmanın derdine düşen kadınlar bulabilirsiniz. Çünkü AK Parti’nin özü onlardır.”[1] satırlarını yazarak partinin “özüne” işaret etse de, bahsettiği toplam bu büyük çıkar ağının en altındakiler, en az payeyi kapanlar olsa gerek. Yalanladığı her şey doğru olan ve doğru dediği her şey yalan olan ve ama zaten misyonu da bu olan Hilal Hanım, bu satırları Pelikan yalısının boğaza nazır terasında mı yoksa çalışma odasında mı, olmadı bahçesinde mi kaleme almış bilemiyoruz. Bildiğimiz şey, bu büyük toplumsal tepkinin uykularını kaçırdığı. Ama onların heveslerini kaçıran asıl şey, AKP’nin geçirdiği metamorfoz. Onlar artık başka bir şeyler ve hiçbir zaman yukarıda bahsettikleri kesimlerin partisi olamayacaklar. Eskiden öyle miydiler ki diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bu kesimlerin aidiyetlerinden bahsediyorum. Parti içerisinde oluşan tepki dışarıda da epey yankı yaptı ve partinin Kürşat Ayvatoğlu gibi unsurlardan temizlenmesi gerektiğine dair talepler sıklıkla dile getirildi. Ama bu nafile bir çaba. Türkçü İslamcı bireyin parayı bulunca (yani bir yerlerden ihaleleri, kamusal kaynakları toplayınca) gideceği nokta Hamza Kürşat Ayvatoğlu idi ve tarihin bir yerlerinde kalmış (ama aslında hiç yaşamamış) ideal Türkçü İslamcı bireyden uzaklaşmanın ve aslında ideal faşist kadroya yaklaşmanın dehşeti idi bu. Sabah akşam faşizmin kurumsallaşması için yoğun propaganda faaliyeti yürüten Pelikan çetesi, bu unsurların marazi değil asli unsurlar olduklarını pekâlâ iyi biliyorlar.

Ama onların uykularını kaçıran, Kürşat Ayvatoğlu olayının pastanın üzerindeki çilek gibi kaldığı, daha mühim bir gerçeklik var. O da partinin içeride yaşadığı asabiyet kaybı, içeride git gide düşen motivasyon, git gide daralan hareket alanı. Son AKP kongresi bunu yakından gözlemleme fırsatı sundu bizlere. Salgın önlemlerini sırf kongreler için gevşettikleri, yine de halka karşı uyguladıkları önlemleri kendi kongrelerinde hiçe saydıkları, bize hiç de tuhaf gelmeyen bir keyfilikle gittikleri kongrelerin hüsranla sonuçlandığı aşikâr.

Kongrede manifesto açıklayacağını iddialı bir şekilde dile getiren Reis, içeriği neredeyse bomboş bir konuşma gerçekleştirdi. Fanatik kitlesiyle buluşup biraz moral kazanmaktan, ama aynı anda salgının yayılımını hızlandırmaktan başka bir işlevi olmayan kongrede bir mucize olmadı ve iç asabiyeti yükseltecek bir ortam oluşmadı. Çok yüksek sesle dillendirilen “hiçbir şey” dışında pek bir yenilik, canlanma, ayağa kalkma emaresi görünmüyordu.

Affınıza sığınarak Schopenhauer’den bir alıntıyla AKP’nin yiten neşesini betimlemeye çalışalım:

“Bayraklarla ve çelenklerle donatılmış gemiler, top atışları, ışıklandırma, davullar ve trompetler, çığlıklar ve naralar vb. tüm bunlar neşenin tabelası, göstergesi, hiyeroglifidirler: Ama orada çoğu zaman neşenin kendisi bulunamaz. Bir tek o, şenliğe gelemeyeceğini bildirmiştir. Gerçekten bulunduğu yere ise, aslında davet edilmeden ve geleceğini bildirmeden, kendiliğinden ve sans façon [teklifsizce] gelir, usulca içeri süzülür; çoğun[çoğu zaman] en önemsiz, en değersiz vesilelerle, gündelik yaşamın koşullarında, en az parlak ya da şanlı olaylardaki kadar bulunur… Buna karşılık, yukarıda anılan tüm olaylarda amaç, salt başkalarını, neşenin orada konuk olduğuna inandırmaktır: Başkalarının kafasındaki bu görüntüdür hedeflenen.”[2]

Dışarıya vermek istedikleri görüntüde de başarısız oldular. Hem neşelerini, asabiyetlerini, motivasyonlarını yitiriyorlar, hem de bayraklar, çelenkler, top atışları, ışıklandırmalar, davullar, trompetler, çığlıklar (Reis’in çığlıkları mesela), naralara rağmen neşeleri o davete icap etmiyor. Ve neşenin orada olduğuna fanatik bir kitle dışında hiç kimse ikna değil.

“AKP çöküyor, güzel günler geliyor” iyimserliği ile yazılmadı bu satırlar elbette. Geriye tek bir silahları kalıyor, o da daha fazla şiddet. Zaten çokça alıştığımız bu geniş repertuar karşısında halen direnenler var, halen geniş şiddet repertuarı karşısında direniş repertuarını geniş tutan geniş mi geniş kitleler var. Her şeye rağmen direnen, her şeye rağmen kendi sözünü söyleyen ve çeşitlilik gösteren (şiirimizi yazmak için birden çok kalem kullanacağız), geniş satıhlara yayılma eğilimi gösteren, sokakta öğrenen ve öğreten bir kitle. Sayıları artan işçi direnişleri, salgın mağdurları toplamı, kadınlar, memleket meselesine dönen Boğaziçi direnişi. Aradığımız “özne”ye ulaştık ulaşmasına da, bu durumun bu kadar az heyecan yaratması, bu kadar az önemsenmesi ve yerine restorasyoncu güçlerin takdir edilmesi doğrusu ayrı bir hikâye.

Restorasyon Neden Tehlike?

İçinde bulunduğumuz koşullarda asgari bir burjuva demokratik dönüşüme, “yarını da yarın düşünür nasıl olsa” diyerek bu koşullarda tamam demenin makul olduğunu düşünen sosyalist cenahtaki bir kesim tarafından restorasyon, çoğu zaman bir burjuva demokratik dönüşüm sanılıyor. Bu yüzden ne yazık ki siyasal deneyimleri bu satırların yazarının yaşı kadar olan koca koca insanlara bunun bir demokratikleşme projesi olmadığı anlatılmaya çalışılıyor sürekli.

Oysa bundan 100-110 yıl önce kurulan sınıf egemenliğinin, yani başta silahlı kuvvetler olmak üzere devlet bürokrasisi ile egemen sınıfların koalisyonunun iktidarını bugünkü dünya koşulları ve güncel ülke gerçekliği çerçevesinde (koalisyonun şüphesiz ki iç dengeleri epey değişikliğe uğradı) yeniden tahkim etmekten başka bir niyeti yok restorasyon güçlerinin. Aslında o tahakkümün yeniden üretimi demek, yeni bir Ayvatoğlu furyası yaratmak demek. Her seferinde devlet sermaye ortaklığının yeniden ve yeniden tesisi demek. Devletin Kürtler ve Aleviler olmak üzere tüm ayrıksı unsurlarının fobisinin devam etmesi demek. Türklük Sözleşmesi[3] etrafında oluşan egemen etnik kimliğin günümüz sermaye ihtiyaçları çerçevesinde inceltilmesi demek. Despotizmin yine sermaye ile kurduğu özgül ilişkinin yeni koşullarda tesisi demek.

Eğer öyle olmasaydı Boğaziçi kalkışması karşısında en az iktidardaki koalisyon kadar panikler miydiler? Eğer öyle olmasaydı ve güçlendirilmiş parlamenter sistemi benimsiyor olsalardı, vekilliğin hakkını veren ender kişilerden birisi olan Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun meclis dışına çıkarılması ve tutuklanması konusunda net bir tutum takınmaları gerekmez miydi? Eğer öyle olmasaydı HDP’ye açılan kapatma davası ve 700 küsur kişi için istenen siyaset yasakları için geniş ve anlamlı bir tepki koymazlar mıydı?

Restorasyona dahil daha çok işin sınıfsal boyutuyla tartışılıyor. Evet, ama sözleşmeyi delmemek koşuluyla Marksist olarak bile bu düzen içerisinde yer alabilirsiniz. Barış Ünlü şöyle diyor yukarıda bahsi geçen makalesinde: Sözgelişi, ister Marksist, ister İslamcı, ister liberal, ister Kemalist olsun, ortalama bir Türk aydını belli bir meseleye yaklaşırken bunu bir birey olarak evrenselci dünya görüşüyle (enternasyonalist, ümmetçi, kozmopolit veya aydınlanmacı) yaptığını varsayar, bundan şüphe duymaz. Nesnel bir noktadan baktığını düşünür. Türklüğünün düşüncelerini, duygularını ve benliğini ne kadar gölgelediğini, yoksullaştırdığını ve duyarsızlaştırdığını idrak edemez. Bugün bu evrenselcilik kendisini faşizm karşıtlığı ile ifade ediyor mu dersiniz? Genellikle şöyle diyorlar çünkü: Faşizm geliyor, bu yüzden acele etmeliyiz ve faşizm karşıtı tüm güçlerle (İYİ Parti, Gelecek Partisi, DEVA Partisi, CHP kastediliyor) yan yana gelmeliyiz. Cehennem, oraya giden yollar, iyi niyet taşları vs. ile ilgili o ünlü sözü bilirsiniz. Bu bakış açısı, despotizmin ve sınıftan kaçışın benliklerini ne kadar gölgelediğinin farkında değil ne yazık.

Tüm bu koşullar altında yine de direniyor halk. Boğaziçi halen ayakta,  işçi direnişleri büyüyor, geçim derdi, salgın belası milyonların gündemi, ülkenin her yerinde maden karşıtı direnişler var. Ülkenin her yerinde isyan potansiyeli var. Bu konuda ısrarcıyız.

[1] Şu yazıdaki biçareliğe bir bakın: https://www.sabah.com.tr/yazarlar/hilalkaplan/2021/03/29/dort-maddede-kursat-ayvatoglu-meselesi

[2] Arthur Schopenhauer, Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, Çev. Mustafa Tüzel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1998, s. 126.

[3] Bkz. Türklük Sözleşmesinin İmzalanışı (1915-1925) , Barış Ünlü, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1045