Mektuplardaki Rosa

Günümüzün teknoloji çağında insanların birbirleriyle ve kendileriyle kurdukları iletişim, insanları belli bir kısalığa ve kalıplara giderek daha çok sıkıştırırken insanın kendisini düşünsel ve davranışsal olarak gerçekleştirmesinin de önünü tıkayan etmenlerden biri oluyor. Geçmişin “ilkel” iletişim araçlarından biri olan mektup ise günümüz iletişim araçlarının aksine insanların kendilerini ve diğer insanları düşünsel ve davranışsal olarak geliştirmekle kalmayıp, gelecek nesillere de bu bağlamda önemli miraslar bırakılmasına aracı olmuş ve olmaya devam ediyor.

Bugünlerde doğumunun 150. yıldönümünü kutladığımız Rosa Luxemburg gerek Marksizm’e yaptığı teorik katkılar gerekse de siyasal yaşamında gösterdiği devrimci pratikle adını tarihe “devrim kartalı” olarak yazdırmakla kalmamış, yazdığı mektuplarla da bizlere önemli bir miras bırakmıştır.

Öyle ki Rosa’nın çeşitli konularda farklı insanlara 2700’den fazla mektup yazdığı bilinir. Bu mektuplar ise Annelies Laschitza tarafından hazırlanmış olan Gesammelte Briefe başlıklı eserde eksiksiz bir şekilde derlenmiştir. Berlin’deki Dietz Verlag’ın 1982 ila 1993 yılları arasında toplamda 6 cilt olarak bastığı bu eser, daha önce çeşitli başlıklarda basılan mektupların da neredeyse tamamını içerir.[1]

Rosa’nın mektuplarının bir kısmı Türkçe’ye çevrilmiş ve üç farklı kitap halinde basılmıştır. Kaynak Yayınları ve Agora Kitaplığı’nın farklı yıllarda yayınladığı Sevgiliye Mektuplar ile yine Agora Kitaplığı’nın yayınladığı Siyasi Mektuplar Rosa’nın Leo Jugiches’e yazdığı mektupları içermekte. Pencere Yayınları’nın yayınladığı Gilbert Badia’nın “Bir Mektup Ustası Rosa Luxemburg” isimli kitabı ise Rosa’nın Leo’dan başka kişilerle olan mektuplaşmalarını barındırıyor. Nitekim bu mektuplar Rosa’nın farklı yönlerini görebilmemiz ve bütünlüklü bir Rosa kişiliğini öğrenmemize de imkân tanıyor.

“Büyük çapta bir yönetici taktiklerini kitlelerin geçici heveslerine göre değil devrimin tunçtan yasaları üzerine geliştirir. Tüm düş kırıklıklarına karşın kesin olarak taktikleri ile yetinir ve bunun dışında yapıtının olgunlaşmasını sükunetle, tarihe bırakır.”

SPD ve Rosa

Rosa’nın neredeyse her mektubunun esas gündemini devrimci mücadele ve parti oluşturuyor. Özellikle Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlamasının ardından gerçekleşen mektuplaşmalarda Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içerisindeki tartışmalara ve bölünmeye yönelik Rosa’nın net bir tutumuyla karşı karşıyayız.

Rosa ve Karl’ın öldürülmesinden sonra Almanya Komünist Partisi(KPD)’nin başına geçecek olan Paul Levi ‘ye 31 Ağustos 1914’te yazdığı mektupta Rosa, ne savaş yanlısı oylamadan ne de bu oylamadan çıkacak olan “evet” kararına gösterilecek tepkiden hayır beklemediğini belirtir. Yine Levi’ye yazdığı 17 Kasım 1914 tarihli mektupta partideki “solcuların” savaş yanlısı tarafa geçişlerine dair haberlere duyduğu öfkeyle birlikte partide sadece Karl Liebknecht’in hayır oyu verebileceğini belirterek ona duyduğu güven görülüyor. Fakat bu mektubun devamında Rosa’nın bu duruma sinirlenmekle kalmayıp, yeni bir parti örgütleyerek mücadeleye atıldığını görüyoruz. Rosa Levi’ye partililerle iletişime geçmesi ve bağlantı kurması için Münih, Karlsruhe gibi şehirlere gidebilmesinin mümkün olup olmadığını “sorar” ve bunun hayati önemde olduğunu belirtir.

Rosa Hans Diefenbach’a yazdığı 1 Kasım 1914 tarihli mektupta partiyle birlikte Enternasyonal’in işe yaramaz olduğunu söylemiş ve SPD’den ayrılmak konusundaki netliğini göstermiştir. Bu mektupta ayrıca savaşın giderek büyüyerek yeni bir duruma yol açacağını belirtip saç baş yolmak yerine objektif bir yargıda bulunmak gerektiğini belirtir.

16 Kasım 1917’den sonra Sonia Liebknecht’e yazılmış bir mektupta da “tarihin izlediği ana yönü gözden yitirmeden tarihin kendi akışı içinde izlemek gerektiğini” belirtir ve “savaş birkaç yıl daha sürerse dönüşümün kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğini” ifade ederek bir sene sonra gerçekleşecek 1918 Kasım Devrimi’nin ayak seslerini hissettiğini ortaya koyar. Devrim sürecinde özellikle Clara Zetkin ile olan kısa mektuplaşmalarında da devrimin coşkusunu okuyanlara da hissettirir.

Yenilgiyle sonuçlanan devrimin ardından Rosa partiye ve devrime duyduğu inancı, ölümünden çok kısa bir süre önce, 11 Ocak 1919’da Clara Zetkin’e yazdığı mektupta ortaya koyuyor:

“Unutma ki “Spartakistler” büyük oranda genç kuşaktan oluşuyor. Eski partinin, “kendini kanıtlamış” eski Partinin küçük düşürücü geleneklerine sırtını dayamayan genç bir kuşak. Gerçeği aydınlık ve karanlık yanlarıyla kabul etmek gerek. Bu noktada, bir güvensizlik sorunu yaratmamaya ve konuyu trajik hale getirmemeye karar verdik.”

16 Şubat 1917’de Mathilde Wurm’a yazdığı mektupta bir devrimcinin izlemesi gereken taktiklere dair önemli bir miras bırakır:

“Büyük çapta bir yönetici taktiklerini kitlelerin geçici heveslerine göre değil devrimin tunçtan yasaları üzerine geliştirir. Tüm düş kırıklıklarına karşın kesin olarak taktikleri ile yetinir ve bunun dışında yapıtının olgunlaşmasını sükunetle, tarihe bırakır.”

Teorisyen Rosa

Rosa’nın genellikle göz ardı edilen ya da “önemsenmeyen” yönlerinden biri de Marksizm’e yaptığı teorik katkılardır. Kendisi bu katkılar konusunda oldukça mütevazidir. Hans Diefenbach’a yazdığı 8 Mart 1917 tarihli mektupta ekonomi-politik alanında ortaya koyduğu eserlerin “en ufak bir süsleme yapılmadan, en ufak bir beğenilme kaygısı olmadan, allayıp pullanmadan, konu ana hatlarıyla ele alınmış; biçem tıpkı bir mermer parçası gibi nerdeyse “çırılçıplak” bir yalınlık üzerine kurulduğunu” belirtir. Yalın, dingin ve büyük olan eserleri beğendiğini ifade eden Rosa, Kapital’in birinci cildine Hegel tarzındaki modası geçmiş süslemelerle dolu olması yüzünden tepki duyduğunu söylemekten de kaçınmaz. Onun için esas olan Marksist ekonomiyi derinlemesine bilen birkaç ölümlü değil, “sıradan okur”dur.

Rosa’nın pek az bilinen bir yönü de Proudhon’a yönelik eleştirisidir. Mathilde Wurm’a yazdığı 20 Ocak 1918 tarihli mektupta kısa bir Proudhon tahlili ve eleştirisi yaparak şu sonuca varır:

“Bütün bunlarda Proudhon’un düşüncelerinin temel sonucunun ve düşüncelerinin özünün paraya ve tecim eşyalarının takasına ilişkin yanlış kuramının inceliklerinde değil, işçi hareketinin devlet iktidarını ele geçirmek için siyasal mücadeleye doğru yönlendirilmesi yerine, tümüyle ekonomik reçetelere yönlendirilmesinde yattığını unutma. Ayrıca, Proudhon’u ve Louis Blanc’ı olduğu kadar, bütün ekonomik eğilimleri Büyük Fransız Devrimi ve Jakobenlerin mahkumiyetinin yol açtığı düş kırıklığında anlaşılabilir bir tepki gösteren tarihsel perspektifi de unutma. Ekonomi ile politika arasındaki doğru ilintiyi (bugün bildiğimiz parlak sonucu ile…) kurmak için Marksizmi kurmak gerekti.”

Kadın Sorunu

Rosa’nın kadın sorunu ve kadın özgürlük mücadelesine özel olarak yoğunlaşmadığına dair kimi tartışmalar söz konusu. Fakat Clara Zetkin’e yazdığı iki mektup, Rosa’nın kadın sorununa yaklaşımı konusunda bize önemli veriler sunuyor.

28 Kasım 1918 tarihli mektup:

“Daha sonra, kadın ekimizi altı sayfa olarak yayımlayabileceğiz. Ama özellikle de hemen şuna yanıt ver: Bu tasarı kafana yatıyor mu yatmıyor mu? Bu iş nasıl olacak; yani sana yardım etmek için yapmamız gereken bir şey var mı? … Bunun dışında Rote Fahne’da üçte bir ila yarım sütun arasında değişen ve “Kadın Hareketleri”ni konu alan, küçük haberlere ara sıra bir pusulaya vb. yer veren günlük bir köşe oluşturmak istiyoruz.”

Ve 9 Mart 1916 tarihli mektup:

“Berlinli kadın yoldaşların beni ne biçim karşıladığından kuşkusuz daha önce haberin olmuştur. Binden fazla kadın hapisten çıkışta beni almaya geldi; sonra hep birlikte evime benimle tokalaşmaya geldiler. Dairem, bana getirdikleri armağanlarla dolup taştı, hala da armağan yağmaya devam ediyor. -Tıpkı lüks bir bakkal dükkanındaymışsın gibi- çiçek jardiniyerleri, pastalar, kekler, konserveler, çay paketleri, sabun, kakao, sardalyalar, seçkin sebzeler… Bu yoksul ama yürekli kadınlar tüm bunları kendi elleriyle hazırlamışlar, konserveleri kendileri yapmışlar. Yine kendileri getirdiler hazırladıkları şeyleri. Bunu gördüğüm zaman neler hissettiğimi çok iyi biliyorsun. Bu durum karşısında mahcubiyetimden hıçkıra hıçkıra ağlayacaktım; bu durumda beni yatıştıran tek şey şunu düşünmek oldu. Ben, onların militan coşkularının bayrağının dalgalandığı gemi direğinden öte bir şey değildim.”

Ekim Devrimi

Rosa’nın Lenin ile 1917 Ekim Devrimi konusunda yaptığı tartışmalar malum. Kimileri bu tartışmayı Rosa’nın Bolşevizme ve Ekim Devrimi’ne karşı olduğuna kadar götürür. Fakat Rosa Şubat Devrimi’ni büyük bir coşkuyla karşılar ve bu coşkuyu etrafına yaymaya çalışır.

Luise Kautsky’ye yazdığı 15 Nisan 1917 tarihli mektupta ruhsal çöküntüde olduğu için ona “zılgıt” çeker ve kendisine gelmesi için şu soruları sorar:

“Rusya’dan bize kadar koro halinde böylesine neşeli cıvıltılar gelirken, kederli bir ağustos böceği gibi hüzünlü şarkılar söylemeye nasıl devam edebiliyorsun? Orada gerçekleşen ve muzaffer olan bu davanın bizim de davamız olduğunu, bunun mücadelesini orada noktalayan ve mutluluktan kendinden geçerek Carmagnole dansı yapan insanlık tarihinin canlı bir örneği olduğundan hiç haberin yok mu peki? Bizim davamız, yani hepimizin davası böylesi bir gelişme sağladığında, daha önce yaşadığımız yıkımları unutmamız gerekmez mi?”

13 Nisan 1917’de de Clara Zetkin’e şunları yazmıştı:

“Rusya’daki olaylar akıl almaz düzeyde büyük olaylar; orada şimdiye kadar olup bitenlerin sadece küçük bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Olaylar yalnızca güzelliklere gebe. Çünkü işin doğası böyle. Ayrıca bu olayların dünya çapında büyük bir yankı uyandırması da kaçınılmaz.”

Ekim Devrimi sonrasında ise coşku devam eder, ama tereddütle birlikte. Lenin’i eleştirirken “tarihselliği” de gözden kaçırmaz ve Clara Zetkin’e 24 Kasım 1917’de yazarken:

“Şimdi birkaç yıla kadar tüm Avrupa’da büyük bir kargaşanın kaçınılmaz olacağına inancım var. Özellikle de savaş daha da uzarsa … Büyük bir olasılıkla da savaş uzayacak. Rusya’da son derecede büyük ve korkunç olaylar var. Bu karmakarışık kaos karşısında Lenin’in yandaşları doğal olarak kendilerini kabul ettiremezler, ama serüvene atılmanın tek gerekçesi dünya tarihinin gücünden ileri geliyor. Gerçek bir “dönüm noktası” oluşturuyor.”

Büchner’den Bourget’e kadar çeşitli yazarların romanlarının tahlilini yapan, Dostoyevski’nin Ölüler Evi’ni her günkü ruh haliyle okumayı tavsiye eden, Rembrandt’tan Rodin’e çeşitli sanat eserleri hakkında yorumlarda bulunan ve Bach’ın St. Matthew Passion’unu seven biridir.

Rosa ve Edebiyat

Rosa’nın bir diğer “es geçilen” yönü de entelektüel birikimidir. Yaşadığı dönemde Rosa Avrupa’daki işçi hareketinin durumunu çok iyi bilen biri olmanın yanı sıra Rusça’yı, İngilizce’yi, Fransızca’yı ve Almanca’yı anlayan ve konuşan tek politik yöneticidir.

Büchner’den Bourget’e kadar çeşitli yazarların romanlarının tahlilini yapan, Dostoyevski’nin Ölüler Evi’ni her günkü ruh haliyle okumayı tavsiye eden, Rembrandt’tan Rodin’e çeşitli sanat eserleri hakkında yorumlarda bulunan ve Bach’ın St. Matthew Passion’unu seven biridir.

Fakat Hans Diefenbach’a 27 Mart 1917’de yazdığı mektupta edebi yeteneklerini de ortaya koyar:

“Karşı kıyıdaki ak ağacın dallarının gölgesi nasıl oynaşıyor masaların üzerinde, görüyor musunuz? Bundan hoş bir sahne olur mu? Fırının kapısı durmadan, gıcırtıyla açılıp kapanıyor. Ufak tefek hizmetçiler, çocuklar içeri giriyor, sonra ellerinde beyaz kese kağıtları ile çıkıyorlar fırından. Pastaların iştah açıcı kokusuna ve sokaktaki serçelerin cıvıltısına karışan bu gıcırtıda, nasıl oluyor bilmem, insan etkinliğini çağrıştıran apaçık bir şey yok mu? “Ben yaşamın ta kendisiyim. Yaşam güzel” demiş gibi gelmiyor mu kulağa bu sesler? Ve işte ben fırının önünde dikilmiş, ağzım bir karış açık bakınıp dururken. Fırından, bizim sokağın ayakkabı tamircisinin yaşlılıktan iki büklüm olmuş büyükannesi çıkıyor. Dişsiz ağzıyla bana: “Matmazel, bize kahve içmeye geleceğinize söz vermiştiniz.” diye sesleniyor. (Nedendir bilmiyorum, Südende’de herkes bana matmazel diye hitap eder.) Onu anlamakta güçlük çekiyorum, ama bir gün “kahve içmeye gelmek” için ciddi olarak söz veriyorum. Söz! … Gülümseyerek razı oluyor. Yaşlı, buruşuk yüzünde bir sevinç dalgası dolaşıyor. “Mutlaka geleceksiniz, değil mi?” diye sesleniyor yeniden. Tanrım, bu insanlar ne kadar nazik, ne kadar iyi. İşte hiç tanımadığım bir hanım daha gülümseyerek başını çeviriyor, bana selam veriyor. Belki de mutluluktan ışıldayan yüzümle ellerim cebimde dolaşırken. Hiç de alışılmadık bir halim var. Ne olursa olsun! İlkbahar güneşinde amaçsız eller cepte sokakta avare avare dolaşmaktan, delikli on feniğe alınan bir buketten daha büyük mutluluk var mıdır acaba?”

Yine Hans Diefenbach’a 8 Mart 1917’de yazdığı mektupta ise kırsal yaşama dair edebi yeteneğini konuşturur:

“Oraya her gidişimde bu hava, bu dinginlik, bu neşe içime su serper, avutur beni. Benim köyüm Chailly -sur- Ciarens’te üzüm bağları hâlâ otlarla doludur. Şimdilik yalnızca otlar çapalanarak işe başlanır. Yine bağlarda aylak aylak gezinebilir. Oralarda bol bol yetişen kırmızı ballıbabalar, safari mavisi mis kokulu sümbüller toplayabilirim. Saat on birde köylüye yemeğini getirirler. Ceketsiz, yalnız gömlekle çalışan baba elindeki aleti bırakır, toprağa oturur. Karısıyla çocuklan da köylünün etrafında bağdaş kurar, yemekte ona eşlik ederler. Sepet açılır, bütün aile sessizce yemek yemeye koyulur. Baba, elinin tersiyle alnındaki teri siler. Çünkü burada, bağların üzerinde nisan güneşi daha şimdiden yakıcı sıcaklığını duyurmaktadır.”

Kuş seslerine o kadar tutkundur ki, Mathilde Jacob’a 7 Şubat 1917’de yazdığı mektupta mezar taşına ilkbaharın geldiğine işaret eden kuş sesi “tss – vi” yazılmasını ister.

Doğa Tutkusu

Bu kırsal yaşam tasviri, Rosa’nın doğayla bütünleşik yaşamının sadece bir yanını gösteriyor. Rosa’nın çiçeklere olan tutkusu oldukça ünlüdür.[2] Mathilde Jacob’a 9 Nisan 1915’te yazdığı mektupta bu tutkunun ne kadar büyük boyutta olduğu görülüyor:

“1913 mayısından beri yaklaşık 250 bitkiyi sınıflandırdım. Hepsi de çok iyi korunmuş bitkiler. Hepsi de yanımda, değişik atlaslar gibi… Bana yolladığınız küçük çiçeklerin hiçbirinden yoktu. Onları bu deftere yerleştirdim. En çok da sarı yıldız (ilk mektuptaki sarı çiçek) ve pulsatil hoşuma gitti, çünkü bunlar burada, Berlin’de bulunmuyor. Madam Von Stein’in sarmaşıkları da gelecek kuşaklara kalacak. Koleksiyonumda aslında sarmaşık da (Latince hedera helix) yoktu. Sarmaşıkların geldiği yeri düşünürsek memnuniyetim bir kat daha arttı. Su yosununu saymazsak, bütün öteki çiçekler kuralına uygun biçimde kurutulmuş. Bitki derleme işinde bu çok önemlidir.”

Rosa çiçeklere olduğu kadar kuşlara da tutkuludur ve onların dilinden Süleyman peygamber gibi anlamaya başladığını anlatır Hans Diefenbach’a yazdığı 6 Temmuz 1917 tarihli mektupta:

“Bana ötüşünü duyurmak için en haklı nedeni olanı da size resmini yolladığım şu küçük kuş. Bu kaba saba gagalı, yassı suratlı ve arsız bakışlı arkadaşın adı, “Hypolais hypolais”. Fransızca’da “zırhlı kuş” ya da “alaycı kuş” derler buna. Mutlaka adını bir yerlerde daha önceden duymuşsunuzdur. Çünkü, sık korulukların bulunduğu her yere, parklara yuva yapmayı sever. Yalnızca ona dikkat etmemişsinizdir. Çoğunlukla günlük yaşamlarında insanlar en sevimli nesnelerin önünden kafalarını çevirip bakmadan, onları fark etmeden geçip giderler. Bu kuş eşi benzeri olmayan bir üçkağıtçıdır; öteki kuşlar gibi ötmez. Bir ezgi, bir melodi yoktur ötüşünde. Ama halktan gelen, halka yönelik (!) bir hatiptir. Bahçelerde yüksek sesle, ateşli ve coşkulu söylevler verir, sert bağlamlarla dolu, dokunaklı, tumturaklı konuşmalar yapar. En münasebetsiz sorulan sorar, sonra en ipe sapa gelmez yanıtları yine kendisi vermek için sabırsızlanır. En cesur savları ileri sürer. Başkalarının görüşlerine hiç kimsenin desteklemeyeceği biçimde karşı çıkar. Hemen oracıkta baskın çıkmak için açık kapıları zorlar. “Ben dememiş miydim? Ben dememiş miydim?” der.”

Sonia Liebknecht’e yazdığı 2 Mayıs 1917 tarihli mektuptan:

“Düşünebiliyor musunuz, birkaç gün önce bu aynı yakınmalı ötüşü burada, çok yakınlarda bir yerde yeniden duydum. Kalbim sabırsızlıkla çarpmaya başladı. Sonunda bunun ne tür bir canlı olduğunu keşfedecektim. Bugün en sonunda buldum onu. O bir su kuşu değil, bir tür ağaçkakandı. Bir tür gri ağaçkakan … Serçeden biraz daha büyük bir gövdesi var. Tehlikede olduğu zamanlar düşmanlarını komik hareketlerle ve kafasını burkarak korkutmaya çalışıyor. Tıpkı karınca yiyen ayının yaptığı gibi, yapışkan diliyle topladığı karıncalarla besleniyor yalnızca. Bu yüzden İspanyollar ona karıncayiyen kuş anlamına gelen “honniguero” adını takmışlar. Zaten Mörike bu kuşla ilgili küçük nükteli bir şiir yazdı, Hugo Wolf da şiire beste yaptı. Bu yakınmalı ötüşün hangi kuşa ait olduğunu anladığımdan beri küçük bir armağan almış gibi seviniyorum.”

Kuş seslerine o kadar tutkundur ki, Mathilde Jacob’a 7 Şubat 1917’de yazdığı mektupta mezar taşına ilkbaharın geldiğine işaret eden kuş sesi “tss – vi” yazılmasını ister.

Doğaya olan bu tutkusu nedeniyle 1917 sonbaharında jeoloji bilimi üzerine eğilir Rosa. Bir parti kongresinde olmak yerine “bir bahçenin ufak bir köşesinde ya da köyde etrafında yaban arılarıyla otların üzerinde olmayı” tercih eder bazen. “Ama yüreğimin derinlikleri “arkadaş”tan çok, benim ‘baştankara kuşlarıma ait doğayı bir sığınak, bir dinlence yeri gibi gördüğümden değil; politikayla uğraşan birçok insan artık yüreğinde hiçbir şey hissetmediği için.”

Aşk

Rosa için yaşamı olduğu kadar mücadeleyi de yüreğinde hissetmek, en önemli çabalarından biri olmuştur. Bunun için yoldaşlarına ve sevdiklerine yüreğini açmaktan çekinmemiş ve onları yüreklendirmiştir de. Karl Liebknecht’in eşi Sonia Liebknecht’e yazdığı 24 Kasım 1917 tarihli mektupta bunu görüyoruz:

“A, sizi ne kadar iyi anlıyorum! Her güzel ezginin her çiçeğin, her ilkbahar gününün her mehtaplı gecenin sizde geçmişe özlem ve dünyanın insana sunduğu en güzel şeylere karşı arzu uyandırdığını çok iyi anlıyorum. Ayrıca sizin “aşka” aşık olduğunuzu ne kadar iyi anlıyorum bilseniz. Benim için aşk (nerede?) daima kendisini yaratan nesneden daha önemli, daha kutsal bir kavram olmuştur. Çünkü aşk dünyayı pırıl pırıl bir peri masalı gibi görmeye yarar, çünkü aşk insan varlığının en soylu, en güzel yanını ortaya çıkarır; çünkü aşk en anlamsız, en gündelik şeyleri yüceltir ve onları elmaslarla süsler; çünkü aşk insanı sarhoş eder, kendinden geçirir.”

Dolayısıyla Rosa’nın Leo’ya olan aşkı, kimileri için bazı yönleriyle “zaaf” olarak tanımlansa da, onun kendisi olması ve hayatını bütünlüklü ve derinlikli olarak yaşaması için olmazsa olmazdır. Büyük bir tutku ve aşk ile yaşayan, bu tutku ve aşkı hayatın ve insanın değdiği her yere taşıyan Rosa, o bilindik sözüyle kendisini de anlatıyor: “Vardım, varım, var olacağım!”

 

[1] Gilbert Badia, Bir Mektup Ustası Rosa Luxemburg, İstanbul, Pencere Yayınları, 1999, s. 244.

[2] https://elyazmalari.com/2020/01/15/rosa-luxemburgun-sakli-dogasi-benan-kapucu/