Kâr İçin Değil, Ekosistemin Devamlılığı İçin Su

Gerçek manasıyla “havadan sudan” sebepler gündemimizde yer etmeye başladı. Mevsim normalleri üzerindeki sıcaklıkları, selleri, sulak alanların yok olmasını birebir hayatlarımızda deneyimliyoruz artık. Ekonomik krizin etkilerini hissetmeyenlerin, ekolojik krizin etkilerini hissetmemesi imkânsız, ne de olsa aynı atmosferin altındayız (Etkilenme dereceleri farklı olsa da).

Sudan ucuz tabirinin geçmişte kaldığı, su faturalarının el yaktığı ekonomik ve ekolojik kriz sarmalında kuraklık ve susuzluk meselesi can alıcı gündemler arasına girdi.

Nerden Çıktı Bu Kuraklık Gündemi?

Ekolojistlerin ve bilim insanlarının gündeme taşımak için sık sık dillendirdiği kuraklık tehdidi, barajlardaki kritik su seviyeleri ile nihayet gündeme gelmiş oldu.

Olayın vahametini anlamlandırmak ve harekete geçmek için barajların doluluk oranlarının azalmasını, musluğumuzdan su akmamasını ya da sık sık su kesintisini deneyimlemeyi beklemek; ekosistemlerin ve birçok canlının yok olmasına seyirci kalmak ve su hakkına sadece insan merkezli bakmak demektir. İnsanlar olarak kuraklığın etkilerini biz yeni deneyimlerken, birçok canlı ve ekosistem için geç kalınmış olabilir. Dünya Sulak Alanlar Günü dolayısı ile WWF- Türkiye son 50 yılda Türkiye’de 3 Van Gölü büyüklüğünde (1,3 milyon hektar) sulak alanın yok olduğunu açıklaması bu sulak alanlardaki canlılar için çoktan geç kalındığının göstergesi.

İktidar gözünden ise hegemonya kurmak başlığı öne çıkıyor. Koltuğunu sağlamlaştırmak için yoksul halk üzerinde bir denetim aracı oluveriyor, dış politikada esip gürlemek için alan açıyor. Çözümü de sermayenin önünü açmak ve insan merkezli (ama zengin insan) politikalar ile günü kurtarma çabaları oluyor.

Kuraklık Kim İçin Ne İfade Ediyor?

Kuraklık ve susuzluğu 3 ayrı gözden ve bakış açısından değerlendirdiğimizde farklı başlıklar ve çözüm önerileri ortaya çıkar.

Sermaye gözünden bakınca anahtar kelimemiz kâr oluyor. Bu cenah için kuraklık ve susuzluk kâr alanlarının daralması, kısıtlı doğal kaynaklarla yüzleşme, yatırımlarının aksaması demek, çözümleri de yeni kâr alanları yaratmak üzerinden oluyor.

İktidar gözünden ise hegemonya kurmak başlığı öne çıkıyor. Koltuğunu sağlamlaştırmak için yoksul halk üzerinde bir denetim aracı oluveriyor, dış politikada esip gürlemek için alan açıyor. Çözümü de sermayenin önünü açmak ve insan merkezli (ama zengin insan) politikalar ile günü kurtarma çabaları oluyor.

Ekolojistlerin gözünden bakınca ise birbiriyle bağlantılı ve birbirini besleyen ekolojik yıkımlar ve bu yıkımların tüm canlılara etkisi ön plana çıkıyor. Günü kurtaran çözümler yerine kalıcı ve tüm canlıların yararına çözümler üzerinde tartışılıyor.

Doğaya yapılan her müdahalenin etkisini farklı felaketlerle deneyimlediğimiz (bakınız pandemi) bu zamanlarda ekolojistlerin gözünden bakıp kuraklığı tartışmalıyız.

Kuraklık ve Çeşitleri

Kuraklık, bir bölgedeki nem miktarının azalmasına bağlı olarak gelişen su kıtlığıdır. Bilim insanları ve araştırmalar şu aralar yaşadığımızın su azlığı olduğu, asıl kuraklığın ilerleyen yıllarda yaşanacağı uyarısı yapıyor olsa da yavaş seyreden bir “doğal olay” olan kuraklığın sıklığı ve şiddeti günden güne artacağa benziyor.

Kuraklığın birbiriyle bağlantılı 3 çeşidinden bahsedebiliriz.

Uzun zaman diliminde (genellikle en az 30 yıllık) yağışın ortalamaların altına düşmesi meteorolojik kuraklıktır.

Topraktaki su bitkinin ihtiyacını karşılayamıyorsa tarımsal kuraklıktan bahsedebiliriz. Meteorolojik kuraklığın uzun sürmesi ile hidrolojik kuraklık oluşur. Burada da yeraltı suları, kaynaklar, yüzeysel sular, toprak neminin etkilenmesi söz konusudur.

Kuraklık geçmişte de farklı zamanlar ve coğrafyalarda yaşanmış tabii. Ama bugünün koşullarında kuraklığın etki derecesinin katlanarak artacağını ve doğaya daha çok ve kalıcı iz bırakacağını eklemek gerek. Ekonomik, ekolojik, hegemonik krizler sarmalında boğuşan bir Türkiye’den bahsediyoruz çünkü. Yoksulluk, işsizlik, çarpık kentleşme, düzensiz nüfus yığılmaları, savaşlar vb. durumlara eklenecek kuraklığın etkisi de çok büyük boyutta oluyor haliyle. Kuraklığa bağlı gelişen susuzluk ise yaşamı etkileyen boyutlara varıyor.

Tüm Canlılar İçin Yaşam Güvencesi Su Hakkı Mücadelesi

Canlıların dışarıdan hazır alması gereken bir bileşik olan su, yaşam için vazgeçilmezler arasında. Canlı vücudundaki biyokimyasal olayların devamı için gerekli olmasının yanında Korona günlerinde tecrübe ettiğimiz gibi hijyen için de önemli bir noktada duruyor. Su, ekosistem ekolojisi açısından da önemli bir abiyotik faktör. Biyosferdeki suyun yüzde 97’si okyanuslarda, yüzde 2’si buzullarda, yüzde 1’i göller nehirler ve yer altında bulunur.

Su döngüsünün ana olayları buharlaşma ve yoğunlaşma ile su, yeryüzü ve atmosfer arasında hareket ederek form değiştirir. Güneş enerjisinden gelen ısı etkisiyle su buharlaşır atmosfere ulaşır. Atmosferde soğuk bölgelerde su buharı yoğunlaşarak yağışlar şeklinde yeryüzüne ulaşır. Toprağa ulaşan suyun bir kısmı yer altı sularını oluşturur. Artan karbon salınımı ile küresel ısınma daha fazla buharlaşmaya sebep olurken diğer yandan yağış tipi (kar, yağmur), şiddeti ve zamanında da farklılıklar yaratıyor. Bu durum bazı bölgelerde hiç yağmur yağmamasına, bazı bölgelerde de sellere sebep olabiliyor (Birkaç gün önce İzmir’de deneyimlediğimiz gibi).

Kuraklık ve Ona Bağlı Olarak Susuzluğa Gidişatı Hızlandıranlar

Küresel iklim krizi, su döngüsündeki değişim, su kirliliği gibi ana başlıkların altına sıralayacağımız birçok yan başlık ile gidişatı hızlandıran faktörleri yazabiliriz.

Ormansızlaştırma ile nem dengesi bozuluyor, toprağın su tutma kapasitesi azalıyor ve kuraklık tehdidi büyüyor.

Beton ve asfalt ile suyun toprakla buluşması engelleniyor, yer altı suları azalıyor. Nitekim Türkiye’nin bu “başarısı” NASA resmi internet sitesinde yayımlanan haritayla tescillendi.

Beton yapımında kullanılan çimento sektörünün aşırı fosil yakıt kullandığı ve beton yapımı için 1 kg çimentoya yaklaşık yarım litre su katılması betonun su dostu olmadığını kanıtlıyor.

Madencilik ile ormanlar yok ediliyor, dağlar delik deşik ediliyor, özellikle altın madenciliğinde çok su tüketilerek gidişat hızlanıyor.

Peki ya enerji üretimi için harcanan sular? Yapılan çalışmalar ıslak soğutma sistemli termik santrallerin, kömür ve linyit yakıtlı olanların daha yüksek su tükettiğini göstermiştir.[1] Termik santrallerin su ve hava kirliliği yarattığını ekleyerek tabi.  Son 20 yılda yapımı artan ve ne yazık ki yenilenebilir enerji kabul edilen HES’lerin de termik santrallerden geri kalır yanı yok. HES’ler su miktarını azaltıyor ve sucul canlıların yok olmasına sebep oluyor.

Acaba su dağıtım mekanizmamız ne âlemde? Suyun en az kayıpla dağıtımı sağlanıyor mu? Sorumuzu 2017’de dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu cevaplıyor. Su şebekelerindeki sorunlardan dolayı kayıp kaçak oranının yüzde 50-55 olduğunu açıklıyor bir konuşmasında.

Sektörlere göre su kullanımına bakalım bir de. TÜİK ve DSİ 2018 verilerine göre Türkiye’de suyun yüzde 71,4’ü tarımsal sulamada, yüzde 18,3’ü sanayide, yüzde 10,2’si içme ve kullanma olarak tüketiliyor. 1940’ta dünyadaki su tüketimi 1.000 km3/yıl iken, 1960’ta iki katına çıkmış ve 1990’da ise 4.130 km3/yıla ulaşmıştır[2]. Bu rakamlara baktığımızda su tüketim miktarının artışının “Yeşil Devrim” olarak bilinen tarımsal üretim artışını hedefleyen endüstriyel tarım olarak da tanımlayabileceğimiz döneme denk geldiğini görürüz.

Tarımdan bahsetmişken hayvancılığın su tüketimindeki payına bakalım. Çoğu yoksulun aylarca boğazından geçmeyen kırmızı et için harcanan su miktarı dudak uçuklatıyor. Araştırmalar 1 kg kırmızı et üretilirken 15 bin 455 litre su harcandığını gösteriyor.

Sermaye ve iktidarın doğa denilince ekolojik bilinçten yoksun icraatları biz istemesek de her yerde hayatımıza giriyor. Ödül alacak işlere imza atmışlar ne diyelim? Altın madenciliğine verdikleri yüksek destek ve beton bağımlılıklarından dolayı “Altın Beton” ödüllerini hak ediyorlar.

Ekolojik Bilinç Fakiri Olmak Su Fakiri Olmaktan Daha Tehlikeli

Gidişatı hızlandıran faktörleri yukarıda yazdım. Çözüm bu faktörleri ortadan kaldırmak ya da en aza indirmek için adımlar atmak olmalı. Günü kurtaran çözümlerden öte ekolojik temelli çözümlere ihtiyaç olduğu gün gibi ortada. Yani pandemi sürecinde de tecrübe ettiğimiz gibi tedavi edici çözümlerden çok koruyucu önlemlere ihtiyaç var.

Sermaye ve iktidarın doğa denilince ekolojik bilinçten yoksun icraatları biz istemesek de her yerde hayatımıza giriyor. Ödül alacak işlere imza atmışlar ne diyelim? Altın madenciliğine verdikleri yüksek destek ve beton bağımlılıklarından dolayı “Altın Beton” ödüllerini hak ediyorlar.

Bir iki hafta önce Erdoğan’ın su zengini olmadığımızı açıkladığı konuşmasından başlayalım. Konuşma çözüm olarak alternatif su depolama yöntemlerini ve yer altı barajları gibi günü kurtaran, diğer canlıları hesaba katmayan çözümleri müjdeliyor. Bu konuşmayı yaptığı sıralarda, yeni barajların temelleri atılıyor, ormanlar meralar imara açılıyor, maden şirketlerinin önü açılıyor. İktidarın doğadan, halktan, canlılardan yana çözüm üretmeyeceğini, sermayeden yana yön alacağını biliyoruz ve birebir deneyimliyoruz.

“Altın Beton” Kazanan Doğa Düşmanı Çalışmalar

Türkiye’de “Altın Beton” kazanacak çok icraat var, ama ben kuraklığı hızlandıranlar üzerinden örnekler vereceğim.

  • 80 kadar göl ve gölcüğü yok ederek[3], tonlarca beton dökülen 3. havalimanı ve 381 bin ağacın kesilmesine sebep olan 3. köprü gibi mega projeler,
  • Tüm itirazlara rağmen yapılmasında ısrarcı olunan, yapım güzergâhı üzerindeki akiferleri[4] yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak olan Kanal İstanbul,
  • 2021’in ilk icraatlarından birinin “6831 sayılı Orman Kanunu’nun Ek 16’ncı Maddesi Kapsamında Orman Sınırları Dışına Çıkarma İşlemlerine İlişkin Yönetmelik” in yürürlüğe konulması [5] ile ormanlardaki yapılaşmanın önünü açan yasal düzenlemeler,
  • 68 ilde 766 maden sahası için başlatılan ihale süreci ve 10 Kasım günü birkaç şirkete verilen işletme ruhsatları[6] gibi madenciliğin önünü açan uygulamalar,
  • 2002-2008 yılları arasında iki tuz gölü büyüklüğünde 550 milyon ton asfalt[7] dökülerek otomobilleri önceleyen çalışmalar,
  • Dünya genelinde kömürlü termik santral projelerinde düşüş varken Türkiye’de 2. sıraya yükselmeler[8],
  • Çimento sektöründe, Avrupa’da birinci, dünyada altıncı sırada olunduğu için gururlanmalar[9],
  • Bölgenin iklim ve toprak koşullarına uygun ekin yetiştirmek, az su tüketen sulama yöntemlerinin kullanılmasını teşvik etmek yerine, birkaç tarım tekelinin kâr hırsına bırakılan politikalar,
  • 2020 Eylül ayı verilerine göre sanayi üretiminin yıllık yüzde 8,1 artışı[10] sağlanarak suyun tüketilmesi ve kirlenmesine katkı sağlamalar,
  • Dereleri kenarlarına beton dökerek “ıslah” etmeler,
  • Hijyen sağlayacağız diye sokakları deterjanlı su ile yıkayarak su kirliliğini artırmalar…

Daha uzadıkça uzar bu liste. Beton cehennemi olan bir ülke için şimdilik bu kadar “Altın Beton” ödülü yeter.

Kuraklığa gidişatı hızlandıran her hamle gündemimizi belirleyecek yeni sorunları beraberinde getiriyor.

“İnsani zaman ölçeklerinde, coğrafyayı tahrip etmemiz kendimiz için maliyetli olacak. Erozyona kaybedilmiş toprak, denizlerce yutulan kıyılar ve kapitalizmin sunağında kurban edilen dağ başları bizim ömrümüz içinde yerlerine geri konmayacak. Ve yapılan bu değişiklikler yüzlerce yıllar boyunca insanlığın gündemini belirleyecek olan bir hidrolojik, biyolojik, sosyal ve politik yan etkiler tufanına yol açacak”[11]

Sınır Aşan Sorunlar

Kuraklık tehdidi artıkça suyun kullanımı, dış politikada da önemli çatışma gündemlerinden biri haline geliyor. Bir ülkeden doğarak başka ülkeye geçen sular “sınır aşan sular” olarak tanımlanıyor.

Sınır aşan su kaynaklarından olan Dicle- Fırat nehirleri Irak ve Suriye ile ilişkiler açısından kritik noktada duruyor. Hegemonya mücadelelerine alet edilen su meselesi, anlaşılan o ki daha çok gerilime gebe. Türkiye’nin coğrafi konum avantajını kullanarak temel hak olan su üzerinden ürettiği yanlış dış politikaların ceremesini Irak, Suriye ve Türkiye halkları çekiyor.

Ekolojik sorunlar sınıfsal uçurumları derinleştiriyor. Dünyada suya erişemeyen 750 milyondan fazla insan var. Suya erişim sorunu aynı zamanda bir halk sağlığı sorunudur ki bunu Korona günlerinde tüm etkileriyle deneyimledik.

Kuraklıkla Gelen Toplumsal Sorunlar

Farklı zamanlarda farklı ekolojik sorunlardan dolayı yaşam alanları yok olan canlılar ya ölüyor ya da göç ediyor. Canlıların çevre şartlarına gösterdikleri uyum yeteneği yani dayanma gücüne tolerans deniyor. Dolayısıyla, toleransı az olan canlı türleri ekolojik yıkımdan en çok etkilenen türler oluyor. Yani insanların etkilenme derecesine gelene kadar zaten birçok canlı ya yok olmuş ya da çoktan göç etmiş oluyor. Yapılan araştırmalar kuraklık ve çölleşme ile her yıl 12 milyon hektar toprağın yok olduğunu gösteriyor. İç içe geçen ekolojik sorunlar gıda krizini de tetikliyor. Ekoloji temelli göç diyebileceğimiz bu göçlerde (ki iklim göçleri de deniyor) bir yılda 17 milyon aşkın insanın yer değiştirdiği biliniyor. Bu göçler farklı toplumsal sorunları da beraberinde getiriyor.

Ekolojik sorunlar sınıfsal uçurumları derinleştiriyor. Dünyada suya erişemeyen 750 milyondan fazla insan var. Suya erişim sorunu aynı zamanda bir halk sağlığı sorunudur ki bunu Korona günlerinde tüm etkileriyle deneyimledik.

Gündemimize giren kuraklık ile kafada beliren sorular ve kaygılar da eşitsizliğin göstergesi değil mi?  Suya erişebilecek miyim? Suyu daha çok depolamak için ne yapabilirim? sorularını soran kitleler arasındaki derin fark gibi.

Sınıfsal uçurumları görmezden gelerek üretilen çözümler gerçekçi değildir.

Halkı Değil Sermayedarları Tasarrufa Çağırın

Halka tasarruf yapın çağrıları, sorunu bireysel tüketime indirgeyip hedef şaşırtma hamleleridir. Bir avuç sermayedarın evsel tüketim miktarı ile zorunlu tasarruf yapan yoksul halkın tüketimi arasında dağlar kadar fark var, ilkin onu belirteyim.

Sanayinin ve kâr odaklı tarım tekellerinin ve hayvancılık sektörünün su tüketimi üzerinden konuşmak yerine, bireysel tüketime odaklanmak aymazlıktır. Virüsle mücadeleyi salt maske takmaya indirgeyen söylemlerden farksızdır bu çağrılar.

Bu zihniyetten çıkan tasarruf çağrıları da kârlarını düşüren tasarruf çözümlerine baskı ve tahakkümle cevap üretiyor. Hatırlayalım 2007’de Dikili Belediyesi Başkanı Osman Özgüven hane başına aylık 10 m3’e kadar bedava su verdiği için dava edilmişti.

Suyu tasarruflu kullanma önemsizdir demiyorum tabi ki. Doğa dostu bireysel tedbirlerin toplumda farkındalık yaratmak ve ekolojik krizi gündemde tutmak açısından büyük öneminin olduğunu düşünüyorum. Bu tarz bireysel çabaların mücadele alanına dönüşmesiyle kalıcı çözümler üretileceğini ekleyerek ama. Bireysel tedbirler ekoloji mücadelesiyle birleştiği kadar dönüştürücü güç kazanır.

“İleri sermaye kültürü toplumu meta tüketimi bağımlılarından oluşan bir topluluğa dönüştürmeğe çalışır; “iş yapmak için iyi”, ama ekolojiler için o oranda da kötü bir durumdur bu. Burada kötülük çift başlıdır; aman vermez tüketim kirlilik ve çöplere neden olurken, meta bağımlılığı da ekolojik krize direnmek şöyle dursun onu kavramaktan bile aciz bir toplum yaratır.”[12] Kapitalizmin yarattığı bu kültürün farkına varıp, sistemin talep ettiği bireyler olmamak için mücadele etmek ve krizleri yaratanın kapitalizm olduğunu gören yerden onu yıkmak için mücadele etmek nihai hedefimiz olmalı.

Peki Ne Yapmalı?

Ekolojik krizleri doğuran ve büyütenin kapitalist sistem olduğunu dillendirmekten vazgeçmemeliyiz. Kâr ve büyümeye odaklı bu sistemde doğa, hammadde ve yatırım alanıdır. Su metalaştırılır, ticarileştirilir. Yaratılan tüketim kültürü ile kâr içermeyen çözümlere kapalı olan bu sistemde, ekolojik temelli çözümler için mücadele etmek hayati önem taşıyor. Kuraklığa gidişi hızlandıran faktörleri gören yerden kalıcı çözümler için mücadele edilmeli.

Ekolojistler ve bilim insanları kuraklık tehdidini yüksek sesle dile getirmeye devam etmeli, düzenledikleri kuraklık forumları (Kuzey Ormanları savunmasının yaptığı gibi) ile doğadan ve tüm canlılardan yana kolektif çözümler üretmeli, bu çözümlerin uygulanması için yerel yönetimlerden başlayarak tüm yönetim kademelerine baskı mekanizması oluşturulmalı.

Kapitalist büyüme için değil, tüm canlıların yaşamı için su hakkı mücadelelerini büyütmeli.

“Su hakkı mücadeleleri; suya fiziki ve ekonomik erişim hakkı, su varlıklarını kirleteceği öngörülen petrol boru hatlarına karşı mücadeleler, su varlıklarının kıt olduğu bölgelerde aşırı su çeken şirketlere karşı mücadeleler, yaşam alanlarını sular altında bırakan barajlara karşı veya nehirleri kurutan HES’lere karşı mücadeleler gibi çok çeşitli mücadeleleri kapsamaktadır. Merkezinde su meselesi olan ama ekonomik, çevre, kültür gibi farklı nedenlere dayanabilen mücadelelerdir.”[13]

Yaşam alanları ve yaşam hakkı için ekolojik mücadele faşizmin kurumsallaşması önündeki engellerdendir. Barajlardan bu kadar bahsetmişken halkın barajının da sermaye ve iktidarı direnişler altında bıraktığını ve bırakacağını görelim.

 

Dipnotlar

[1] http://hkk2017.akdeniz.edu.tr/wp-content/uploads/2017/10/013.pdf

[2] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/70632

[3] https://www.youtube.com/watch?v=8vvwrM_P1ws

[4] Yeraltı suyu taşıyan tabakalar

[5] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2021/01/20210107-17.pdf

[6] https://www.gazeteduvar.com.tr/10-kasim-altin-ittifaki-koc-albayrak-cinliler-makale-1505322

[7] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/22/su-baskinlari-asfalt-degil-siyasetci-kaynakli

[8] https://www.iklimhaber.org/yeni-calisma-planlanan-komurlu-termik-santral-sayisi-4-yildir-azaliyor/

[9] https://www.emlakgundemi.com.tr/sektorel/tamer-saka-ic-pazardaki-daralma-ihracatla-telafi-edilebilir-h17333.html

[10] https://tuikweb.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33804

[11] Yeryüzünün Zamanı, Marcia Bjornerud, Metis Yayınları, s. 99.

[12] Doğanın Düşmanı, Joel Kovel, Metis Yayınları, s. 95.

[13] Türkiye’de ve Dünyada Su Krizi ve Su Hakkı Mücadeleleri, Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği, Ağustos 2017, Uluslar Arası Su Hakkı Mücadeleleri, Dr. Özdeş Özbay.