Askıda yaşamak istemiyoruz! Onurlu, güvenceli, insanca yaşam mümkün!

Aylardır “reform” adı altında, halka kesilen acı reçetenin renkli ambalajı olmaktan öteye gitmeyen “ekonomide reform” vaadi konuşuluyor. İktidar koalisyonu sıkıştığı krizden çıkış için, içeride ve dışarıda sermaye örgütleriyle müzakerelere soyunup, patronlarla görüşüyor. Türkiye, emperyalist sermayeye ucuz işçi cenneti olarak pazarlanıyor. Sermayeye vergi aflarıyla, teşvik paketleriyle güvence verilip, iktidarın ömrünü uzatmanın yolları aranıyor.

Erdoğan’ın reform vaadinin neye tekabül ettiğini, adeta bir “sefalet ücreti”nden farksız olan 2021 asgari ücretinin belirlenmesinde bir kez daha görmüş olduk. Belirlenen sefalet ücretine ise erişemeyen milyonlar var. Gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliğin her geçen gün daha da keskinleştiği, yoksulluğun giderek derinleştiği ülkemizde, yeni yılın “sefalet ücreti”ni, ardı arkası kesilmeyen “sefalet zamları” izledi ve belli ki arkası daha da gelecek.

Geçinemiyoruz

Ekonomik kriz yapısallaşırken, pandemiyle birlikte kriz daha da yaşamsal bir hal aldı. Açıklanan işsizlik verileri- iktidar menşeili- hiç kimse için güven teşkil etmiyor. İşsizler ordusunun nüfusu 10 milyonu aştı. Pandemi döneminin ana olgularından biri haline gelen ücretsiz izin olgusu resmi işsizlik rakamlarına dâhil edilmiyor. Ancak Nisan ayından itibaren patronlara fiilen kıdem tazminatı vermeden işçi çıkartma fırsatı tanıyan ücretsiz izin uygulaması sonucu çıkartılanların toplam sayısı 2 milyonu geçmiş durumda. Mayıs ayında geniş tanımlı işsizlik oranı ücretsiz izinlerle birlikte 11,5 milyona dayandı.

Pandemi döneminde, günlük ve gündelik işlerde çalışanların yüzde 86’sı işsiz kaldı. Çocuk işçi sayısı 2 milyona dayandı. Resmi verilere göre iflas eden esnaf sayısı 100 bine ulaşmak üzere.

Faturasını ödeyemediği için 3 milyonu aşkın hanenin doğalgaz ve elektrik aboneliği kesildi. Ülkedeki her 5 üniversite mezunundan 1’i ne çalışıyor ne de iş arıyor. İstihdamda ve eğitimde yer bulamayan milyonlarca genç var. İşgücünün dışına itilmiş milyonlar var. İş bulma ümidi tükenen milyonlar var. Ne gençler gençliğini ne de emekliler emekliliğini yaşayabiliyor. 7’den 70’e milyonların ortak duygusu geleceksizlik ve güvencesizlik.

Alım gücü giderek düşüyor. Hayat pahalılığı yükseliyor. Emekçiler en temel geçim ihtiyaçlarına erişemiyor. Başta gıda fiyatları olmak üzere, emekçi halkın mutfağı yangın yerine dönmüş, barınma, ısınma, elektrik, su, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlar lükse kaçmış, halk boğazına kadar borca batmış vaziyette.

Vergi yükü neredeyse tümüyle yoksul halka kesilirken, ülkemizdeki servet zenginlerinden aynı oranda vergi alınmıyor, hatta daha da ötesinde sermaye gruplarının vergi borçları bir kalemde silinip, vergiden kaçınma ve vergi kaçırma yolları da bizzat yapılan yasal düzenlemelerle açık bırakılıyor.

Gelir adaletsizliği ve vergi uçurumu

Sadece zam üstüne zam gelen fiyatlar, faturalar değil, artan vergi de halkın belini iyice büküyor. Hâlihazırda mevcut dolaylı vergilerin ağırlığı altında ezilen emekçiler yeni vergi zamlarıyla “müjdeleniyor.” Geçtiğimiz haftalarda vergi yükünü daha da artıran yeni bir düzenlemeyle, Özel İletişim Vergisi’nin (ÖİV) yüzde 7,5 olan oranı yüzde 10’a yükseltildi. İletişimden alınan vergilerin artırılmasını, elektrikli otomobil vergisine yapılan zamlar izledi. Dolaylı vergilerin önümüzdeki günlerde daha da artması bekleniyor. Akaryakıttan otomobile, internetten, elektriğe, doğalgazdan aldığımız ekmeğe kadar her şey KDV ve ÖTV gibi giderek yükselen dolaylı vergilerle vergilendiriliyor.

Vergide adalet, herkesten gelirine göre vergi almakla mümkünken, sermaye çıkarlarını kollayan iktidar işbirliği ile yüklü vergi sistemi ve vergi politikalarıyla zengin daha da zenginleşirken, yoksul daha da yoksullaşıyor.

Sadece 2020 yılının vergi rakamlarına şöyle bir göz gezdirince, servet zenginlerinin bir asgari ücretli kadar bile vergi ödemediğini görmek mümkün. Vergi yükü neredeyse tümüyle yoksul halka kesilirken, ülkemizdeki servet zenginlerinden aynı oranda vergi alınmıyor, hatta daha da ötesinde sermaye gruplarının vergi borçları bir kalemde silinip, vergiden kaçınma ve vergi kaçırma yolları da bizzat yapılan yasal düzenlemelerle açık bırakılıyor.

Öyle olmasa vergi cennetine dönüştürülen illegal adacıklar, egemenler tarafından bunca normalleştirilmezdi. 2020’nin açıklanan ama aynı zamanda açıklanamayan, ismi gizli tutulan vergi rekortmenleri diye bir veri meşrulaştırılmazdı. 2020 yılı vergi rekortmenlerinin 100’ünden 67’sinin isminin açıklanmamasını başka nasıl izah ederiz ki?

Yoksula güvence, servete vergi

İktidar sözcüleri, her gün kürsülere çıkıp, “bu ülkede yoksulluk sorunu yok” diyorlar. Evet, aslında haklılar. Bu ülkede ayan beyan bir “zenginlik sorunu” var. O zenginleşmeden doğan bir yoksullaştırma sorunu var.

Kapitalizmin geldiği aşamada, zengin ve yoksul arasındaki devleşen sınıfsal uçurumda, zengin olmak demek başkasının emeğinin ürününe el koymak, üretenlerin emeğinden çalıp çırpıp vurgun yapmak demek. Neoliberalizmin açtığı yoldan tarihin, kentlerin, doğanın, toprağın, havanın, suyun doğal zenginliklerin hunharca yağmalanıp, talan edilmesi demek. Servet zengini olmak, emek sömürüsü ve işçilerin kanı üzerine inşa edilen saray saltanatı ve şatafatı demek. Milyonları mülksüzleştirip o mülksüzleşme üzerinden devasa mülkleşme demek…

Zenginlik ne Allah’ın bir lütfu olan doğuştan gelen bir kader ne de öyle zekâ parıltılarından çıkan yeteneklerle sağlanan, alın teriyle gelen doğal bir zenginleşme halidir. Servet zengini olmak suçtur. Bugün memleketin üzerine adeta bir karabasan gibi çöreklenmiş olan beşli çete mesela… Fıtratlarına, çalışkanlıklarına, döktükleri alın terine mi borçlular onca zenginliği, yoksa işledikleri suçlara mı? Hangi doğa yağmalarından, hangi işçi katliamlarından, hangi hak gasplarından geçerek en tepedeki zenginlik koltuklarına oturduklarını hepimiz biliyoruz. Ve o zenginler şimdi milyonların yaşamına hükümet ediyor.

Ekmek kuyruklarına, çöplerden toplanan çürüklere, kuru ekmeğe, pazar artıklarına, onların saray sofralarından arta kalan kırıntılara razı gelelim istiyorlar. Üstelik bu razı gelişi de, kendi isteğimizle yapalım istiyorlar, ki dini ve İslam’ı kullanarak, Müslümanlığı kendilerince eğip bükerek, Allah’ı, peygamberi, kitabı kendi çıkarlarınca allayıp pullayarak, aman devletimize zeval gelmesin, beterin beteri var deyip şükrederek yoksulluğa, açlığa ve ölüme rıza göstermemizi istiyorlar. İşte bu rızayla suçlarını ört bas edip saraylarda lüks ve şaşaa içinde yaşamaya devam etmek istiyorlar… Onların sofraları yoksulun adını bile bilmediği ejder meyveli smoothieler, starex eşliğinde aloeveralarla donatılırken, halk “askıda ekmeğe” tamah etsin istiyorlar.

Ama artık yeter. Bu böyle gitmez. Askıda yaşamak istemiyoruz. İşsizlik, yoksulluk, açlık, ölüm kaderimiz değil. Bu cehennem içinde yaşamaya mecbur değiliz. Biz milyonlarız, biz halkız, onlar ise bir avuç vurguncu azınlık.

Hepimizin özlediği, arzu ettiği, hak ettiği onurlu ve insanca bir yaşam hayal değil mümkün. Zaten yaşamlarımız ekmek kavgasına, hayat memat meselesine dönüşmüşken kaybedecek neyimiz var? Oysa kazanacak bir gelecek, onurlu, güvenceli ve insanca bir yaşam varken… Ve üstelik değiştirecek gücümüz varken. Tek ihtiyacımız olan şey “biz” olmak. Hem de hemen şimdi, bugünden başlayarak.