Otoriterleşen Emek Rejimi Karşısında Mücadele

Yaklaşık bir yılı bulan pandemi koşullarında, üretim ve hizmet çarklarını durmaksızın döndürdü sermaye. Pandemiyi fırsat bilerek, üretim ilişkilerini yeniden yapılandırmaya ve her koşulda “kesintisiz üretim sağlamak” için ihtiyaç duyduğu yasal düzenlemeleri gerçekleştirmeye çalışıyor. Bir taşla birden çok kuş vurmaya niyetli. Bu düzenlemeler işçi sınıfının mücadele ile kazandığı haklarının gasp edilmesiyle gerçekleştiriliyor elbette.

Yeni bir emek rejimi inşa ediliyor. Sermaye yaşadığı yapısal krize karşı geliştirdiği stratejisini pandemi ile hızlandırarak hayata geçirme zemini yakalamış oldu.

Sözde işçilerin sağlığını korumak için kapalı çalışma metodunu uygulayan fabrikalar, virüse yakalanan işçilerin işten atılması, virüse karşı fiziksel mesafeyi koruma bahanesiyle işçilerin her anını gözetleme projesi, izole üretim tesislerinin kurulacağının “müjdesi”, işte bu yeni rejimin görünümlerindendir.

İktidar ve Sermayenin İstediği: Modern Kölelik”

OHAL’den bu yana, sermaye ve hükümetin gizlisiz saklısız dayanışması, kol kola bir ilişkisi var. Hükümet sermayeyi beslemeyle doyuramıyor. Her fırsatta sermaye örgütleri ile yan yana gelip torba torba yasalar çıkarıyor ve teşvikler sağlıyor.

Özellikle pandemi süreciyle sermayeye her türlü teşvik ve olanağı sunan iktidar, Temmuz ayında meclisten geçirdiği “Kölelik paketi”nden ücretsiz izin ve İşsizlik Sigortası Fonu’nun patronların emrine amade edilmesi çıktı. İşçinin ekmeği daha da küçüldü, işsizlik, salgın ve pahalılık karşısında daha güvencesiz hale getirildi.

Patronların en kullanışlı silahı oluveren ücretsiz izin uygulaması, haklarına sahip çıkan ve hak gasplarına karşı sesini yükselten işçilerin üzerinde patlıyor. 2,3 milyona ulaşmış durumda ücretsiz izin ile çıkartılan ve günde 47 TL ile yaşamak zorunda kalan işçilerin sayısı. 47 TL’yi de “hak edebilmek” için ise 17 Nisan’dan önce işe başlamak şartı var.

Salgın sürecinde işten çıkarma yasağının “istisnası” olan ve patronların keyfi bir biçimde kullanabildiği “Kod 29”, işçiyi “damgalayarak” açlığa mahkum ediyor. Kod 29; işçinin İş Kanunu’nun 25. maddesinin ikinci bendinde sayılan “Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller (davranışlar)” sergilediği gerekçesiyle iş akdinin feshedildiğini gösteriyor. Patronların işten çıkarma yasakları süresince istediği gibi işçi çıkarmak ve tazminat ödememek için kullandığı bu madde işçinin hiçbir hakkını kullanamamasına sebep oluyor. İşsizlik ve kısa çalışma ödeneğinden faydalanamayan işçi, bu kod ile damgalandığı için başka bir yerde de iş bulamıyor. Tam bir alçaklık!

Güvencesiz çalışma milyonlarca işçi için artık hâkim bir çalışma rejimi haline geldi. Sadece kayıtdışılık olarak tanımlanan güvencesizlik; sermayenin ücretlerde ve çalışma saatlerinde yaptığı keyfi değişikliklerle, kuralları tamamen patronların belirlediği yeni bir biçim halini aldı. İşçinin sağlığını düşünen değil; işverenin çıkarına uygun, esnek ve kuralsız bir çalışma rejimi. Kuralsız olması ile şüphesiz; denetlenmesi mümkün olmayan, müdahaleye kapalı bir biçim hedefleniyor ve adım adım hayata geçiriliyor. 

Salgınla beraber yaşanan kitlesel işsizlik, iş ve gelir kayıplarının emekçilerin yaşamlarını tehdit eder hale gelmesi, sermayenin kölece çalışma rejimini dayatmasını kolaylaştırıyor. “İş tercih etme hakkını” kendinde göremeyen işçi, çalıştığı işyerinde gördüğü kölece muameleye tepki göstermekte zorlanıyor.

Öte yandan sermaye sınıfının tüm bu saldırıları, hakkını arayan, sendikaya üye olan, iş yerinde sorunlara ses çıkaran işçinin tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanıyor.

Sendikaya üye olan işçilerin ücretsiz izin ile işten çıkartılması, sendika çalışması başlayan işyerinde patronun, işçilerin kayıtlı olduğu iş kolunu değiştirmesi gibi örnekler hayata geçirilmeye çalışılan çalışma rejiminin kendini inşa ettiği zeminlerdir.

Çok açık ki pandemiyi yeni bir çalışma rejimi için katalizör olarak kullanan iktidar ve sermaye, emek üzerinde mutlak egemenlik kurmak istiyor.

Bir tarafta ülke çapında faşizmin inşasına soyunan iktidar, diğer tarafta fabrikalarda emeği güvencesiz ve kölece çalışma koşullarına zorlayan ve mahkûm eden sermaye. Birbirini koruyup kollayan, birbirinin destekçisi, ikisi aynı sömürü ve zulüm çarkının farklı dişlileri…

İşyerleri önünde işçilerin yaktığı çoban ateşleri; iktidar ve sermayenin birbirine arka çıkarak emeğe yönelik saldırılarına karşı bir mücadeledir. Emeğe yapılan çok yönlü saldırılara karşı mücadele etmek, kölece çalışma koşullarının hâkim olmasını engellemek ve acil yaşamsal ihtiyaçları elde edebilmek için verilmesi gereken zorunlu bir mücadeledir.

Çalışmak, Yaşamak, Direnmek

İnşa edilen yeni emek rejimine karşı mücadele artık bir yaşam mücadelesi haline gelmiştir.

İşe geri dönmek, insanca geçinebilecek bir ücret almak, gasp edilen haklarımızı savunmak için direnmek zorundayız bu emek rejiminin içerisinde. Çalışmak, yaşamak ve direnmek herhalde hiç bu kadar birbirini zorunlu kılan ve iç içe bir ilişki içerisinde olmamıştı.

Sendika hakları için direnen PTT, Baldur Süspansiyon, Ekmekçioğulları, Migros Depo işçileri; ücretsiz izin köleliğine karşı mücadele eden Simbo, Nak Kargo, Tayaş Gıda işçileri; ücretleri ve tazminat hakları için direnen Kayı İnşaat, Bimeks, Soma, Ermenek işçileri; işte tam olarak bunu yapıyor. Haklarını almak için, insanca çalışmak için direniyor.

İşyerleri önünde işçilerin yaktığı çoban ateşleri; iktidar ve sermayenin birbirine arka çıkarak emeğe yönelik saldırılarına karşı bir mücadeledir. Emeğe yapılan çok yönlü saldırılara karşı mücadele etmek, kölece çalışma koşullarının hâkim olmasını engellemek ve acil yaşamsal ihtiyaçları elde edebilmek için verilmesi gereken zorunlu bir mücadeledir.

Nasıl Yapmalı, Etmeli?

İşçilerin en temel haklarına sahip çıkmak ve zorunlu ihtiyaçlarını giderebilmek yaptıkları direnişler sınıf mücadelesine nefes oluyor, ama aynı zamanda sınıf hareketlerine de görev ve sorumluluk çıkartıyor. Yaşadığımız bu kriz dönemi, sermaye sınıfının emekçilere saldırısı aynı zamanda işçi sınıfının örgütlülüğünü geliştirme olanakları da sunmaktadır.

İşçi ve patron arasındaki çelişkinin en sert ve doğrudan yaşandığı yer olan üretim alanında yani fabrikalarda ve iş yerlerinde, işçinin söz ve karar sahibi olacağı mekanizmaları kurmak; sermayenin kölece çalışma koşullarını dayatmasına karşı verilecek mücadelenin ana öznesini oluşturmak anlamına gelecektir. Bu mekanizmalar, kendi doğal önderliklerini çıkartacak, işçiler kendilerini yalnız hissetmeyecek, patronun işyeri içerisindeki emeğe karşı her hamlesine ortaklaşa cevap üretebilmeyi kolaylaştıracaktır.

İş yerlerini işçi için adeta hapishaneye çeviren, sendikayı içeriye sokmayan, içeride istediği gibi at süren patronların ve iş yerlerinin teşhir edilmesi önemlidir. Nak Kargo önünde direnen işçinin deyimiyle “Öyle yağma yok!” sözü, işçi havzalarının her köşesine yayılmalıdır.

İşçileri, iş yerlerinden başlayıp yaşam alanlarına ve yaşamlarının her anına kadar kuşatıp kapsayacak dayanışma ağları; kapitalist sistemin işçinin yaşamının her alanını tahrip etmesine karşı, işçi sınıfının dayanışma ile kendisini koruyacağı ve başka bir ilişki biçimini mümkün kılabileceğinin ilk adımı olacak, sömürüsüz bir dünya özlemini güçlendirecektir.

Dayanışma ağları, çok yönlü bir yayılımla, işçinin çocuğuyla, eşiyle, ailesiyle, yaşadığı mahallesiyle ve yetiştiği kültürüyle ilişkiye geçmeli; sistemin çürüttüğü, yozlaştırdığı yerlerde dayanışma içinde yeni değerler üretmelidir.

İş yerlerinin önünde direnen işçilerin sınıf mücadelesi ile bağlar kurup kaynaşmalı ve hepsini ortaklaştırmalıdır. Şimdi sermaye ve iktidarın, emek üzerinde kurmaya çalıştığı mutlak hakimiyetin üzerine yürüme zamanıdır. Saldırıları geri püskürtmeli, sömürü çarklarını kırma iradesini işçi havzalarına taşımalıyız!