Laikliği Yeniden Düşünmek: İlericilik-Gericilik Kıskacına Alınmış Kadın Mücadelesinde Kurucu Bir İlke Olarak Laiklik Olgusu

Sosyalist feminist teori, içerisinde yaşadığımız toplumsal yapıyı, üzerinde konumlandığımız zemini patriyarkal kapitalizm olarak tanımlar. Patriyarkal kapitalizm kavramsallaştırması, sosyalist feminizmin Marksist teoriye yapmış olduğu en önemli ve başat katkılarından biri olagelmiştir.

Kapitalizm kurumsallaşırken patriyarkayı yok etmemiş ya da edememiş, bu iki kurucu sistem her ne kadar çelişse, çatışsa da, alabildiğine iç içe geçmiştir. Patriyarkal kapitalizmin kastlaşmış ama donmuş olmayan, canlı, akışkan ve sürekli güncellenen kimi dayanak noktaları, kurumları vardır. Feminizm, patriyarka vepatriyarkal kapitalizmle mücadelesinde bu kurumlarla, yani erkek egemen sistemin kurumlarıyla ve ilişkilerle mücadele eder.

Patriyarkanın dayanak noktaları olan bu kurumlar ve ilişkiler, patriyarkal ideolojiyi doğallaştıran, mutlaklaştıran ve güncelleştirerek derinleştiren kurumlar olagelmiştir.

O kurumlardan biri de, hiç kuşkusuz, üzerinde belki de en çok spekülasyonun olduğu -hem dünya tarihinin gidişatı hem de Türkiye tarihselliği ve özgünlüğü açısından- yaşamın tüm alanlarına sirayet etmiş olan ve Hikmet Kıvılcımlı’nın “Meselemiz hiç de ikincil üçüncül kategoriden bir iş sayılamaz. Çünkü din konusu, sadece toplumun çatısında tıkırdayan bir kültür meselesi değil, insan beyninde, düşünce mekanizmalarında işleyen adeta sistemleşmiş canlı bir düşünce biçimidir ve insan beyninde kolayca sökülüp atılamayacak derinliklere yapışmış köklere sahiptir.” diye nitelediği, dindir.

Din ya da İslam başlığını açarken, aynı zamanda devlet ve sermayenin kendi ihtiyaçları doğrultusunda araçsallaştırdığı, simgeleştirdiği bir olgudan söz ederiz. Zira İslam somut-tarihsel bir olgu olarak toplumsal güçlerin yorumuna tabii tutularak, orasından burasından çekiştirilip belli ideolojilerin çıkarları doğrultusunda içerilegelmiştir.

Bu olguya daha yakından bakmak için, devlet, rejim, siyaset düzleminde din ile kurulan ilişkiselliğe, siyaset ile din arasındaki mesafe ya da mesafesizliğe bakarak onlarca örnek verebiliriz. Söz konusu devlet, rejim, sermaye üçgeninin kuruluş temellerini incelediğimizde, dünya tarihinin hemen her döneminde olduğu üzere, coğrafyamızdaki inşa süreçlerinde de tarihin taşıyıcı öznesi olma rolü kadınlara yüklenmiştir. Kadınlara yüklenen bu rol, Türkiye tarihinin çeşitli dönemlerinde de kendisini farklı biçimlerde göstermiştir.

Bu makalenin sınırları çerçevesinde, kurucu bir ilke olarak “laiklik” kavramını, kadın hareketi bağlamında, kabaca Türkiye tarihinin üç momentindeki kimi özel olgular üzerinden öne çıkararak irdelemeye çalışacağım.

1908 Momenti

1908 momenti, hem üzerinde konumladığımız toprakların tarihsel akışı açısından hem de kadın kurtuluş hareketinin seyri açısından oldukça önemli bir tarihsel dönemeçtir.

1908, yani 2. Meşrutiyet, geleneksel Osmanlı toplumunun sosyal, siyasal, eğitim, hukuk alanlarında çok hızlı bir değişim ve dönüşüm içerisine girdiği ve Osmanlı’nın farklı bir yapılanmaya doğru evrildiği önemli bir siyasal tarihi imler. Meşrutiyet, Osmanlı’da birçok alanda “modernleşme” dönemi olagelir ve bu kritik geçiş döneminde geleneksellikle modernlik arasında denge kurma ve taşıyıcı özne olma rolü kadınlara verilmiştir.

Elbette her şeyi değiştirip dönüştüren, yeni bir siyasallaşma dalgası olarak da yaşanan bu “modernleşme” dönemi, bu topraklarda kökleri 1870’lere kadar dayanan uzun erimli kadın kurtuluş mücadelesinin de önünü açmış, kadınlar bu dönemde mücadelelerine yeni katlar döşemiş, kamusal alanda kadın görünürlüğü hiç olmadığı kadar artmıştır.

(Bu dönemin daha ayrıntılı bir analizi için, kaleme aldığım şu yazıya bakılabilir.)

Türkiye Cumhuriyeti’nin ve onun kurucu ideolojisi olan Kemalizmin kurucu öğelerinden biri olan laiklik; resmi tarih yazımındaki gibi, eski despotik yapının tasfiye olduğu zeminin üzerine bina olacak şekilde halkın kendi elleriyle yeniden inşa ettiği bir “Türkiye Cumhuriyeti”nin aksine, despotik Osmanlı devlet yapısını kapitalizmle uyumlu olacağı bir dönüşüme uğratarak, bu yeni güncelliğin içinde kimi bozumlara uğramış bir despotik laiklik olarak gerçekleşir ve yaşanır.

Cumhuriyet Dönemi

Bir diğer önemli moment, 1920’li yıllarla açılan yeni dönemdir.

1923 Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş momenti, Kemalist iktidarın modernleşme projesinin başlangıç ibresidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber hızlanan “modernleşme” serüveni toplumda bir iki kutupluluk yaratmış ve bu ikilik, kadın hareketinde belirgin bir ayrışmaya ve henüz aşılamayan ama aşılması gereken bir ikiliğe neden olmuştur.

Zira söz konusu kuruluş döneminin kurucu öğelerinden olan “laiklik”, özellikle kadın kimliği üzerinden temellendirilmiş ve kadının kamusal alanda örtünmesinin engellenmesi ile zıt iki kutup yaratılmış ve yaratılan bu ikilik tarihin seyrinde yaşanan gelişmelerle güncellenerek bugüne taşınmıştır.

Müslüman-laik, ilerici-gerici çatışma eksenine oturtulmuş siyasetin en büyük yaptırımı ve tahribatı kadınların yaşamı, kimliği, bedeni, emeği, cinselliği üzerinde şekillendirilerek ilerlemiştir.

Kemalist rejimin modernleşme projesinin somut adımları, bir dizi kanun, uygulama, düzenlemenin yanı sıra çeşitli baskı ve tasfiye politikalarını da içerisinde barındırır.

Zira bu inşa sürecinin önderi ve ana yürütücüsü olan Mustafa Kemal, Türk olmanın ağır bastığı bir girişim olarak, Türk- İslam sentezinin ilk başlatıcısı ve önderi olarak hareket eder. Ve bu yeni inşa sürecinde kimi varoluşlar tehlikeli olarak imlenir. Başta Alevilik inancı, Kürt halkının ulusal hakları ve özgürlüğü, komünistlerin varlığı ve örgütlülüğü olmak üzere, bu coğrafyanın ana dinamikleri ve zenginlikleri bu girişim için tehlike olarak görülür. Kuruluş adımları, o tehlikelere ön alarak atılır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ve onun kurucu ideolojisi olan Kemalizmin kurucu öğelerinden biri olan laiklik; resmi tarih yazımındaki gibi, eski despotik yapının tasfiye olduğu zeminin üzerine bina olacak şekilde halkın kendi elleriyle yeniden inşa ettiği bir “Türkiye Cumhuriyeti”nin aksine, despotik Osmanlı devlet yapısını kapitalizmle uyumlu olacağı bir dönüşüme uğratarak, bu yeni güncelliğin içinde kimi bozumlara uğramış bir despotik laiklik olarak gerçekleşir ve yaşanır.
O despotik yapının içindeki Padişahlık kurumu tasfiye edilmiş ve ama yerine, Batılı modern ulus devlete giden yolda, uluslaşma sürecini gerçekleştirecek biçime sokularak devletin sürekliliğini sağlayacak olan omurgasında Ordu kurumunun olduğu, halkın hiçbir zaman tam öznesi olamadığı otoriter bir Cumhuriyet getirilmiştir yine devamla, Halifelik kurumu yerine ise Diyanet İşleri getirilmiştir.

Laiklik “Din ve Devlet İşlerinin Birbirinden Ayrılması” mıdır?

Klişeleştirilmiş bir soru. Ve cevaben, kavramsal tanımı gereği belki evet öyle; ama Türkiye tarihinde hiçbir zaman öyle olmamıştır.

Zira, Türkiye’de eğer gerçekten yazılıp, çizildiği gibi bir “laiklik ilkesi” olmuş olsaydı, birçok farklı inancı ve kültürü içerisinde barındıran toplumumuzda, tek bir inanç dayatılarak, devletin resmi dini “İslam” olarak kabul edilmez, o tekçi inanç bir yönetim ve tahakküm biçimine dönüştürül(e))mezdi.

Farklı halklar ve inançlar kimliklerinden dolayı onlarca katliama uğramaz, dili ya da inancı asimilasyona tabi tutulmaz, farklı kimlikler ötelenmez, dışlanmazdı. Eğer gerçekten tanımında yazıldığı gibi, din ve devlet işleri birbirinden ayrılmış olsaydı, başörtüsü kullanan kadınların kamusal alanda var olmaları engellenmez, medeni kanun dini kanunlardan devşirilerek revize edilmez, en basitinden Diyanet diye bir kurumun temelleri bile atılmazdı.

Ancak laiklik tersine işledi, daha doğrusu despotik bir laiklik neyi gerektiriyorsa tam da öyle işledi. Kemalist projenin laiklik çerçevesine uymayanların, kamusal alandan tümüyle tasfiye edilmesi yoluna gidildi. Ardışık olarak bunun pratik adımları atıldı.

Yani Kemalist ideoloji ile akrabalık ilişkileri güden kimi sol, hatta sosyalist ideolojik bakışın sıkça diline dolayıverdiği “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganı havada asılı bir cümlecik olma dışında, hiçbir zaman bir gerçekliğin ürünü olmadı.

Bagajları Kemalist ideolojinin ezberleri ile yüklü olan kitleler bu kelimelere belki de çok kızacaktır, “Cumhuriyet” ile hiç mi iyi bir şey yapılıp edilmeli diye soracaklardır, haklı olarak…

Evet, elbette ki Cumhuriyet’le birlikte önemli, “ilerici” değişiklikler oldu. Örneğin, 1926 yılı tarihli Medeni Kanunu öyle ya da böyle kadının “ailedeki statüsünü” güçlendirdi, yine örneğin eskiye kıyasla çok daha fazla sayıda kadın, iş yaşamına katıldı ya da kadınların “seçme ve seçilme” hakkı kazanımı anayasal bir statüye kavuşturuldu. Ve ama kapitalizmin ve patriyarkanın gereğince ve gerektirdiği kadar ve bu iki kurucu sistem tarafından damgalanarak… Kaldı ki, resmi ideolojinin erkek tarih yazımının ürettiği üzere, Kemalist rejimin kadınlara bahşettiği bir lüks olarak değil, kökleri 1800’lere kadar uzanan kadın mücadelesinin sonucu kazanılarak…

Ve işte şimdi karşımızda, bu kuruluş döneminin ürünü ve “aydınlanmanın” mirası olarak, dinsel düşünce ile seküler düşünce arasında kalın bir duvar ören, toplumu iki karşı mahalleye ayıran, laikliğin ilericilikle, İslam’ın gericilikle özdeşleştirildiği, kısır bir döngüye dönüşmüş, siyaseti ve toplumsal düzeni belirleyegelen, üzerinden atlayıp geçemeyeceğimiz önemli bir ikilik duruyor.

Elbette Aydınlanma döneminin ilk evresi insanlık tarihinde büyük bir atılım evresidir, yeni bir dönemin kapılarını aralamıştır. Ancak bununla birlikte burjuvazinin sınıfsal sınırlarıyla imlenmiştir. Öyle ki, Türkiye Cumhuriyeti’nde aydınlanmanın despotik bir çarpıtılmaya uğratılarak iyiden iyiye köreltilmesinden doğan bir ikiliktir karşımızdaki.

Her şey “aile” içindir, çünkü çatısına erkek çitlenmiş olan aile kutsaldır. Neden midir bunca kutsallık ve kutsama törenleri? Çünkü aile, patriyarkanın da kapitalizmin de vazgeçilmez unsurudur, kadın bedenini, emeğini, cinselliğini denetleyen ana mekanizma aile kurumunun ta kendisidir. Üstelik emek gücünün yeniden üretimi, kadınların karşılıksız ev içi emeğiyle sürdürülür. İşte ailenin kutsallığı tam da burada yatar.

AKP’li Yıllar

Bir diğer önemli dönem, AKP’li yıllar diye tanımlayabileceğimiz 2000’lerin başından bugüne gelen momenttir.

AKP’li yıllar, hem Türkiye’de neoliberal politikaların uygulanması, yeni emek rejimine doğru sermayenin çıkarları doğrultusunda atılan politik hamleler hem de İslamcı muhafazakar politikalarla “kadın” kimliğine yönelik çok yönlü hamlelerin bir bütün olarak inşası açısından oldukça önemli bir momenttir.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, AKP, herhangi bir hükümet ya da iktidar değildir, ordu merkezli rejimi tasfiye ederek yerine kendisinin yani sermayenin rejimini inşa etme aklı olan bir iktidar gerçekliğidir.

2000’li yılların başından bugüne, AKP iktidarının yürüyüşünde, 2008-2009 momenti özel olarak öne çıkarılmalıdır. Zira, bu yıllar iktidarın, askeri vesayeti kırdığını ilan ettiği ve topyekûn kendi rejiminin inşasına giriştiği yıllardır. Bu dönem itibariyle AKP, ideolojik programatiğini politik tahkimata dönüştürme adımlarını hızlandırır. Bu çok yönlü adımları meşrulaştırmak için de aile ve kadınlar bağlamındaki söylem ve uygulamalarını derinleştirir. Kendi yürüyüşüne uygun biçimde revize edip, tekeline aldığı din aracılığıyla da rıza üretimini kolaylaştırır.

Bu bağlamda, yeni rejimin şekillenmesinde cinsiyet rejimi ve özellikle cinsellikle ilgili politikalar ve gerilimler merkezi bir rol oynar.

Kadınlara biçtikleri rol, Türkiye tarihinin tüm dönemlerinde olduğu gibi bu dönemde de, muhafazakar erkek devlet zemininde, kadınlarla erkeklerin fıtratları dolayısıyla asla eşit olamayacağını unutmadan, kamusal alanın içinde anne olarak ve aile kurumunun garantörü olarak var olmalarıydı.

Boşanmayı sınırlandırma, kürtaj ve sezaryeni yasaklama çalışmaları, nafakanın tasfiyesi, kadın bakanlığının aile bakanlığına dönüşmesi, medeni kanunun dönüştürülmesi, eğitim ve sağlık politikalarının cinsiyetlendirilmesi, müftü nikahı ve bugün İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış politikaları gibi örnekler tümüyle kadınları aileye, erkek -muhafazakâr cendereye zincirleme politikasının yan yana dizilmiş ayakları olagelmiştir.

Her şey “aile” içindir, çünkü çatısına erkek çitlenmiş olan aile kutsaldır. Neden midir bunca kutsallık ve kutsama törenleri? Çünkü aile, patriyarkanın da kapitalizmin de vazgeçilmez unsurudur, kadın bedenini, emeğini, cinselliğini denetleyen ana mekanizma aile kurumunun ta kendisidir. Üstelik emek gücünün yeniden üretimi, kadınların karşılıksız ev içi emeğiyle sürdürülür. İşte ailenin kutsallığı tam da burada yatar.

Aile kutsanırken, siyasal İslam, dini kendi çıkarları doğrultusunda eğip bükerek, onu yeni rejimin inşasındaki başat araca dönüştürdü.

Öyle ki, bugün geldiğimiz noktada, İslam, hegemonya savaşımının ana argümanına dönüşmüş durumda. Ki buna içkin olarak, bugünkü iktidar yarışında Kemalist İslamla Erdoğanist İslam alabildiğine çatışıyor.

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken “laikliğin” oynadığı rol, bugün “İslam’a” biçiliyor. İslam dini, devletin ana ideolojisi olarak, yeni rejimin kurucu öznesi olacağı tarzda sermayeyle uyumlulaştırma politikaları güdümünde yeniden örgütleniyor.

Laiklik İlkesini Yeniden Düşünmek

Aydınlanmanın has kavramlarına dayanan bir laiklik okuması, yarattığı ilericilik-gericilik ikiliği üzerinden toplumu ve özellikle kadınları ikiye bölerek mücadeleyi de ayrıştırıyor.

Öyle ki, başörtülü olmayan kadınların “kurtulmuş, özgürleşmiş kadınlar” olduğu yanılsamasına düşülebiliyor. Ya da tersinden bugün aynı yanılsama, başörtülü kadınların doğrudan AKP’li tabana yerleştirilivermesi şeklinde tezahür edebiliyor. Aynı kaba, şablonik ilericilik yaklaşımı, halkı küçümseyen, oryantalist pozisyon alışları da içerisinde barındırıyor.

İşte o zaman, anayasal bir ilke olarak, kağıt üzerinde yaldızlı kelimelerle asılı duran laiklik olgusunun gündelik yaşamda kadınlara ne vaat ettiğini tekrar tekrar hatırlamak, kamusal ve özel alanda o kağıt üzerindeki eşitlik ilkesinin esamesinin okunmadığını hatırlatmak, daha da ötesinde teşhirini yapmak gerekiyor.

Eleştirel, bütünlüklü, diyalektik bir tarih okumasıyla, tarihselliği ve güncelliğini analiz ederek karşımızdaki bu ikiliği gören, ilericilik-gericilik tuzağına düşmeden, meseleyi laiklik-laiklik karşıtlığı ekseninden çıkartarak, bugünün koşullarında alternatif bir tahayyül geliştirmeye, o tahayyülün içinde kurulacak toplumun somut kurucu adımlarına ihtiyacımız var.

Yeni bir toplumun inşasına yürümek için, somut bir programa, ortak bir yol haritasına ve onun kurucu öznelerine ihtiyacımız var. O kurucu öznelerden biri hiç kuşkusuz laiklik olacak.

Erkek egemen, halkçı ve özgürlükçü olmayan çürümüş despotik “laiklik” anlayışına karşı, özgürlükçü, halkçı, cinsiyetsiz bir laiklik anlayışına, bütün inançlara ve inançsızlığa kör olan, ama tüm inançların ve inançsızlığın özgürce yaşanabileceği, tek bir inancı dayatmayan bir “laiklik” anlayışını keşfetmeye ihtiyacımız var.

Böylesi kurucu bir laiklik ilkesinin inşası, söz konusu ikiliği derinden sarsan ve mücadelemizi şimdikinden daha fazla ortaklaştıran ve somut gelecek tahayyülünün geliştirilmesinde yeni bir durumun kapılarını açacaktır.

Çünkü, egemenler tarafından yorumlanan din ideolojisi, kadınların ezilmişliğini, ilahi bir dayanakla ezeli ve ebedi bir içeriğe hapsederek, iktidarın elindeki denetim ve meşruiyet sopasına dönüştürüyor. İşte bu yeni durum egemenlerin elinden o sopayı çekip alma, verili erkek-devlet düzenini kökünden çatlatma mahiyetini taşıyor. İşte tam da bu yüzden, kadın kurtuluş mücadelesinin içinden çıkıp gelen ikilikleri aşacak bir laikliğe ihtiyacımız var.

Çünkü kimliklerimizi belirleyen tek olgu cinsiyetimiz değil. Kadın olmaktan kaynaklı yaşadığımız ortak sorunlar yanında, sınıfımız, inancımız, inançsızlığımız, ırkımız, dilimiz, kültürümüz, cinsel yönelimimiz dolayısıyla da yaşadığımız, iç içe geçen özgün sorun alanlarımız var.

Elbette ki, kadın özgürlük mücadelesi laiklik mücadelesine indirgenemeyecek bir olgudur. Zira böylesi bir indirgeme mücadeleyi kamusal alana çekerek, özel alanın üzerinden atlama risklerini de içerisinde barındırır. Dolayısıyla bunu gören bir yerden, laiklik indirgemeci bir tutumla da aramıza kalın bir mesafe çekerek yol yürümeliyiz. Zira laiklik patriyarkal kapitalizmi tümüyle tasfiye edecek bir araç değildir, ancak patriyarkal kapitalizm kurumlarıyla mücadelemizde ön açıcı ve ortaklaştırıcı bir öge olacaktır.

Feminizmin ve esasında sosyalizmin de ilkelerinden biri olan “farklılıklarımızla bir aradayız” şiarını bir slogan olmaktan öte kurucu bir pozisyona taşıyacaktır.

Öte yandan, “bugün laikliğe neden ihtiyacımız var” sorusunu salt kadın hareketinin gündemiymiş gibi sınırlamamak, soruyu tarihsel bağlamından koparmadan ve ama bugünün güncelliğinde genişletmek ve irdelemek gerek. Zira laiklik, yukarıda sözünü ettiğim ikilik üzerinden kutuplaştırılmaya devam ederken, salt o ikilikle sınırlı kalacak bir tartışma başlığı değil. Çünkü bugünkü kutuplaşmadan yola çıkarak, laiklik din düşmanlığı olmadığı gibi, öte yandan ise sadece yaşam tarzı savunusu da değildir. Bugün Erdoğanist İslam yorumu üzerinden ardı sıra getirilen yasaklar ve kurallar bütünü kalıcılaştırılarak toplum topyekûn şekillendirilmeye çalışılıyor.

“Din” iktidarın elindeki bir “oyun hamuru” gibi orasından burasından çekiştirilip, yoğurdukça yoğrulup topluma karşı güçlü bir araç olarak kullanılmaya devam ediyor. Bu araç bugün, emek sömürüsünün üzerine çekilen işlevli bir örtü niteliği taşıyor…

Düşünsenize, ekonomik krizin basıncının giderek artığı, üstelik salgın koşullarıyla birlikte karşı karşıya olduğumuz tablonun milyonlar için bir yaşam mücadelesine dönüştüğü bir ülkede, krizle ya da pandemi ile mücadele edemeyen, açıkça süreci yönetemeyen iktidar koalisyonu, fıtrata, şüküre, minnete, tevakküle her zamankinden daha fazla sarılarak işin içinden sıyrılabilmenin yollarını rahatlıkla döşeyiveriyor… Sokağa çıkma kısıtlamalarını içki yasaklarıyla taçlandırırken, evlerde yapılacak yılbaşı kutlamalarını da yasaklayarak yürüdüğü rejimin yolunda, Türkiye sağının yüz yıllık hayalini kendine devşirerek ufkunun sadece günü kurtarmakla sınırlı olmadığını gösteriyor. Öyle ki, faşist rejimin kurumsallaşmasında, rejime damgasını vuracak olan egemen İslam’ın bugünkü yorumunun somut tezahürleriyle süreci yönetilebilir kılmaya çalışıyor.

Krizlerle çevrelendiğimiz ve tüm mümkünlerin eşiğinde olduğumuz bu kritik süreçte, önümüzdeki günlerde iktidar koalisyonun bu yönlü atacağı ardışık hamleler ile sıkça karşılaşacağımız aşikar.

Velhasılı, tam da böylesi bir momentte laikliği tekrar gündemimize almaya ve kurucu bir ilke olarak laikliği yeniden düşünmeye ihtiyacımız var.