Anayasacılığın Tarihselliği, Sınıfsallığı ve Eleştirisi

Eski bir Çin bedduası olarak bilinegelen, fakat esasında bu sözü Asya’da çalışmış bir diplomattan duyduğunu söyleyen Birleşik Krallık’ta Dışişleri Bakanlığı yapmış Austen Chamberlain’in dünyaya yaydığı şu “temenniyi” her geçen gün daha derinden yaşamaktayız: “Tuhaf (ya da ilginç) zamanlarda yaşayasın.”

Yaşadığımız tuhaf/ilginç zamanın bir tesadüf olmadığı veyahut gök kubbe altında değişen bir şeyin olmadığını “düşünmüyorsak”, somut durumun somut tahlili düsturu üzerinden ilerleyerek bedduayı/temenniyi def edebilme şansına nail olabiliriz.

Somut duruma baktığımızda kapitalizmin dünya çapında yaşadığı krizle bağlantılı olarak Türkiye’de de sermayenin bir kriz içerisinde olduğunu ve bu krizin “ekonomi” ile sınırlı kalmayarak siyasal alana da sirayet ettiğini uzun bir zamandır görmekteyiz. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında saklanamaz hale gelen devlet krizi ve ardından krize “deva” olarak inşasına hız verilen ve önemli mesafesi de alınan “başkanlık rejimi”, siyasal alandaki krizin yansımaları olarak önümüzde duruyor. Bu krizin bir diğer yansımasını ise çözüm olarak sunulan “restorasyon”da görmekteyiz. Krizi bir istisnai durum ya da bir kendini bilmezin müsebbibi olduğu geçici bir hal olarak gören restorasyon anlayışı, krizden çıkışı sermaye düzenini ve devletin kaidesini köklü değişikliklere uğratmadan ufak tefek “anayasal” tadilatlarda görmekte.

Bu noktada anayasa ile devlet ve anayasa ile sermaye düzeni arasındaki ilişkinin biçimi ve “tarihselliği” ile birlikte bağlantılı olarak anayasacı devlet teorisinin ortaya konulması, siyasal krizin “çözülmesinde” anayasal tadilatların kimin için ve ne kadar “işlevli” olabileceğine dair “ipuçları” sunmakta. Bu yazımızda da anayasacı devlet teorisini eleştirel bir bakışla ele alarak bu ipuçlarını sunmaya çalışacağız.

Anayasa “İhtiyacı” 

Latincede kurmak, bulmak anlamına gelen constituere fiiliyle bağlantılı olan İngilizce “constitute” (oluşturmak) fiilinden gelen anayasa kelimesini, oluşturma veya belirleme eylemi olarak adlandırabiliriz. Dolayısıyla anayasacılık düşüncesini bir sınırlama, belirleme teorisi olarak görebiliriz.

Anayasacılık düşüncesiyle bağlantılı olarak ortaya çıkan ve 18. yüzyılın ürünü olarak kabul edilen anayasacı devlet teorisi de devletin egemenliğinin sınırlanmasını, devletin çeşitli kurumları arasındaki ilişkilerin ve bu kurumların yetkileri ile sorumluluklarının tanımlanıp sınırlarının belirlenmesinin anayasayla ifade edilmesi gerektiğini belirtir. Bununla birlikte bu düşüncenin kökenleri ve üstünde yükseldiği altyapı feodal toplumun hâkim olduğu döneme kadar uzanmaktadır.

Feodalizmin krize girdiği ve buna bağlı olarak siyasal yapının kriz içinde olduğu, Fransa’da din savaşları ve Büyük Britanya’da iç savaşın yaşandığı 16. ve 17. yüzyıllarda siyasal egemenliğin merkezileşmesi ve mutlaklaşması “ihtiyacı” ortaya çıkmıştır. Bu “ihtiyacın” ortaya çıkmasında feodal aristokrasinin yerelleştirdiği ve parçaladığı iktidar yapısından sınıfsal çıkarları doğrultusunda rahatsız olan ticaret burjuvazisinin etkisi büyüktür.

Bu “ihtiyacın” ifadesi olarak ortaya çıkan iki kuramcı olan Bodin ve Hobbes’un mutlakiyetçi devlet teorisine göre egemenin en önemli özelliği yasama yetkisini elinde bulunduran güç olmasıdır. Egemenin yasama erki diğer erklerden daha üstündür ve egemen yasaların kaynağı olmakla birlikte devlet ile özdeşleşmiştir. Egemenliğin tek olması, bölünmez olması, diğer egemenliklerden üstün olması ve başkasına devredilemez olması kendisini devletle özdeşleştiren tek bir kişide somutlaşır. Fakat bu kişi organik, psikolojik veya etik anlamda bir kişi değil, hukuksal ve yasal bir kişiliktir.

Merkezi otoritenin güçlenmesiyle feodallerin yereldeki otoritesinin geriletilmesinde pay sahibi olan mutlakiyetçi düşünce, merkezdeki gücün sınırlanmasını ve siyasal iktidarın toplumla paylaşılmasını isteyen anlayış karşısında güç kaybetmeye başlamıştır. Bu güç kaybında burjuvazinin giderek toplumun ekonomik yaşamında belirleyici güç olmasının da etkisinin olduğunun altını çizmek gerekmektedir. Giderek güç kazanan bu anlayış, anayasacı devlet teorisinde ifadesini bulmuştur.

Anayasacı Devlet Teorisi 

Burjuvazinin istekleri doğrultusunda şekillendiğinden dolayı liberalizmin teorisi olarak da görülen anayasacı devlet teorisi, merkezi devletin “keyfi” uygulamalarının önüne geçmeye çalışmaktadır. Anayasal devlet; anayasanın, bireylerin dokunulmaz alanlarını korumak üzere, siyasal iktidar üzerinde etkili bir kısıtlayıcı olarak işlev gördüğü devlettir. Anayasayı, uygulandığı toplumdaki egemen ideolojiyi yansıtmakla kalmayıp, siyasal iktidara meşruiyet kazandıran ve siyasal iktidarı organize eden en üst kurallar bütünü olarak da tanımlayabiliriz.

Böylece anayasa bir toplumu bir arada tutan, bireyleri bir araya getirip onların bir güç ve iktidar haline gelmesini sağlayan temel değer ve ilkeleri ifade etmiş olur. Bu nedenle anayasanın başlangıç bölümleri, o anayasayla oluşturulması hedeflenen toplum tasarımının yanı sıra o toplumu bir arada tutan kolektif bağın temel unsurlarını da tanımlar. Yurttaşlar da anayasada belirtilen bu temel unsurları öğrenmek ve sürdürmekle mükellef olurlar.

Anayasanın uygulanabilmesi için anayasal devletin bir normlar hiyerarşisi mekanizmasına sahip olması gerekmektedir. Bu mekanizma sayesinde yasaların ve hukuk kurallarının anayasaya uygun olması sağlanmakla birlikte siyasal iktidarı kullananların kararları ve uygulamaları meşrulaştırılmış olur. Bu meşruluğu sağlayacak anayasal bir otoritenin varlığı gerekmektedir. Bu anayasal otoritenin varlığının dışında başka bir otoritenin olmaması gerekmektedir. Çünkü yönetilenler başka otoritenin egemenliğine yönelirlerse, meşruiyetini anayasadan alan otorite bu meşruiyetini kaybetmekle birlikte yaşama şansını da yitirecektir. Bu nedenle anayasal otorite, toplumsal ilişkilerin istikrarlı bir şekilde sürmesini sağlayacak biçimde siyasal iktidarın değişebilirliğini gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bu nedenle siyasal iktidarın el değiştirmesi ve kullanılması birtakım kurallara bağlanır. Böylece siyasal iktidar anayasal olarak sınırlanır ve bölünür. Siyasal iktidarın sınırlanması hukuk ile gerçekleştirilirken bölünmesi de kuvvetler ayrılığı ile mümkün olur. Kuvvetler ayrılığı ilkesi ise devletin üç ana işlevi olan yürütme, yasama ve yargıyı yerine getiren kurumların tek bir kişinin elinde toplanmasının önüne geçilmesini sağlar.

Anayasacı devlet teorisinin önde gelen kuramcılarından olan Locke’a göre yurttaşların canı, mülkü ve özgürlüğü dokunulmaz olduğundan devletin asli görevi ve varlık amacı bunları sağlamak ve korumaktır. Dolayısıyla da devletin egemenliğinin özellikle birey üzerindeki egemenliğinin bir sınırı vardır ve keyfi olamaz. Ve bu devlet hukukun üstünde olmamalı, tam tersine hukukla sınırlanmış bir devlet olmalıdır. Devleti hukukla sınırlamak için de devleti oluşturan erklerin yasama, yürütme ve yargılama olarak birbirinden ayrılması ve bunların da birbiri üzerinde denetleme yetkisi olması gerekir. Böylece farklı güçlere teslim edilen erklerle devletin otoritesinin “kötüye kullanılması” engellenecektir. Sonraki yıllardaki çeşitli liberal düşünürler devlet faaliyetinin kapsamını ve sınırlarını belirlemede farklı görüşler ileri sürseler de, devlete duyulan “güvensizlik” ana düşünce olmaya devam etmiştir.

Burada Locke’un bireyi öne çıkarttığını, hatta devletin sınırlanmasını bireyin “dokunulmazları” üzerinden belirlediğini görmekteyiz. Nitekim Locke’a göre bireyler kararlarını özgür iradeleriyle alan, ne yaptıklarını bilen, aldıkları kararların sorumluluklarını taşıyan “rasyonel” özerk aktörler olarak görür. Toplum ise rekabetçi ve birbirinden bağımsız “özerk aktörler” olan bireylerin toplamından oluşur. Bu özerk aktörler anayasayı yapar, devleti kurar ve gerektiğinde devleti de anayasayı da değiştirirler. Devlet de aslında insanların karşılıklı yardımlaşma, korunma ve “mutlulukları” için yarattıkları bir kurumdur. Egemenliğin esas sahibi de bireylerdir.

Fakat bu bireylerin, diğer bireylerin çıkarlarını yok sayarak ya da yok ederek, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri takdirde, yani çıkarlar çatıştığı takdirde devletin sınırlılığının ne olacağı konusunda soru işaretleri ortaya çıkmaktadır. Bireysel çıkarları esas alan kapitalizmin hâkim olduğu modern çağda, devletin hangi bireyin “dokunulmazlarına” dokunacağını ya da “dokunmadığı” takdirde oluşacak kaotik ortamı nasıl kontrol edeceğine dair bir belirsizlik söz konusudur. Ayrıca bireysel çıkarın ön planda olduğu ekonomik yapıda, kendi çıkarları doğrultusunda karşı karşıya gelen özerk aktörlerin ellerindeki erkleri “akılcıl” bir şekilde kullanarak bir toplum, devlet veya anayasayı oluşturabilme ihtimali de oldukça zayıftır.

Hegel ve Etik Devlet 

Bu noktada anayasacı devlet teorisi üzerinde yükselen etik devlet teorisinin yaklaşımına bakmakta da fayda var. Etik devlet teorisinin önde gelen kuramcısı Hegel, bireyin özgürlüğünü ve girişimciliğini güvence altına alan, rekabetin adil ilkeler çerçevesinde sürmesini sağlayan anayasal devleti olumlar ve “dışsal devlet” olarak tanımlar. Bununla birlikte Hegel, bireysel çıkarları öne çıkartıp buna göre örgütlenen devleti olumlamış olsa da, çağdaş toplumdaki bencilliğin ön plana çıkmasıyla dayanışma ve karşılıklı yardımlaşmanın ortadan kalktığını vurgulayarak “dışsal devleti” eleştirir.

Buna karşılık Hegel, devlete etik bir temel sunmaya girişir ve aileyi devletin etik temeli olarak görür. Bireylerin kendi çıkarlarına odaklı bakışlarından sıyrılmaları için de korporasyonları ikinci “aile” olarak düşünür. Çünkü korporasyonlar komünal bir işlevi yerine getirerek tek tek bireylerin çıkarlarını ve topluluğun ortak çıkarlarını gözetir. Bu aile ve korporasyon içindeki ilişkiler ise sözleşmeye değil, karşılıklı yardımlaşma, sevgi, güven ve bütünü koruma anlayışına dayanır. Böylece aile ve korporasyonlar bireyin eğitimini ve gelişmesini sağlayarak bireysel bilinci de oluştururlar. Bireysel bilinç ise etik düşüncesinin somutlaştığı yer olan etik devlette nesnelleşir.

Hegel’in “etik devleti”, komünal bağlarla birbirine bağlı yurttaşların tamamını ve yurttaşları etik amaçlara yönlendirecek kurumsal biçimleri bünyesinde barındırarak, kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden “anayasacı” bireyin bozulma ve çürümelerini engeller. Fakat Hegel’in Orta Çağ ve Antik Yunan’a nostaljik bakışının şekillendirdiği dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma anlayışının modern çağda uygulanması oldukça zordur. Bu nedenle de Hegel, kendi çıkarlarını esas aldıklarından dolayı bölünmüş ve parçalanmış insanları ortak inançlar etrafında birleştirecek bir halk-dini “etik devleti” olduğu yere taşıyacaktır. Sonuç olarak anayasacı devleti “dışsal devlet” olarak tanımlayarak olumlayan Hegel, anayasacı devletin ikincil plana attığı veya “umursamadığı” “toplum çıkarlarını” bireysel çıkarlarla ortaklaştırmaya çalışmıştır. Böylece anayasacı devlet teorisinin eksiklerini, bu teorinin dışına çıkmadan, tamamlamaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Böyle bir bireyin canı ve mülkü olsa da özgürlüğünden söz edemeyiz. Çünkü özgürlükleri serbest piyasa tarafından anayasal güvence altına alınarak belirlenmiş bir birey, gerçek bir birey olmaktan çok yaratılmış bir kategori olarak karşımıza çıkar. Bu birey de en basitinden insanların özgürlüğünü koruyacak ve sağlayacak bir devleti teorize eden anayasacı devlet teorisinin hedeflediği bireyden oldukça uzak olacaktır.

Gruplar ve Devlet 

Anayasacı devlet teorisi bireyi özerk aktör olarak alsa da, insanın bir toplum içerisinde ve toplum dolayımıyla bir birey olabildiğini söyleyebiliriz. İnsanı birey yapan bu toplum ise kendisini çeşitli gruplar şeklinde de ifade edebilir. Bu noktada toplumsal yaşamı gruplar açısından ele alan “siyasal çoğulcuların” görüşü önemlidir. Bireyi bağımsız bir özerk aktör olarak alan anayasacı devlet teorisinin aksine siyasal çoğulcular, bireyin aileden (ki aileyi de bir “grup” olarak alabiliriz) sonraki ilk bağlılıklarını soyut bir devletle değil, yakınlarında bulunan kilise, sendika veya dernekle kurduklarını belirtirler. Birey diğer bireylerden bağımsız özerk bir aktör de değildir, anayasal devlet tarafından yaratılmış soyut bir kategori de. Gruplar içerisinde çalışarak kendini bulan toplumsal bir varlıktır.

Buradan yola çıkarak da mutlak bir siyasi düzenin ve otoritenin zorunlu olmadığını ifade ederler. Dolayısıyla gruplar aracılığıyla kendisini ifade eden birey anayasal bir devlete de ihtiyaç duymaz. Fakat grupların egemenliğini paylaştığı, iktidarın olabildiğince çok bölündüğü ve dağıtıldığı bir yatay yapı olarak devlet var olabilir. Böylece anayasacı devlet teorisinin sunduğu birey ve devlet karşıtlığına karşılık gruplar ile devlet arasındaki bir karşıtlığın da olabileceğini görürüz.

Diğer yandan herhangi bir birey, gruplara dâhil olamayabilir. Ve ancak böyle bir birey, yani atomize olmuş ve gruplardan kopuk bir birey mutlak bir siyasi otoriteyi kabul edebilir. Nitekim böyle bir birey de kapitalist bir düzen için tercih edilen bireydir. Böylece grubun değil de kendisinin çıkarlarını düşünen bir bireyin kontrolü kolay olmakla birlikte serbest piyasanın ihtiyaç duyduğu üretim ve tüketim sistemi için de oldukça uygundur.

Böyle bir bireyin canı ve mülkü olsa da özgürlüğünden söz edemeyiz. Çünkü özgürlükleri serbest piyasa tarafından anayasal güvence altına alınarak belirlenmiş bir birey, gerçek bir birey olmaktan çok yaratılmış bir kategori olarak karşımıza çıkar. Bu birey de en basitinden insanların özgürlüğünü koruyacak ve sağlayacak bir devleti teorize eden anayasacı devlet teorisinin hedeflediği bireyden oldukça uzak olacaktır.

Anayasanın “Sınıfsallığı” 

Anayasacı devlet teorisinin irdelenmesi gereken esas noktası “sınıfsallığıdır”. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, anayasacı devlet teorisinin ortaya çıkmasında burjuvazinin ulaştığı noktanın payı büyüktür. Sınıfsal düşmanı aristokrasiyi ve onun devlet yapısını yıkan burjuvazi, kendi çıkarlarını esas alacak ve bu çıkarların düzenli ve istikrarlı bir şekilde gerçekleşmesini sağlayacak bir siyasi yapıya ihtiyaç duymaktaydı. Bu siyasi yapı aynı zamanda burjuvazinin çeşitli katmanları arasındaki çıkar savaşımının da düzene zarar vermeden devam edebilmesine de olanak sağlamalıydı. Dolayısıyla burjuvaziye “dışarıya” karşı baskın ve egemen olan, ama “içeriye” karşı uzlaşmacı ve paylaşımcı bir siyasi yapı, devlet gerekmekteydi.

Anayasacı devlet teorisi her ne kadar devletin keyfiliğini önleyerek müdahale alanını sınırlandırmayı amaçlasa da, burjuvazinin bir bütün olarak sınıfsal çıkarlarına karşı oluşan tehditler karşısında bu “amaçsallığını” kenara koymaktadır.

Marx ve Engels’in de ortaya koyduğu üzere devlet, var olan üretim ilişkilerinin ve burjuvazinin egemenliğinin sürmesini sağlayan bir araçtır. Bu nedenle, burjuvazinin uzlaşmaz çelişki içerisinde olduğu işçi sınıfının kendi çıkarlarını ileri sürdüğü takdirde bu araç zor veya “rıza” yoluyla bu isteği bastırmaya yönelir. Böylece ilk olarak anayasacı devlet teorisindeki yurttaşların canının, mülkünün ve özgürlüğünün dokunulmazlığının her yurttaş için geçerli olmadığını görmekteyiz. İkinci olarak ise yine devletin “bütün” insanların değil “bazı” insanların mutluluğu, karşılıklı yardımlaşması ve korunması için yaratılmış bir aygıt olduğunu görmekteyiz. Ve dolayısıyla da bu devletin kurumlarının varlığının nedeni ise bazı insanların çıkarlarının başka insanların çıkarları pahasına zorla gerçekleştirilmesidir. Devletin burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını sağlamak için gerçekleştirdiği zor kullanımı ise anayasacı devlet teorisinin, devletin asli görevlerinden biri olan bireyin özgürce gelişimini sağlamadaki bireyin burjuva birey olduğunu ortaya koyuyor. Fakat devlet her zaman “zor” kullanmaz, çoğunluğun “rızasını” da almaya çalışır. Devletin bu “rızayı” alırken, eğitim, medya, hukuk, kültür vb. üstyapı kurumlarının aracılığıyla oluşturulan ve Gramsci’nin deyimiyle “kültürel hegemonyayı” kullanır. Devletin “kültürel” boyutu anayasacı devlet teorisinin önem vermediği bir diğer boyuttur. Bununla birlikte “rıza” alınırken önemli bir yer kaplayan hukukun, anayasacı devlet teorisindeki hukukla aynı yerde olmadığını görmekteyiz. Burada mutlakiyetçi devlet teorisindekine benzer bir şekilde, devletin hukukun üzerinde olduğu ve onu belirlediği görülmekte.

Devletin zor ve rıza kullanımı her ne kadar büyük oranda burjuvazinin karşıtı işçi sınıfına karşı uygulansa da, burjuvazinin içerisindeki çeşitli katmanların da birbirine karşı bu “aygıtı” kullandığı söylenebilir. Nitekim devleti oluşturan erklerin ayrılmasında da bu katmanların karşılıklı güç dengelerinin payı vardır. Ve bu katmanların güçleri değiştikçe, bu erklerdeki güçleri de doğru orantılı bir şekilde değişmektedir ve devlet bu katmanların hem uzlaşma alanı hem de savaş alanı olur. Her ne kadar siyasal iktidarın el değiştirmesi anayasal kurallara bağlanmış olsa da, sınıf savaşımının boyutu bu kuralların çerçevesini aşabilir. Bu durum kimi zaman yeni bir anayasaya hatta yeni bir devlet organizasyonuna yol açabilir. Fakat bu durum sadece işçi sınıfının burjuvaziyi yenerek siyasal iktidarı aldığı bir durum için geçerli değildir. Burjuvazinin bir katmanı, siyasal iktidara hâkim olan bir katmanın egemenliğine “kurallara uymayarak” zor yoluyla da son verebilir ve hatta siyasal iktidarın el değiştirme biçimi için yeni bir kurallar dizisi oluşturmayabilir de. Böylece anayasacılığın erkleri dağıtarak, belli bir kurallar dizisi belirleyerek siyasal iktidarı sınırlandırmaya çalışmasının “sınırlılıklarını” görürüz. Öte yandan kapitalizmin işleyişine baktığımız takdirde bu sınırlılıkları ortaya çıkartan gelişmelerin nadiren ya da istisnai bir şekilde gerçekleştiğini söyleyemeyiz.

Daha önce ifade ettiğimiz gibi anayasacı devlet teorisi esas olarak burjuvazinin çıkarlarını temel alır ve bu çıkarların istikrarlı bir şekilde gerçekleşmesini ve sürdürülmesini sağlayacak bir devleti meşrulaştırır. Fakat esas temeli rekabete ve kâr hırsına dayalı kapitalizmde sınıfsal karşıtlıkların yanı sıra sınıf içi zıtlaşmalar istikrarı ve sürdürebilirliği tehdit etmekle kalmaz, bunu da teşvik eder. Çünkü rekabette ayakta kalabilmek için, rekabet ettiğinizi yenmek zorundasınızdır ve tek güç ya da tekel güçler olana kadar bu savaşı sürdürmeniz gerekmektedir. Bu savaş sırasında da başta devlet mekanizması olmak üzere birçok mekanizmayı kullanmanız, her ne kadar “adilane” olmasa da, meşrudur. Dolayısıyla bu ayakta kalma savaşı sırasında, ki bu bir var kalma/yok olma savaşıdır aynı zamanda, anayasa tarafından belirlenen siyasal iktidarın el değiştirmesine dair kuralları “esnetme”, kimi yerlerde hiçe sayma gibi davranışlar “meşrulaşır”. Bu da bir noktada anayasanın, dolayısıyla anayasacılığın, hiçleştirilmesine yol açar ve “ayrılaştırılan erkler” tekrardan “bir güçte” toplanır.

Sonuç olarak anayasa meselesinin esasında sınıfsal olduğu ve sınıf mücadelesi sonucunda bir çerçeveye ulaştığı görülmektedir. Fakat “sınıfsallık” esas olsa da tek belirleyici değildir, bireye ve gruplara dair “meseleler” de bu süreçte önemli bir belirleyen olma niteliğini taşımaktadırlar. Özellikle “ayrıştırılan erklerin” tekrardan “bir güçte” toplandığı bir süreçte anayasal zeminde yer bulamamış birey ve grupların mücadelesinin belirleyiciliği de artmaktadır. Dolayısıyla demokratik bir anayasanın içeriğinin sınıfsallık kadar birey ve grupların taleplerini de barındırması olmazsa olmazdır. Bu bağlamda ileri sürülecek ve mücadeleyle kazanılacak bir demokratik anayasanın sınıfsal içeriği kadar bu anayasada birey ve grupların taleplerinin ne kadarının nasıl yer alacağı da önümüzde önemli bir tartışma konusu olarak durmaktadır.