Konut Meselesi Sınıf Meselesi

“İşsizlik” kadar konut “kıtlığı” da bireysel bir kusurun değil bizzat kapitalizmin yarattığı ve sürekli yeniden ürettiği bir olgudur. Fakat bu “kıtlığın” sermaye için oldukça “kârlı” bir tarafı da bulunmaktadır.

“Bir sarayda başka türlü düşünülür, bir kulübede başka türlü.”[1]

Feuerbach’ın bu “ünlü” cümlesi aynı zamanda, “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu”ndan (1845) itibaren bir şekilde “konut meselesine” değinen Engels’in hayatı ve mücadeleyi hangi dikotomi üzerinden “anladığını”, “algıladığını” gösteren önemli bir ifade. Fakat Engels, saraylarda yaşamak yerine kulübeleri karış karış dolaşarak kulübelerdekilerin sesini ve mücadelesini kendi yaşamıyla bütünleştirmiş ve bunu savaş alanlarından meydanlara kadar birçok mekânda pratik olarak ortaya koyarak “anlamak” veya “algılamakla” yetinmediğini ortaya koymuştu. Bununla birlikte, “ansiklopedik” bir zihne sahip olmasının “dezavantajı” nedeniyle, kulübedekilerin en “basit” ama bir o kadar “yaşamsal” olan “konut meselesini” ele aldığı çalışmaların, diğer çalışmalarının nail olduğu ilgiye kavuştuğunu söylemek oldukça zor.

1872’de Der Volksstaat gazetesi için kaleme alınan çeşitli makalelerden oluşan ve 1887’de “Konut Sorunu” ismiyle basılan kitap, her ne kadar büyük oranda Proudhoncularla polemiği içerse de, işçilerin yaşamıyla sınıf mücadelesi arasındaki hem tarihsel hem de “tarih üstü” bağlantıları ortaya koyan ve bu noktadan hareketle devrimci mücadelenin yaşamın her metrekaresini kapsayan bir niteliğe sahip olduğunu bize gösteren bir yapıt.

Konut “Kıtlığı”?

Yapıtın ortaya çıkmasına neden olan konut sorunu, 19. yüzyılın ortalarından itibaren, bugünkü Almanya’yı kapsayan coğrafya diliminde, oldukça önem kazanır. Bu dönem, manifaktür ve küçük işletmecilikten büyük sanayiye geçişle birlikte kırsal kesimden işçi kitlelerin sınai merkezlere dönüşen büyük kentlere “geçtiği” bir dönemdir. Bu yoğun geçiş haliyle kentlerde bir konut “kıtlığına” yol açar ve işçiler ile aileleri oldukça kötü koşullarda barınmak zorunda kalırlar. Burada Engels oldukça önemli ve “ince” bir düzeltmeyle kavramlardaki “sınıfsallığa” işaret eder. Engels konut “kıtlığının” işçilerin sadece konut bulamaması değil, kötü, kalabalık ve sağlıksız konutlarda yaşaması demek olduğunu belirtir. Ve “kıtlığın” sorun olmasının nedeninin ise küçük burjuvazinin de bundan etkilenmesi olduğunu ifade eder.[2]

Peki bu “kıtlık” köyünde çalışmak ve “organik ürünler” üretmek yerine şehirde “macera” ve “zenginlik” arayan kendini bilmezlerin yol açtığı arızi bir şey midir? Bu soruya, okurların affına sığınarak, Engels’den uzun bir alıntıyla cevap vermek oldukça yerinde olacaktır:

“Peki, konut kıtlığının nedeni ne? Nasıl ortaya çıktı? Bay Sax, iyi bir burjuva olarak, bunun burjuva toplum biçiminin zorunlu bir biçimi olduğunu bilemeyeceği gibi, büyük çalışan kitlenin tümüyle ücretlere, yani kendi var oluşu ve çoğalması için zorunlu olan geçim araçları toplamına bağımlı olduğu; makinelerdeki vb. yeni iyileştirmelerin işçileri hiç durmadan işsiz bıraktığı; düzenli aralıklarla geri gelen şiddetli sınai dalgalanmaların bir yandan istihdam edilmeyen işçilerden oluşan kalabalık bir yedek ordunun varlığına yol açtığı ve diğer yandan işçilerin büyük bölümünü bir süreliğine işsiz bir şekilde sokağa attığı; işçilerin kitleler halinde büyük kentlere yığıldığı ve bunun, barınabilecekleri konutların mevcut koşullar altındaki ortaya çıkış hızını geride bıraktığı, yani en rezil ahırların bile her zaman kiracı bulmak zorunda olduğu; ve son olarak, ev sahibinin, kapitalist olma sıfatıyla, mülkü olan ev için acımasızca en yüksek kira bedellerini elde etme hakkına sahip olmakla kalmayıp, rekabet nedeniyle belirli ölçülerde bunu yapma yükümlülüğüne de sahip olduğu bir toplumun, konut kıtlığı olmadan ayakta kalamayacağını da bilemez. Böylesi bir toplumda konut kıtlığı rastlantısal değil, gerekli bir kurumdur ve sadece, içinden çıktığı bütün toplum düzeni köklü bir şekilde altüst edildiğinde, sağlık vb. üzerindeki etkileriyle birlikte ortadan kaldırılabilir.”[3]

Dolayısıyla “işsizlik” kadar konut “kıtlığı” da bireysel bir kusurun değil bizzat kapitalizmin yarattığı ve sürekli yeniden ürettiği bir olgudur. Fakat bu “kıtlığın” sermaye için oldukça “kârlı” bir tarafı da bulunmaktadır.

Ev Kirası Sadece Kira Mıdır?

Engels’in de belirttiği üzere bir kapitalist olarak ev sahibi, mülkü için yüksek kira bedeli elde edebilir. Hatta “rekabetten” dolayı da bunu yapmak “zorundadır”. Böylece kapitalist mülk üzerinden de “gelir” elde eder. Fakat burada Engels, ev sahibi ile kiracı arasındaki ilişkiyi kapitalist ile işçi arasındaki ilişkiyle bir tutan Proudhoncu bakışı eleştirir:

“Kapitalist, satın alınmış olan emek gücüne, birincisi, kendi değerini, ama ikincisi, geçici olarak ve kapitalistler sınıfı arasında paylaşılması şartıyla kendi elinde kalan bir artık değeri ürettirir. Yani burada fazladan bir değer üretilir, elde bulunan değerin toplam tutarı artar. Kiralama işleminde durum tümüyle farklıdır. Kiraya veren, kiracıyı ne kadar kazıklarsa kazıklasın, her zaman, zaten elde bulunan, daha önce üretilmiş olan değerin bir aktarımı söz konusudur ve kiracı ile kiraya verenin birlikte sahip oldukları değerlerin toplam tutarı geçmiştekiyle aynı kalır. Kapitalist işçinin emeğine ister değerinden azını, ister fazlasını, isterse değerini ödesin, işçi her zaman emeğinin ürününün bir kısmını kaptırır; kiracı ise, sadece, konut için değerinden fazlasını ödemek zorunda kaldığında dolandırılmış olur. Dolayısıyla, kiracı ile kiraya veren arasındaki ilişkiyi, işçi ile kapitalist arasındaki ilişkiyle bir tutma çabası, ilkinin tümüyle yanlış yorumlanması anlamına gelir.”[4]

Ve kirayı “bileşenlerine” ayırır:

“Halk dilinde ev kirası denen kira bedeli şunlardan oluşur: 1. Toprak rantından oluşan bir bölüm; 2. inşaat sermayesinin, müteahhidin karını da içeren faizinden oluşan bir bölüm; 3. onarım ve sigorta maliyetlerine ayrılan bir bölüm; 4. karı da içeren inşaat sermayesini (evin adım adım aşınıp yıpranmasıyla orantılı) yıllık taksitlerle geri ödeyen (amorti eden) bir bölüm.”[5]

Engels’in detaylıca işaret ettiği üzere kiradan elde edilen gelir üretilmiş bir “değer” değil, daha önce üretilmiş bir “değerin” aktarımıdır. Nitekim kiranın “bileşenlerini” oluşturan kâr, rant, faizin kaynağı da “artı-değer”dir. Dolayısıyla sermaye açısından “inşaat” üzerinden verilen savaşım aynı zamanda bir yönüyle üretilmiş olan değerin paylaşımı üzerinden verilen bir savaşımdır.

Özellikle 1980’lerde neoliberalizmin saldırılarıyla birlikte, işçilere ve emekçilere “verilen” kredilerde ev kredilerinin önemli bir yekûn tutması ve verilen bu kredilerin dilimlenmesiyle oluşturulan çeşitli fonlar, sermayeleri aralarındaki “savaşımda” (pardon “rekabette”) finansa (üretimdeki “yerlerini” bırakmadan) daha fazla yönelmelerine yol açmıştı. Fakat finansın getirdiği “mutluluk” uzun sürmedi, “üretimdeki” krizin etkisinin finansa ulaşmasıyla birlikte “mortgage” balonu patladı ve bugün bile çıkış ışığının görülemediği kapitalizmin yapısal krizi ortaya çıktı.

İnşaat üzerinden verilen “savaşıma” Türkiye’den baktığımızda ise “finansal” kısımla birlikte doğanın talanından işçi cinayetlerine uzanan bir skalada “ilksel birikim” ile Kamu Özel İşbirliği adı altında kamunun “talanı” üzerinden verildiğini görmekteyiz. Bu durum sermayelerin aralarındaki “savaşımda” esas kaybedenin işçiler ve emekçiler olduğunu göstermekte. Yani yaşanılan aslında bir “sınıf savaşımı”.

Haussmann

“Sınıf savaşımının” bir diğer boyutunu ise kentlerdeki “konumlarda” da görmekteyiz. Engels, sermayenin işçileri kent merkezlerinden uzaklaştırırken “soylulaştırmadan” daha çok “kazancını” düşündüğünü ve bunun gerçekleşmesinde Haussman’ın önemli bir payı olduğunu vurgular: “Bu, özellikle merkezi konumlardaki işçi konutlarının başına geliyor; tıka basa doldurulsalar bile, bunların kiraları, belirli bir üst sınırın üzerine ya hiçbir zaman çıkamıyor ya da ancak aşırı yavaş bir şekilde çıkabiliyor. Bunlar yıkılıyor ve yerlerine dükkanlar, depolar ve kamu binaları inşa ediliyor. Bonapartizm, Haussmann’ı aracılığıyla Paris’te bu eğilimi dolandırıcılık ve kişisel zenginleşme için devasa ölçekte sömürdü; ama Haussmann’ın ruhu Londra’yı, Manchester’ı ve Liverpool’u da adımladı ve göründüğü kadarıyla Berlin’de ve Viyana’da da kendisini evinde hissediyor. Sonuç, işçilerin kentin merkezinden çevresine itilmesi, işçi konutlarının ve genel olarak küçük konutların sayıca azalması ve pahalılaşması ve çoğu zaman hiç bulunamaması; çünkü, bu koşullar altında, daha pahalı konutların çok daha iyi bir spekülasyon alanı sunduğu inşaat sektörü, işçi konutlarını ancak istisnai olarak inşa ediyor.”[6]

Devam edelim:

“”Haussmann” derken, ister kamu sağlığı ve güzelleştirme kaygılarından, ister merkezi yerlerdeki büyük işyerleri talebinden, isterse demiryolu, cadde vb. inşası gibi trafik gereksinimlerinden kaynaklansınlar, başta büyük kentlerimizin merkezi bölgelerindekiler olmak üzere işçi mahallelerinde gedikler açmayı içeren genelleşmiş uygulamayı kastediyorum. Nedenler ne kadar farklı olursa olsun, sonuç her yerde aynı: Burjuvazi bu muazzam başarı nedeniyle kendi kendisini fazlasıyla yüceltirken, en rezil dar sokaklar ve patikalar ortadan kalkıyor, ama hemen başka bir yerde ve çoğu zaman da en yakın yerde yeniden ortaya çıkıyorlar.”[7]

Görüldüğü üzere, Türkiye’de de 1990’lı yıllarda oldukça gündemde olan, “çarpık kentleşme”; işçi sınıfının insanca yaşamaktan bihaber olması, bir “Haussmann’ının” olmaması veya “estetikten” anlamamasından çok sermaye tarafından itildiği koşullardan dolayıdır. Geçerken belirtelim ki, Haussmann’ın geniş caddeler ve sokaklar tasarlamasının nedeni “estetik” duygusunun yüksek olması değil, 1830 ve 1848 Devrimleri’nde işçilerin dar sokaklarda kurduğu güçlü barikatlardır.

Taşranın Devrimcileşmesi

Son olarak Engels’in kırsal bölgelerde devrimci hareketin doğma olasılığına (Lenin’den önce) işaret etmesine değinmek gerekiyor. Engels Almanya’daki sanayi devriminin İngiltere ve Fransa’dakinin aksine geniş alana yayıldığını, bunun da devrimci işçi hareketinin kent merkezlerine sıkışmayarak kırsal bölgelere yayılma imkânı taşıdığını belirtir. Bu yaygınlaşma Fransa’daki devrimlerin başarısızlığa uğrama nedenlerinden biri olan “taşra gericiliğinin” yok olmasına da yol açacaktır.

“Bu ütopya, kırdaki tüm küçük ev sahiplerinin sınai ev işçilerine dönüşmesiyle; “toplumsal girdap”ın içine sürüklenen küçük köylülerin eski yalıtılmışlığının ve dolayısıyla da siyasal hiçliğinin son bulmasıyla; sınai devrimin kırsal bölgelere yayılmasıyla ve böylece nüfusun en istikrarlı ve en tutucu sınıfının devrimci bir fideliğe dönüşmesiyle; ve bütün bunların sonucu olarak, ev sanayisinde çalışan köylülerin, onları zorla ayaklanmaya iten makineler tarafından mülksüzleştirilmesiyle hayata geçiyor.”[8]

Fakat Engels’in taşranın “devrimcileşmesinin” kendiliğinden olmayacağını belirttiğini eklemek gerekiyor.

Sadece taşranın devrimcileşmesi değil, konut sorununa çözümün de devlet, sermaye vb. unsurların elinden olamayacağını belirtiyor Engels. Proudhoncuların sundukları önerilerin “geçici” bir çözüm bile olmayacağını, çünkü sorunu yaratanların yani kapitalistlerin ve kapitalistler ile toprak sahiplerinin örgütlü kolektif gücü olan devletin bu sorunu çözmek istemediklerini açıkça ortaya koyar.

“Şurası gün gibi açık ki, bugünkü devlet konut sıkıntısına ne çare bulabilir ne de çare bulmak istiyor. Devlet, mülk sahibi sınıfların, yani toprak sahipleri ile kapitalistlerin, sömürülen sınıfların, yani köylülerin ve işçilerin karşısındaki örgütlü kolektif gücünden başka bir şey değildir. Tek tek kapitalistlerin (ve burada yalnızca bunlar söz konusudur, çünkü bu konunun tarafı olan mülk sahibi de kendisini öncelikle kapitalist olma niteliğiyle gösterir) istemediğini devletleri de istemez. Dolayısıyla, tek tek kapitalistler, konut kıtlığından yakınsalar bile, bunun en korkunç sonuçlarını yüzeysel bir şekilde hafifletmek için bile kolay kolay harekete geçirilemezken, kolektif kapitalist, yani devlet de bundan çok fazlasını yapmayacaktır.”[9]

Dolayısıyla, birçok sorunu olduğu gibi, konut sorununu da çözecek olan kır-kent karşıtlığını ortadan kaldıracak ve insanlara sağlıklı barınma koşulları sağlayacak olan toplumsal devrimdir. “Her tür sınıfsal sömürüye ve her tür sınıfsal egemenliğe son verecek olan büyük toplumsal dönüşümü” der Engels, “sadece, modern büyük sanayinin yarattığı, toprağa bağlayanları de dahil olmak üzere miras kalmış olan tüm zincirlerden kurtulmuş ve büyük kentlerde toplanmış olan proletarya hayata geçirebilir.”[10]

Öyleyse şimdi Georg Büchner’in veciz sözünü daha yüksek sesle haykırma zamanı: “Kulübelere barış, saraylara savaş!”

 

Dipnotlar

[1] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev. Sevim Belli, 3. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 1992, s. 35.

[2] Friedrich Engels, Konut Sorunu, Çev. Erkin Özalp, İstanbul: Yordam Kitap, 2020, s. 28.

[3] Engels, a.g.e., s. 61-62.

[4] Engels, a.g.e.,s. 31-32.

[5] Engels, a.g.e., s. 52.

[6] Engels, a.g.e., s. 29-30.

[7] Engels, a.g.e., s. 97-98.

[8] Engels, a.g.e., s. 25.

[9] Engels, a.g.e., s. 93.

[10] Engels, a.g.e., s. 37-38.