Çocuklara, Onların Haklarına Dair Sesli Düşünceler

Nihayetinde bu yazı bir davet. Çocuklara bakmaya, onları görmeye, onları tanımaya davet. Çocuklara dair görme biçimlerimizi değiştirmeye yönelik, samimi bir davet. Çocuklarla birlikte, daha neşeli ve özgür bir yaşamı kurabilmeye yönelik keyifli bir davet. Çocuk düşleri gibi de renkli. Bir serüvene davet.

“ Dünyanın bu sınırlı görünümü karşısında ertesi gün-eğer hava güneşli olursa- çocukları alıp kırlara çıkmayı düşündüm. Böylece iki serüven kitabına birden başlamış olurduk: Hem doğanın hem de çocukluğunkine.”

Mario Lodi, Aydınlığa Doğru

Çocuklara, çocukluğa, çocuk haklarına, çocuk algımıza, çocuklarla kurduğumuz ilişkiye, iletişime dair sesli düşünmeye, bu konuda sorular sormaya, yanıtları hep birlikte aramaya, bulmaya, farkındalık yaratıp o farkındalığı güçlü bir harekete dönüştürmeye; yani, yüzümüzü çocuklara dönmeye ihtiyacımız var. Ama bu, yazıldığı ve okunduğu kadar kolay değil elbette.

Öyle karmaşık, araştırmalara dayalı uzun verilerle düşünmeye, onları öncelemeye de gerek yok. En yakından, şimdiden başlanabilir.

Etrafınızda ne kadar çocuk var? Kardeşiniz mesela ya da kendi çocuğunuz… Belki yeğeniniz… Öğrencileriniz… Yol kenarında mendil satanlar yani çalışanlar ya da internette videoları dolaşan “büyümüş de küçülmüş” çocuklar… İşte onlardan/onlarla başlanabilir.

Bir yetişkin olarak, çocuklar üzerinde kimi egemenlikler kurabileceğimizi, hatta çoğu zaman kurduğumuzu fark etmek, bunu kabul etmek güç. Eşitsizliklerin içerisinde mücadele eden bireylersek, hele de bir biçimde eziliyorsak daha zor! Çünkü genellikle herkesin çocukları çok sevdiği ortak kabulümüz vardır. Ama çoğunlukla geçerli olan bu sevgi, çocuğa haklarının verildiği, onun da toplumun parçası olan bir birey, yurttaş olarak kabul edildiği anlamına gelmez. Çocuklarla kurulan ilişkilere yakından baktığımızda bunu daha net görebiliriz.

Bütün ezilmelerin çemberinde, biz de aslında yetişkinler dünyasının içindeki çocuklarla hiyerarşik bir ilişkideyiz. Görme biçimimiz, çocuğu değil kendimizi merkeze alan bir noktadan şekilleniyor. Çoğu zaman bunu fark etmiyoruz bile. Bu belki, genellikle, çocuğu “koruma” gibi iyimser bir niyetten doğuyor olabilir. Ama bu onu, eşitsiz ilişkiyi besleyip yeniden üretmekten kurtarmıyor. Bu koruma güdüsü de “sevgi”den geliyor elbette. Peki ya bu sevgiyi tartışmayacak mıyız? O perdeyi açıp ardına bakmayacak mıyız? Bunu yapmadan, çocuklarla aramızdaki ilişkiyi iyileştirmek, onlarla eşit ve barışçıl bir dil kurmak; daha geniş anlamda, çocuklarla ortak yaşamı oluşturmak mümkün değil. “-mış” gibi olabilir ancak.

Feminist teori tartışmalarında kadının görünmeyen emeği ve sevgi üzerine tartışmalar yapılıyor sıklıkla. Kadınların “sevdikleri” için ev işlerini yaptıkları fikrinin perdesi çekiliyor ve ardındaki erkek egemenlik ortaya dökülüyor. Benzer bir dökme işlemi “öldüren sevgi” için de geçerli. Böyle bir sevgi yok! Bir de “koruyan erkeklik” var. Bunun da özünde ne kadar cinsiyetçi olduğu artık büyük oranda kabul görüyor.

Peki ya çocuklar? Onlarla kurulan sevgi ilişkisinin fanus şeklinde oluşu, hatta doğrudan fanus oluşu… Birçok egemenlik biçimiyle benzer olmasına rağmen, çarpık, tutarsız çocuk algıları ve yürütülen egemen çocuk politikası bize şunu gösteriyor: çocuk ve yetişkin arasında kendine özgü bir egemenlik ilişkisi.

Erkek egemen bakış, kadına karşı her türlü şiddet ve baskıyı kendine hak görür. Ben buna bir de yetişkinler merkezinden bakmak istiyorum. Örneğin, bir erkek karısına ya da kızına şiddet uygulasa ve dese ki “Karım, döverim de severim de, size ne?” Bu algı, kadın hareketinin de gücüyle değişmeye başladı artık. Tepkiler üretilebiliyor. Peki ya çocuklara uygulanan fiziksel ya da duygusal şiddet? Söylemler genellikle aynı değil midir? Onun çocuğudur, döver de sever de! Oysa ikisi de egemenliğin verdiği “yapabiliyor olmak” tan gelir. Güçlü olan uygular.

Belki çocukları ve onların toplumdaki yerini düşünürken bir de buradan bakabiliriz. Eğer onları da birey olarak görür isek, doğal olarak, onlara uygulanan her türlü şiddete ve hak ihlallerine karşı çıkmamız gerekir. Kimse çocuğun “sahibi” değildir ve anne ya da babası olması da dâhil olmakla birlikte, hiçbir tanımlama çocuğa şiddeti meşrulaştırmaz. Buna hak tanımaz.

***

Kabul etmeliyiz ki çocukla yetişkin arasında hiyerarşik, asimetrik bir ilişki var.

Aslında çocukla yan yana geldiğimiz anda fark ederiz ki, o “küçük” biz “büyüğüz”. Bütün bir ilişki, o an belirlenmeye başlar. Burada şöyle bir durum açığa çıkar: Bu andan itibaren ne olursa çocuğun çocukluğuyla ilgilidir, “küçüklüğü” ile. Oysa bu karşılıklı bir ilişki biçimidir ve bu ilişkiyi farkında olarak ya da olmayarak, biz yetişkinler belirleriz. Kendi sorumluluğumuzu görmeyiz. Kendimizi, sözümüze, duruşumuza, tavrımıza bakmayız hiç. O çocuktur ya! Onu öyle, alıştığımız görme biçimiyle görür, bütün ilişkiyi de bu yüksek yetişkinlik mertebesinden kurarız.

Eğer çocukla, eşit ve onun merkezde olduğu bir ilişki kurma derdinde isek, önce onu görmemiz gerekir. Ve bu noktadaki kimi “kaçamak”ları, kolaycılıkları, tutarsızlıkları da görmek.

Birkaç örnekle tartışabiliriz. Örneğin çocuklar ve çocuk hakları söz konusu olduğunda, daha birçok konuda da olduğu gibi, hemen iki uç nokta oluşuyor. “Tamam hakları var ama her şeyi de serbest mi bırakacağız yani?” gibi cümlelerle özetleyebileceğimiz ilk uç bu. Diğeri de tam tersi, fanus içinde yetişen çocuklar ve çocuğu korumanın en iyi yolunun bu olduğunu, büyüdüğünde kendisinin karar verebileceği ama şimdi yetişkine bağlı olması gerektiği fikri ve onun getirdiği uygulamalar… Bu iki ucun arasında da bir dolu farklı tutum var elbette.

Ben ilk uca yaklaşıp bunu tartıştırmak, daha doğrusu sorular sormak istiyorum. Bu tam bir yetişkin egemenliğini koruma, gücü elden bırakmama hali değil mi? Genellikle cevap “Tamamen bırakalım, her istediğini yapalım da çocuğun başına kötü şeyler mi gelsin yani? Ya da savrulup gitsin mi?” şeklinde geliyor. Çocuğa onun haklarıyla yaklaşmak elbette onu bu güvensiz dünyanın içine bırakıvermek değildir. Aksine, çocuğu güçlendirmektir. Onun özne olmasını sağlamak, fikir üretip gelişmesinin önünü açmak, çocukluğunu yaşayabilmesi için ona uygun ortamı hazırlamaktır. Tabii ki yetişkin çocuğu korumakla yükümlüdür. Ama onu korumak, fanusa koymak, kendisine işimize gelince büyükmüş gibi davranıp işimize gelmediğinde susup oturmasını söylemek değil. Ya da sıkıştığımız anda egemenliğimizi onun üzerinde kullanmak da değil.

Bu konudaki iki uç, aslında çocuk haklarına ve çocuklara olan çarpık algıdan ve buna dair yeterince düşünmemekten geliyor. Çünkü her ne olursa olsun, bir çocuğa haklarını gözeterek, onu özne kabul ederek yaklaşmak, en azından başlangıçta, ve bunun gerekleriyle davranmak birçok detaya dikkat etmeyi, çocuğu dinlemeyi, ona alan açmayı, onu beklemeyi, kararına saygı duymayı gerektirdiği için biraz zor olabilir. Zaten bunlardan kaçıldığı için, sık sık egemenlik kullanılır ve çocuğa tanınan haklar da oracıkta ihlal ediliverir. Biraz zorlanılsa “çocuğun sınırı aştığı” dillendirilir. Ya da aksi bir durumda telaş başlar; biz bu çocuğu çok mu “serbest” bıraktık telaşı… Korkular da ardından gelir. Bütün bunlardan kaynaklı hep diğer uç baskın gelir.

Bir mesele de “-mış” gibi yapmak. Yani mesela, çocuğun kararına saygı duyuyormuşuz gibi yapmak ama aslında ona sunulacak seçenekleri belirlemek. Çocuğu bir biçimde kendi zevklerimize, fikirlerimize doğru yönlendirmek. Kendi sınırlarımız içinde karar vermesine müsaade etmek ama onu aşmasına asla izin vermemek. Çocuğun fikrini sormak ama istemediğimiz bir yanıt gelince hemen onunla savaşa girmek…

***

Bunlar arttırılabilir.

Çocuk Hakları Günü, yakın zamanda geçti. Onun sunduğu fırsatlar ve hatırlattıklarıyla, bütün bunları yeniden düşünmek, zihnimizin ve davranışlarımızın bir biçimde yetişkin kalıplarını taşıdığını hep akılda tutmak, eğer çocuklarla hakikaten onları da özne gören bir ilişki kurmak istiyorsak, onlara biraz daha yaklaşmak, onların dünyasını ciddiye almak, sözlerine kulak kabartmak, onları gerçek anlamda dinlemek, potansiyellerini açığa çıkarabilmek için ihtiyaç duydukları alanı açmak, bir yandan onları korurken öbür taraftan güçlenmelerini sağlamak, gelecekte değil şimdiden bir birey olmaları için fırsatlar tanımak, kendi fikirleri olduğunu unutmamak, duygularını yaşamalarına müsaade etmek, seçme özgürlüklerini tanımak, onlara ve potansiyellerine güvenmek…

Bunlar, dinlerken kulağa güzel gelen ama uygulamada pek de kolay olmayan işler. Kolaylaştırmak ise yine bize, yetişkin merkezimizden çıkmaya, çocukla çocuk merkezli ilişki kurmaya bağlı.

Bunun için, en yakınınızdan başlayabilirsiniz. Bırakın biraz sarsılsın yetişkin kulelerimiz! Ancak böyle böyle çocuklarla birlikte yaşamaya başlarız. Gerçek anlamda birlikte yaşamaya.

Nihayetinde bu yazı bir davet. Çocuklara bakmaya, onları görmeye, onları tanımaya davet. Çocuklara dair görme biçimlerimizi değiştirmeye yönelik, samimi bir davet. Çocuklarla birlikte, daha neşeli ve özgür bir yaşamı kurabilmeye yönelik keyifli bir davet. Çocuk düşleri gibi de renkli. Bir serüvene davet.