El Yazmaları’nın Notu: Friedrich Engels’in doğumunun 200. yıl dönümü kapsamında hazırladığımız dosyada, Marx ve Engels’in İslamiyet ve Doğu toplumları üzerine saptamalarda bulundukları mektuplardan alınmış bölümleri siz değerli okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.
Engels’ten Londra’daki Marx’a [Manchester, 26 Mayıs 1853]
Sana sözünü̈ ettiğim Arap yazıtları hakkındaki kitabı[1] dün okudum. İlginç değil diyemem, ama başından sonuna, bezginlik verecek kadar rahip ve İncil savunusuyla dolup taşıyor. En büyük başarısı, Gibbon’un eski coğrafya konusunda bazı gaflar yaptığını kanıtlaması; bundan Gibbon’un tanrıbiliminin de itiraz edilir türden olduğu sonucunu çıkarması. Kitabı muhterem rahip Charles Forster yazmış̧; başlığı Arabistan’ın Tarihsel Coğrafyası. Kitabın içeriği şöyle özetlenebilir:
1. Tekvin’de[2] verilen Nuh’a, İbrahim’e vb. ilişkin soykütük, o tarihlerdeki Bedevi kabilelerinin, derece derece lehçe akrabalıklarına göre, oldukça doğru biçimde sıralanışlarıdır. Bildiğimiz gibi Bedevi kabileleri, bugüne kadar kendilerini Beni Salid, Beni Yusuf, yani falanın filanın oğlu diye adlandıragelmişlerdir. Eski ataerkil yaşama tarzından gelen bu tür adlandırma, sonunda böyle bir soykütüğe yol açmıştır. Tekvin’deki soykütük sıralamasını eski coğrafyacılar aşağı yukarı doğrulamışlardır; daha yakın zamanlardaki gezginler de şiveye ilişkin değişikliklerle eski adların büyük çoğunlukla süregeldiğini kanıtlamışlardır. Bundan çıkan sonuç şu: Yahudiler de, yerel koşulların, tarımın vb. öteki Bedevi kabilelerinin karşısına koyduğu, küçük bir Bedevi kabilesinden başka bir şey değildir.
2. Daha önce konuştuğumuz büyük Arap istilasına, Bedevilerin, Moğollar gibi, dönem dönem istila hareketlerine giriştikleri konusuna gelince, Asur İmparatorluğu -ve Babil İmparatorluğu- daha sonraları Bağdat halifesinin ortaya çıktığı yerde kurulmuştur. Babil İmparatorluğu’nun kurucuları, Kaldeliler, aynı yerde bugün bile aynı ad altında, Beni Halid adı altında yaşamaktadırlar. Nineve ve Babil gibi büyük kentlerin hızlıca kuruluşu, yalnızca 300 yıl kadar önce doğu Hindistan’da Mgan ve Tatar istilalarıyla Agra, Delhi, Lahor ve Mutan gibi kentlerin kurulması türündendir. Demek ki, Muhammed’in giriştiği istilaların kendine özgü bir karakteri sözkonusu değildir.
3. Öyle görünüyor ki, kurdukları yapılardan anlaşıldığına göre, Araplar, güneybatıda yerleştikleri bölgede, Mısırlılar ve Asurlular kadar uygar bir halktılar. Bu, Muhammed’in istilalarındaki birçok şeyi de kanıtlamaktadır. Dinsel yalanlarla ilgili olarak şu söylenebilir: küçük bir parçasını İbrani geleneğinin oluşturduğu eski geleneksel Arap tektanncılığının (Amerika’daki kızılderili kabilelerinde olduğu gibi) egemen olduğu güneydeki eski yazıtlardan anlaşıldığına göre, Muhammed’in dinsel devrimi, her dinsel hareket gibi, eski basit geleneklere dönme iddiası, biçimsel bir tepkidir.
Yahudilerin Kitab-ı Mukaddes denen kitaplarının eski Arap din ve kabile geleneğinin kaydedilmesinden başka bir şey olmadığı, aynı kökenden gelen ama göçebe olan komşularından erkenden ayrılan Yahudiler tarafından değiştirilmiş olduğu anlaşılıyor. Bu nokta, şimdi bana çok açık görünüyor. Yahudilerin farklı gelişmesini, Filistin’in Arabistan tarafının Bedevi toprağı olan çölle çevrilmiş olması çok iyi açıklıyor. Ama eski Arap yazıtların, geleneklerin ve Kuran’ın ve bütün soykütüklerin vb. artık kolaylıkla çözülebilmesi, esas özün Arap ya da daha çok Sami olduğunu gösteriyor. Buradaki durum, Edda ve Alman kahramanlık destanına oldukça benzerlik göstermektedir.
Marx’tan Manchester’deki Engels’e [Londra, 2 Haziran 1853]
İbranilerle Araplara ilişkin mektubun bana çok ilginç geldi. Konuyla ilgili olarak: 1) Tüm doğu kabileleri arasında, kabilelerin bir kısmının yerleşik konuma geçmesiyle, bu sürecin başlamasından sonra, bunlarla göçebe yaşamın sürdürenler arasında genel bir ilişki olduğu kanıtlanabilir. 2) Muhammed zamanında Avrupa’dan Asya’ya uzanan ticaret yolu önemli ölçüde değiştirilmiştir; Hindistan’la ticaretteki payı önemli olan Arap kentleri ticari bir çöküntü içindeydi, bu da değişimi hızlandırmıştır. 3) Dine gelince, soru, genel ve dolayısıyla kolaylıkla yanıtlanan bir noktada odaklaşıyor: doğunun tarihi neden dinler tarihi olarak görünüyor?
Doğu kentlerinin kuruluşuna gelince, (Aurung-Zebe’de dokuz yıl doktorluk yapan) François Bernier’nin Büyük Moğol’un Dominyonlarının Tanımını İçeren Geziler, vb.’den[3] daha parlak, daha canlı, daha çarpıcı olanını bulmak zordur. Askeri sistemi, bu büyük orduların beslenmesini vb. çok iyi anlatır. Bu iki noktada şöyle yazar:
“Süvari ordunun ana bölümüdür; hizmetkarlar ve pazar dan ya da çarşıdan orduyu izleyen halkla askerler birbirine karıştırılmazsa, piyade, genel olarak söylenenin tersine, süvari kadar büyük değildir. Örneğin hükümdarın, başkentten uzun bir süre uzak kalacağının kesin olduğu durumlarda, ona eşlik eden ordunun 200.000 ya da 300.000 kişiden ve bazan daha çoğundan oluştuğunu belirtenlerin haklı olduğu, ancak ordu ve eşlik edenler birlikte düşünülünce kabul edilebilir. Çadırlar, mutfaklar, giysiler, mobilya ve çoğu zaman kadınlar ve kuşkusuz bu kadar yükün doğal sonucu olarak filler, develer, öküzler, atlar, hayvan yemi tedarikçileri, levazımcılar, her türden tüccar hizmetkârlar – işte ordunun ardından götürdüğü bütün bu yükü ve insanları bilenler için, orduların büyüklüğüne ilişkin rakamlar şaşırtıcı değildir. Bir ülkede tüm toprağın tek sahibi hükümdar ise, bunun zorunlu sonucu olarak Delhi ya da Agra gibi bir başkent, neredeyse tümüyle yaşamını orduya borçluysa ve bu yüzden de hükümdar uzunca bir süre savaş alanlarına gittiği zaman onu izlemek zorundaysa, böyle bir ülkenin koşullarını ve yönetimini bilenler için, ordunun asker sayısına ilişkin yüksek rakamlar şaşırtıcı değildir. Bu kentler, açık arazide kurulanlardan biraz daha iyi ve rahat olmaları dışında, gerçekte askeri kamplardan başka bir şey olmadıkları için Paris vb. gibi birer kent değildirler ve öyle de olamazlar.”
Büyük Moğol’un 400.000 kişilik bir orduyla Keşmir’e yürüyüşü üzerine de Bernier şöyle diyor:
“Güçlük, böyle büyük bir ordunun, böyle çok sayıda insanın ve hayvanın arazide nasıl ve nereden beslenebileceğidir. Doğru olan şudur: Hintliler gıda yönünden azla yetinebilen insanlardır. Bunların çoğu süvaridir; yirmide-biri bile yürüyüş sırasında et yemez. Gıdaları pirinç ve sebze karışımıdır. Pişirildiği zaman üstüne eritilmiş tereyağı dökerler. Bununla yetinirler. Ayrıca develerin büyük bir dayanma gücü vardır; açlığa ve susuzluğa direnebilirler; çok az gıdayla yaşayabilirler ve herşeyi yiyebilirler. Ordu menziline varınca deve sürücüleri, hayvanları çayırlara salarlar; hayvanlar bulabildiği herşeyi yer. Ayrıca, Delhi’deki pazarda iş yapan ticaret erbabı, harekat sırasında da ordunun yanında aynı işi yapmak zorundadır. Hayvan yemine gelince, tüm bu yoksul insanlar ülkenin her yanını dolaşıp ne bulurlarsa satın alırlar ve böylece az bir kazanç sağlarlar. Ama daha çok yaptıklan şey, ellerinde malaya benzeyen ufak küreklerle araziyi dolaşmak, buldukları yenebilir bitkileri toplamak, yıkayıp temizleyerek orduya satmaktır. . . “[4]
Bernier haklı olarak, doğudaki tüm fenomenlerin temelinde toprakta özel mülkiyet olmayışını görür ve Türkiye, İran ve Hindistan’a atıfta bulunur. Gerçek anahtar, hatta doğu cennetinin anahtarı da budur.
Engels’ten Londra’daki Marx’a [Manchester, 6 Hazı̇ran 1853]
Toprak mülkiyetinin olmayışı, gerçekten de Doğunun tümü için anahtar. Doğunun siyasal ve dinsel tarihi de bu noktaya dayanıyor. Ama nasıl oldu da doğulular, feodal biçiminde de olsa toprak mülkiyetine varmadılar? Bu, sanının iklimle ve onunla bağlantılı olarak, özellikle Sahra’dan Arabistan’ı, İran’ı, Hindistan’ı ve Tatarya’yı [Orta Asya ve Türkistan’ın bazı bölümleri, Tatari] geçerek yüksek Asya platosuna ulaşan büyük çöl parçalarıyla kaplı toprağın yapısıyla ilgili. Burada yapay sulama tanının ilk koşulu; bu da ya komünlerin, illerin ya da merkezi hükümetin işi. Bir doğu hükümetinin hiçbir zaman üçten fazla dairesi olmadı: maliye (ülke içi yağma), savaş (ülke içi ve dışı yağma) ve bayındırlık (yeniden üretim için hazırlık). İngiltere hükümeti Hindistan’da 1 ve 2 numaralı işleri çok darkafalı bir biçimde yürüttü, 3 numaralı işi ise tümden bir kıyıya koydu. Hindistan tarımı da bu yüzden haraboluyor. Serbest rekabet, orada kendi kendini tamamen itibardan düşürüyor. Sulama sistemi çürümeye terkedilince toprağın gübrelenmesinden hemen vazgeçilmesi, başka türlü çok garip görünen bir gerçeği, bir zamanlar, şahane biçimde ekilip biçilen bölgelerin şimdi nasıl birer çorak arazi parçası (Palmira, Petra, Yemen’deki harap yerler, Mısır, İran ve Hindistan’daki sayısız topraklar) durumuna geldiğini açıklıyor. Yıkıcı tek savaşın, bir ülkenin nüfusunu boşaltabileceğini ve uygarlıktan yüzyıllarca yoksunlaştırabileceğini gösteriyor. Sanırım senin çok doğru olarak Muhammed devriminin temel öğelerinden biri olarak gördüğün bir gerçeği, Muhammed’den önce güney Arabistan ticaretinin mahvoluşu gerçeğini de belirttiğim bağlamda düşünmek gerekiyor. lsa’dan sonraki altı yüzyılın ticaret tarihini iyi bilmiyorum. Bu nedenle de İran’dan Karadenize ve İran körfezinden Suriye ve Küçük Asya’ya uzanan ticaret yolunun, Kızıl Deniz yoluyla yapılan ticarete yeğ tutulmasına neden olan genel maddi durumu değerlendirecek durumda değilim. Ama, Sasaniler döneminde asayişi iyi olan İran İmparatorluğunda göreceli bir kervan güvenliği oluşunun etkileri herhalde yabana atılır gibi değildir. Buna karşılık İS 200-600 yılları arasında Habeşler tarafından sürekli işgal edilmiş, yağmalanmış, boyun eğdirilmiştir. Romalılar zamanında gelişip serpilen güney Arabistan kentleri, yedinci yüzyılda çoraklaşmış ve harabeye dönüşmüştü: beşyüz yılın içinde komşu Bedeviler tamamen efsanevi, pek güzel gelenekler benimsediler (Kuran’a ve Arap tarihçi Novairi’ye bak), o bölgedeki yazıtların yazıldığı abeceyi bilmiyorlardı; gerçekte başka abece de yoktu ve yazı tamamen unutulmuştu. Genel ticari durumun neden olduğu bu çöküntünün yanısıra, doğrudan ve şiddetli ölçüde yıkıcı bir başka hareketin daha bulunmuş olması gerekir ki, bunun da ancak Etyopyalılar tarafından girişilen istila hareketleri olduğu düşünülebilir. Habeşlerin yöreden çıkarılıp atılması Muhammed’den kırk yıl önce olmuştur; anlaşılıyor ki, Arap ulusal bilincinin uyanışının ilk eylemi budur. Arap ulusal bilincini, kuzeyden gelen ve neredeyse Mekke’ye kadar uzanan Pers istilası da kamçılamıştır. Bizzat Muhammed’in yaşamıyla ilgili tarihi, gelecek birkaç gün içinde okuyacağım. Ama şimdiye değin okuduklanmdan çıkan sonuca göre, olay, bozuk bir judaizm ve bozuk bir hıristiyanlık anlayışı ile bozuk bir doğaya tapınma yaklaşımının karması olan dinleri de çözülme çığrına girmiş olan, ahlaken iflas etmiş kentli fellahlara karşı bir Bedevi tepkisi niteliğini taşımaktadır.
Bernier’nin materyali[5] gerçekten çok iyi. Uyanık, açık kafalı, çekici her zaman çivinin tam başına isabet ettiren, ama bundan haberdar değilmiş gibi görünen bir Fransızdan birşeyler okumak büyük zevk.
Dipnotlar
[1] Charles Foster, The Historical Geography of Arabia; or, The Patriarchal Evidences of Revealed Religion, vol. 1 and 2, London, 1844 -Ed.
[2] Pentateuque ve İncilin birinci kitabı. Kitapta yaradılışın öyküsü ve Yusuf’un ölümünden Musa’nın doğuşuna kadar olan ilkel tarih yazılıdır.
[3] F. Bernier, Voyages cantenant la description des etates du grand Mogol, de l’Indoustan, du Royaume de Cachemire, ete., tomes 1-11, Paris 1830 -Ed.
[4] Marx’ın burada andığı kitap şudur: Voyages de François Bernier… Cantenant la dese Tiption des Etats du Grand Mogol, de L’Hindoustan, du royaume de Cachemire…, Paris 1830, c. I, s. 304-305 ve c. III, s. 231-232. İki uzun aktarma, orijinal diliyle, Fransızca verilmiştir; yalnız birinci aktarmanın ilk iki satırı Marx tarafından Almancaya çevrilmiştir.
[5] Engels, Bernier’nin Voyages contenant la deseTiption desetats du Grand Mogol… kitabını imliyor. -Ed.