Kemal İnal: Sahici Bir Demokrasi Çocukların Katılımıyla Mümkündür

El Yazmaları’nın Notu: 20 Kasım Çocuk Hakları Günü vesilesiyle hazırladığımız dosyanın içerisinde, Doç. Dr. Kemal İnal ile gerçekleştirdiğimiz röportajı değerli okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Merhabalar. Öncelikle “çocuk”u ve çocukluğu konuşarak başlayalım isteriz. Ülkemize özgü olmayan bir biçimde, çocuklar genellikle edilgen varlıklar olarak ele alınıp, biçimlendirilmeye çalışılıyorlar. Bırakalım haklarını konuşmayı, birey olarak bile görülmüyorlar. Paternalist ve tabii çarpık bir çocuk algısı var. Buna dair neler söylersiniz?

Çocuk ve çocukluk kavramları farklı kavramlar. Her çocukluğun mutlaka çocuk üzerinden gerçekleştiği kesin ama her çocuğun bir çocukluğu olduğunu söylemek pek mümkün değil. Yani çocuk dediğimiz belli bir yaşdilimi arasında biyolojik ve cinsel olarak görebildiğimiz, tanımlayabildiğimiz, kayıt altına alabildiğimiz bir insan dönemi. Bir biyolojik dönem. Çocukluk ise daha kültürel bir konu. Kültürlere göre değişiyor, kültürlere göre üretiliyor, zamana göre değişiyor ve kültürel olarak çocukluğu çok farklı şekillerde tanımlamak mümkün.

Philippe Aries diye bir Fransız demografi tarihçisi 1960’ların başında çocuklukla ilgili bir kitap yazdı ve şunu iddia etti: Çocukluk dediğin modern bir inşa, modern bir kurgu. Yani Orta Çağ’da çocuklar vardı ve önceki dönemlerde ama çocukluk anlayışı yoktu. Dolayısıyla çocukluk bir toplumsal kurgu, bir icat; modern bir icat. Modern bir icat dediğimizde şunu söylüyoruz aslında: Çocuk giyimi, çocuğun okula gitmesi gerektiği, çocuğun haklarının olduğu, çocukların belli bir şekilde yetiştirilmesi gerektiği… Bunlar çocuk anlayışıyla ilgili kültürel üretimler.

Bunun anlamı şu: Çocuklar tarihte hep vardı Philippe Aries’e göre. Ama çocukluk 16. yy.’dan itibaren Avrupa’da yeni bir dönem olarak ki bu dönemin yani bu çocukluğun modern bir inşa olması bazı konularla paralel gitmiştir. Mesela modern okulun inşasıyla. Çünkü modern okulun kurulmasıyla çocuğun yerinin bağ, bahçe, tarla değil, çalışmak değil, okula gitmek olduğu algısı başlıyor. John Locke, Rousseau gibi birçok filozof bunu ifade etmiştir.

Mesela ayıp düşüncesi var. Çocukların önünde, yanında her şeyi yapabilirken zamanla çocukların yanında bazı şeyleri yapmanın ayıp olduğu düşüncesi oluştu. Çocuğun kendine özgü bir çocukluk devresi olduğu anlayışını ortaya çıkardı. Buna ilişkin eğitim, ayıp düşüncesi ve çocukluğu tanımlayan diğer kategoriler, kültürel olarak zamanla bir çocukluk anlayışı ortaya çıkardı. Daha çok tabii bu orta ve üst sınıflarda ve daha ziyade erkek çocuklar için geçerli oldu, kız çocukları için geçerli değildi.

Ve daha önce değersiz olan, işgücü olarak görülen çocuklar, zamanla değerli olan, psikolojik olarak insana, aileye, anne-babalara destek sunan şefkat kaynağı, hatta giderek bir yatırım, ailenin adını yaşatacak, iyi temsil edecek bir sermaye, bir yatırım olarak, bir simge olarak görülmeye başlandı. Dolayısıyla şunu söylemek mümkün: Çocukluk, tarih içinde üretilen kültürel bir inşa, bir icat konusu olarak daha ziyade Batılı toplumlarda kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla modern kapitalizmin ürünü olduğunu söyleyebiliriz modern çocukluk anlayışının.

Tabii bu çocukluk anlayışı hep iyi gitmedi; yani 19. yy’da Marx’ın, Engels’in kitaplarında defalarca yazdığı gibi, mesela bazı çocukların fabrikalarda 16 saat çalıştırıldığını biliyoruz. Orta ve üst sınıflarda çocuklar çok iyi yetiştirilirken işçi sınıfı, köylü sınıfı çocuklarının fabrikalarda çok uzun saatler çalıştırılmaları, bedenleri küçük olduğu için baca temizliğinde kullanılmaları söz konusu olmuştur. Dolayısıyla, İngiltere’de 1800’lerin ortalarında liberal dediğimiz kesimler, biraz da çocuklara yönelik şefkat duygusundan mı hareket ettiler bilmiyorum, çocuklarla ilgili liberal reformların yapılmasına önayak oldular. İngiltere’dekiler daha çok politikacılar, birtakım akademisyenler, gazeteciler, sanatçılar, romancılar…

20 yy.’da bütün o kapitalizmde gelişen çocukluk anlayışına rağmen çocukluğun üç kanalda temsil edildiğini görüyoruz.  Bir romantik kanal var. Romantik kanalda, çocuklar idealleştiriliyor. Mesela benim kitaplarımda sık sık örnek verdiğim Polyanna, Heidi gibi kahramanlar üzerinden çocuklar ve çocukluk romantikleştirildi. Bizde de mesela çocuk kahramanlar var. “Çocukta saf bir güzellik vardır, temizlik vardır, ağırlık vardır ve uygarlık bu çocukluktaki saflığın hatırlanması ve hayata geçirilmesiyle mümkün olabilir.”

Romantik kanal var, bir taraftan sosyalist bir kanal var, çocukların üretici olarak kodlandığı. “Çocuklar üretici olarak hem eğitimde hem üretimde yer almalı” der Marx mesela. Bir de daha kapitalist dediğimiz ya da kapitalizmin yansımalarıyla ortaya çıkan çocukluk yani köle olarak alınıp satılan, çalıştırılan, asker olarak kullanılan, fuhuş ticaretine söz konusu olan, uyuşturucu kuryesi olarak kullanılan çocuklar.

Dolayısıyla baktığımızda, çocuklar evet, var, ama çocukluk dünyanın her tarafında tarihin her döneminde aynı değil. Kültürlere, ideolojilere, sınıflara göre farklı çocukluk tasarımları ve pratikleri var.

Buradan hareketle, Türkiye’de çocuk hakları ve siyaset üzerine genel bir parantez açalım. Biliyoruz çocukluk da oldukça politik ve hakları söz konusu olduğunda bunu devlet politikalarından ayrı düşünmek mümkün değil. Çocuk haklarının ülkemizdeki durumunu, o kötü tabloyu bununla birlikte düşünmeden edemeyiz öyle değil mi?

Devletin bir çocuk politikası var mıydı? Her zaman vardı ve bu politikayı daha çok eğitimde görüyoruz. Ama devletin çocuk politikası sadece eğitimde temsil edilmiyor. Aileler tarafından evde temsil ediliyor, ana akım medyada temsil ediliyor, tarikatlarda temsil ediliyor. Tek boyutlu bir çocuk politikası değil. Hayırlı evlat diyorsun deniyor; devletin de kafasında bir hayırlı evlat vardır.

Hayırlı evlat olarak çocuk. Peki, hayırlı evlat kimdir? Milliyetçi olacak, dindar olacak, çağdaş olacak, laik olacak, hepsi var içinde. Bu nasıl bir şey olacak, o belli değil. Çocuğun sırtına yüklenilen görevler var ve çocukların bu görevleri taşıması mümkün değil. Zaten devletin kafasında şu var: Ben çocuğun nasıl olacağını tanımladım. Bu Fransız Devrimi’nden itibaren gelen bir şey. Fransız Devrimi’nde çocuk, cumhuriyetçilerin tanımladığı bir yurttaş modeli içinde ele alınmıştı. Bu modele göre çocuk yurttaş olacak. Çocuğu kim yurttaş yapacak? Devlet yapacak. Ne ile yapacak? Eğitimle, yurttaşlık bilgisi dersleriyle, iyi davranışlarla vs.

Bunlar yukarıdan, çocuğun nasıl olacağını ortaya koyan resmi planlar. Tabii yukarıdan planlanan aşağıya olduğu gibi inmiyor. Aşağıda yorumlanıyor bu. Kültürlere, sınıflara, sosyoekonomik kesimlere göre yorumlanıyor ve dolayısıyla değişik çocuk türleri ortaya çıkıyor.

Ben mesela yakın zamanda “Z Kuşağı Yok” diye bir yazı yazdım. Çünkü Z kuşağı demografik bir kesim. 2000 ve 2000 sonrası doğmuş olan bütün çocukları, gençleri Z kuşağı içine dolduramazsınız. İnsan bir torba veya çuvala doldurulacak şey değil. Çok farklılar. Sınıfa, kültüre, aileye, zamana göre çok farklılar.

Devletin bu çocuk modeli tutarlı bir modelde değil. Devletin çocukları çok iyi eğittiğini söyleyemeyiz, aileleri de iyi eğittiğini söyleyemeyiz. Devlet o kadar önlem aldığını söylüyor ama halen çocuklar çok çalıştırılıyorlar, çocuk hakları uygulanmıyor, aile içinde çocuk istismarları çok yaygın özellikle cinsel taciz, ensest vs.

Aşağıdan aile, yukarıdan devlet, ortada şirketler dünyası ya da sivil toplum diyelim. Her birimiz kafamıza göre bir çocuk yetiştirme modeli yaratıyoruz. Bazen çakışıyor bazen çatışıyor ama ortaya çıkan ürün itibariyle çocuklar bugün nesneleştirilmiş durumda. Yani fikirleri alınması gereken yurttaş olarak görülmesi gereken çocuklar, kendi dünyalarının değerli olduğu düşünülen bir kesimi temsil etmiyor.

Biz çocuklarımıza çok değer verdiğimizi söyleriz, onlara para yatırırız, eğitimlerine harcarız, onları tatile göndeririz ama bütün kritik kararlarımızı çocuğa sormadan alırız ve bu da çocuğun özneleşmesini engelleyen bir durum. Bununla ilgili Türkiye’de çok fazla örnek var. Yani, çocuğa bir elbise alıyorsun, sormadan alıyorsun. Kız çocuğu ise pembe renkli elbise alınacak, erkek çocuğu ise oyuncak alırken asker, tabanca alınacak. Bunlar hep yetişkinlerin kafalarındaki düşüncelerin çocuğa dayatılması. Çocuğa oyuncak alırken, hangi okula gideceği meselesinde, daha sonra diyelim genç oldu evlenecek ve evlenirken bile bu müdahaleler devam ediyor ve bu da özneleşme olmadığını gösteriyor.

Sizin medya ve çocuk hakları üzerine de çalışmalarınızın olduğunu biliyoruz. Çocuk hakları bağlamında medyayı düşündüğümüzde neler söylersiniz? Mesela geçtiğimiz günlerde yaşanan İzmir depreminde enkaz altından çıkarılan bir çocuk yoğun biçimde gösterildi ve bu bir tartışma yarattı. Ama buradaki sorun elbette yalnızca bu da değil. Bu konuya dair sizin değerlendirmeleriniz neler? Çocuklar ve medyayı birlikte ele aldığımızda hangi sorunlarla karşılaşıyoruz ve alternatifi var mıdır?

Biz çocuklar konusunda rasyonel değil, çok duygusal bir toplumuz. Duygularımızla hareket ediyoruz. Çocuklarımıza rasyonel bakmıyoruz çünkü çocuklarımızın rasyonel birer varlık olduğunu kabul etmiyoruz. Yani “çocuk işi” diyoruz, “çocuk gibi ağlama” vs. Çocuğun yetişme-eğitim demiyorum yetişme diyorum, çünkü eğitim yetişmenin içinde de yer alıyor- sürecinde akılcı bir varlık olduğunu kabul etmiyoruz.

Aile, oradan kapitalizme kadar devam eden bir süreç; sonra okul, okulla birlikte devlet. Ama günümüzde medyanın çok daha başat bir kurum olduğunu görüyoruz. Yani çocuklar zamanlarının büyük bir kısmını medyada geçiriyorlar ve daha çok da sosyal medyada. Dolayısıyla birçok mesajı ailelerinden ya da okullardan değil medyadan alıyorlar. Ve birçok işlerini medyada yapıyorlar. Ödevlerini yapıyorlar, araştırma yapıyorlar, oyun oynarken medyayı kullanıyorlar vs. Dolayısıyla medyanın bu mesaj bombardımanı altında çocuklar zaman zaman “doğru nerede”, “ne yanlış” karıştırabiliyorlar. Tabii hepsi karıştırmıyor, kimi çocuklar çok akıllı medyayı ustaca kullanabiliyorlar.

Ama şu olay var: Medya, öğretmenin yerini büyük ölçüde almış durumda. Çocuk öğretmenden ziyade medyaya güveniyor. Hal böyle olunca çocuklara bir medya okuryazarlığı eğitimi şart. Yani medyadan kaçış yok. Çocuklar bu medyayı giderek daha fazla kullanacaklar. Hem eğitim aracı hem eğlenme hem oyun aracı hem boş zaman geçirme ya da alışveriş için kullanacaklar. O zaman bu konuyu öğrenmelerini sağlayacak bir medya okuryazarlığı eğitimi gerekiyor. Bunun için de geçmişte ortaokullara medya okuryazarlığı dersi konulmuştu. Ama seçmeliydi, zorunlu değildi ve bu dersi iletişim fakültesi mezunu değil sosyal bilgiler öğretmenleri veriyordu daha çok. Hâlbuki bir uzmanlık alanı bu.

Ben o zaman iletişim fakültesi mezunlarının öğretmen yapılarak bu dersi vermelerini istemiştim. Bu konuda kitap yazdım, tez yönettim, öğrencilerime ders verdim. Ama herhalde şu anda medya okuryazarlığı ders olarak yer almıyor. Zaten geçmişte de bu ders açıldığında pek fazla öğrenci tarafından seçilmiyordu. Türkiye’de devlet, RTÜK özellikle medya okuryazarlığının önemini kavramıştı. Ama ailelerde böyle bir duyarlılık daha az.

Medya bir araç. Bu aracın eğitiminin verilmesi gerektiğine dair bir anlayış yok. Çatal bıçak kullanmayı nasıl öğretiyorsak çocuklara, medyayı da nasıl kullanacaklarını öğretmek zorundayız. Bunun için olumlu örnekleri arttırmak, çocukların pozitif olarak sergilendiği birtakım eğitici programlar yapmak lazım. Çünkü çocuklar, çocuk kahramanları üzerinden medyadan gelen mesajları daha da ilgiyle izliyorlar.

Ülkede ekonomik kriz derinleştikçe, sermayenin ucuz işgücü ihtiyacı da artıyor. Pandemi koşullarında daha da arttı. Bu da çocuk işçiliğini fazlasıyla arttırdı. Türkiye, çocuk işçiliği konusunda karnesi kötü bir ülke. Bir yandan da biliyoruz ki çocuk işçiliği aslında yoksullukla ilgili bir sorun. Bütün bunlar çerçevesinde Türkiye’de çocuk işçiliği üzerine neler söylersiniz?

Çocuk ve işçi kavramlarının yan yana gelmesi, böyle bir sıfat tamlamasının üretiliyor olması yanlış. Yani çocuk işçi olamaz. Çocuğun yapacağı şey belli bir yaşa kadar eğitim almak. Çünkü yetişmesi gerekiyor. İşçilik dediğimiz zor bir şey. Emrediyorsun ve çalışma koşulları zor ve çocuğun bir iş ya da meslek yaparken ille de eğitildiğini söylemek mümkün değil. Yani iş angarya da olabilir. Ve Türkiye’de maalesef mevsimlik tarım işçisi olarak çalışan ailelerde çocuk işçiliği çok yaygın. Köylerde çocuk emeğinden bol bol yararlanılıyor.

Benim zamanımda 60lı 70li yıllarda hatta 80ler ve 90lar’da da çocukların yaz dönemlerini çırak olarak sanayiye verilmesi vardı. Niçin? Para kazansın diye değil, olgunlaşsın, o sert koşullara alışsın diye. Hayat serttir ve çocuk da gitsin o sertliği patrondan, kalfadan öğrensin ve dayanıklı olsun. Ama biz şunu biliyoruz ki özellikle kırsal kesimden büyük metropollere göçle gelen aileler, çocukları bir beka stratejisi olarak enformal sektördeki çeşitli işlerde çok çalıştırıyorlar. Ben de mesela zamanında bu işleri çok yaptım aile gelirine bir katkı olarak. Aileler buna mecbur kalıyorlar. Çocuk yarım gün okuyorsa yarım gün de sokaklarda mendil satıyor, tartı işi yapıyor, sanayiye gidiyor, tornacıda çalışıyor.

Türkiye’de maalesef denetimsiz çocuk işçiliği çok yaygın. Bu konuda Türkiye’nin altına imza attığı birtakım sözleşmeler var ama bu işin arkasına düşüp denetleme olayı yok. Bu konuda bir parça orta sınıf aileler bilinçlenmiş durumda ki onların da durumları iyi olduğu için. Onlar çocuğa işçi olarak bakmıyorlar, diğer taraftan ama bir sermaye/yatırım olarak bakıyorlar. Yani eğitim alsın, iyi bir bölümü kazansın, oradan iyi bir meslek edinsin… Buna bir kurtuluş yolu olarak bakıyorlar.

Biz Türkiye’de çocuk işçiliğini yüzde yüz bitiremedik. Kaldı ki çırak olarak staj yapan, çalışan çok sayıda çocuğumuz var. Özellikle sanayi sitelerinde ama enformal kesimde daha fazla.

Eğitim sorunlarını konuşmadan olmaz elbette. Türkiye’de eğitim hakikaten devasa bir sorun. Son yıllardaki değişiklikler, özelleştirmeler, yönetim ve yöntem sorunları, nitelikteki derin sorunlar, bütçe… PISA sonuçlarında hep en sonda olan ülke puanları.  Belki biraz genel bir soru olacak ama bütün bunların içinde ülkedeki eğitimin ana sorunları neler? Bunu konuşurken pandemi ile gelinen noktaya da değinmek iyi olur.

Türkiye’de bana göre eğitimin temel sorunu, eğitimin sınıfsal olarak ikiye hatta üçe bölünmesi. Kaliteli okullar, kalitesiz okullar, sosyolojik jargonda çok kullanılır ama kaliteden kastımız ne? Bu, kaliteli okulları kim kurdu, bu kaliteli okullara kimler gidiyor? Bu giden çocukların aileleri hangi sınıflara mensup?

Biz şunu biliyoruz ki, bütün kapitalist toplumlarda iyi okullara orta ve üst sınıfların çocukları giderler ve bunlar da o okullarda yönetici yapılır. İster devlet ister özel sektör olsun, üst kademeler için insangücü yetiştirilir buralarda. Orta kesimde yer alan okullar var, bunlar da orta kademe. Bir de okulların büyük kısmı köy okulları, gecekondu okulları, birtakım yoksul semtlerdeki okullar. Bu okullara giden öğrenciler de işçi, vasıfsız elaman olarak proletarya ordusuna katılmak üzere bir eğitim alırlar.

Bununla ilgili Batı literatüründe yapılmış çok sayıda çalışma var. (İngiltere’de, Fransa’da, Amerika’da). Türkiye’de çok az var. Dolayısıyla bu sınıfsal bölünme, toplumun sınıflara bölünmesi, eğitimin de sınıflara bölünmesine neden oluyor. Biz bunu sosyolojik olarak aşağıda nasıl deneyimliyoruz? Bir, kalite/nitelik sorunu olarak; iki, erişim sorunu olarak.

Nitelik dediğimizde; nitelikli okullar var, nitelikli öğretmenler var, nitelikli öğrenciler var, nitelikli materyaller var bir de niteliksiz olanlar var. Derdimiz niteliği yukarıya çekmek ama bunun için devletin bir tercih yapması gerekiyor. Herkesin niteliğini yukarıya mı çekeceğiz yoksa nitelikli olanlara yatırımımızı yapıp onların nitelik konusunda daha da arayı açmalarını mı sağlayacağız? Bizim devletin popülist politikalarını bir tarafa bırakacak olursak yaptığı seçim genelde bu nitelikli okulların daha fazla desteklenmesi yönünde.

Eğitime erişim konusunda ise epey yol alındı. İlkokulda okullaşma oranı yüzde yüzlere yaklaştı, okul öncesinde epey arttı. Köyde ve gecekondularda yaşayan öğrenciler gidebiliyor okullara, ama tam değil ve her zaman değil. Mesela Doğu’da Kürt çocukları zaman zaman köy yolu kapandığında okullara gidemiyorlar, taşımalı eğitimin olduğu yerlerde. Gecekondularda mesela, sağlıksız koşullarda çok sık hastalandıklarında okula gidemeyebiliyorlar. Bazı tarikatlar, çocukları özellikle kız çocuklarını dört yıldan sonra ikinci kademeye göndermiyor gibi birtakım sorunlar var.

Gerek kalite gerek erişim sorunu sınıfsal sorunun altında ele alınmalı. Bu sınıfsal sorunların, neoliberalizmin bir ideoloji olarak tüm dünyada eğitimi etkilemesiyle birlikte giderek arttığını görüyoruz. Artık her mezun iş bulamayabiliyor. Her mezun elde ettiği formasyonla mesleğinin gerektirdiklerini yerine getiremeyebiliyor. Ailelerin eğitime katılma payları giderek artıyor. Yoksul aileler bile çocuklarını özel üniversitelere paralı olarak gönderebiliyorlar. Yeter ki üniversiteyi bitirsin. Dişinden tırnağından arttırıyor özel üniversiteye gönderiyor vs.

Buna ilişkin sayılacak çok sayıda problem var. Kamusal eğitimi savunan yani, halk çocuklarının, ezilenlerin, köylülerin, işçilerin, gecekonduluların gittiği kamu okullarının iyileştirilmesi gerektiğini savunan Eğitim-Sen gibi sendikaların temel politikası, eğitimdeki sorunun kaynağının “devlet” olduğu şeklinde. Devlet, sermaye sınıfının neoliberalizm ideolojisini olduğu gibi kamu okullarına taşıdı. Nasıl taşıdı? Eğitimi paralı yaptı. Kamu okullarında okuyan biraz parası olan ailelerin çocukları için özel sınıflar açılmasını sağladı. Okulda ücretli dersler verildi ya da devletten aldığı 3-4 bin lira parayla çocuklarını özel okullara gönderdi aileler.

Ya da okulların şirket gibi yönetilmesi. Devletten beklemeyin. Kermes mi yapacaksınız, öğrencilerden para mı toplayacaksınız, okulun otoparkını mı kullanacaksınız, spor salonunu mu kiralayacaksınız ne yaparsanız yapın benden para beklemeyin. Ben öğretmenlerin maaşlarını veririm, yatırım konusunda bütçe ayıramam şeklinde bir tablo ortaya çıktı sonuçta.

Biraz da bunun alternatiflerini konuşalım isteriz. Aslında çok farklı eğitim modelleri tartışılıyor, köy okullarının açılması talebi dillendiriliyor… Sizce eğitimdeki bu sorunları aşabilmek için atılması gereken temel adımlar neler? Öncelikli, acil adımlar…

Eleştirel pedagojinin kurucusu Paulo Freire’nin de söylediği gibi eğitim tarafsız değildir ve eğitim kurumunu politika belirler. Yani politikacıların aldıkları kararlar eğitimin ne tarafa gittiğini belirliyor. Milli Eğitim Bakanı bir politikacı ve belli bir siyasi partisi var ve o siyasi parti kendi çıkarlarına göre bir eğitim güzergâhı belirlemiş durumda.

Sadece politik bir şey değil sınıfsal çıkarların temsil edildiği alan. Yani AKP’nin baktığımız zaman İslamcı ya da değil, laik, seküler, burjuvazinin bütün taleplerini eğitimde yerine getirdiğini görüyoruz. Tekno kentler kuruldu bu dönemde; sermayenin palazlandığı üniversitelerde, sanayi sitelerinde meslek okulları kuruldu ya da TÜSİAD’ın formülasyonları AKP tarafından eğitimde neredeyse birebir uygulanmaya çalışıldı.

Köy okulları açılabilir, yaşam alanına uygun okullar kurulabilir vs. Burada temel problem şu: Politika kurumu, işçi ve köylüler yani ezilenler için, bütün eğitim politikasını bu ezilenlerin çıkarları üzerine kurmadığı sürece, istediğiniz kadar okul binalarını yenileyin, istediğiniz kadar köy okulları açın. Nihayetinde biz, sınıfsal, halkın çıkarlarına göre belirlenmemiş bir eğitim sistemini ortadan kaldırmadığımız sürece eğitimdeki sorunlara çözüm bulamayız. Temel problem burada.

Neden bir tarafta Robert Koleji var, diğer tarafta köy okulu var? Nasıl oluyor da ikisi birlikte olabiliyor? Bir tarafta Boğaziçi Üniversitesi var bir tarafta Sütçü İmam Üniversitesi var. Yani, politikacılar kararlarını sınıfsal çıkarlara göre alır. Buradaki sınıf tercihleri değişmediği sürece, Türkiye eğitim sistemi sorunlarını çözemez.

Burada bir ortak yurttaşlık idealimiz de yok. Türkiye eğitim sistemi bir yurttaş yetiştirse, çıkarlarının farkında olanbir yurttaş, ama bu da yok. Belki de bu yurttaşlıkla sınıf meselesini iç içe geçirmek gerekiyor. MEB, AKP döneminde yüzlerce reform yaptı ama hiçbiri soruna çözüm olmadı. Neden? Paramız yok. Neden? Erbakan geldi sistemi değiştirdi falan filan…Bunlar arızi şeyler, temel şeyler değil.

“Nereden başlamak gerekiyor, alternatifi nedir?” diye sorarsak eğer, ya halkın çıkarlarına göre eğitimde kararlar verilmeli ya da eğitimi halk yönetmeli. Porto Alegre’de, Brezilya İşçi Partisi yerel yönetimi devraldığında oradaki projelerden biri “yurttaş okulu”ydu. Bu “yurttaş okulu” yeni bir modeldi ve bu okullar daha çok yoksulların olduğu mahallelerde açıldı. Bu okulları veliler kendileri yönettiler. Bütçe katılımcı bütçeydi, müfredatları ve materyalleri kendileri hazırladılar. Öğretmenleri de kendileri seçtiler, hangi öğretmen alınacak nasıl eğitim verecek falan… Halk, kendi çıkarlarına dayalı okul modelini kendi çocukları daha iyi eğitim görsün diye inşa etti.

Daha sonra Brezilya İşçi Partisi 17 yıl yönettikten sonra Porto Alegre’de seçimi kaybettikten sonra gelen sağcı parti bu “yurttaş okulu” modelini devam ettirdi. Çünkü sistem oturmuştu orada. Yani bize bir yeni okul modeli, yeni bir eğitim sistemi, yeni bir öğretmen modeli lazım vs. bunların hepsi gerekiyor ama önce felsefeyi değiştirmemiz gerekiyor.

Bu Porto Alegre’deki “yurttaş okulu” aslında eleştirel pedagojinin tezlerinin hayata geçirildiği bir praksis. Düşünceyle pratiğin iç içe geçtiği ve eleştirel bilincin ortaya çıktığı bir model. Köy Enstitüleri gibi… Ben Köy Enstitüleri kitabımda bundan bol bol bahsettim, Köy Enstitüleri de bir praksis modeli.

Eğitim sadece teorik olduğunda ya da pratik olduğunda bu tek ayaklı olur ama iki ayağı üzerinde durması için teori ve pratiğin birlikte gitmesi gerekiyor. Yani öğrenirken bir şeyler yapacaksın, yaparken de öğreneceksin. Hem satranç tahtasını hem üretmeyi bileceksin hem de satranç oynamayı bileceksin. Hatta satranç üzerine felsefe yapabiliyorsan bu da harika bir şey olur.

Türkiye’de alternatif okullar var mesela ve bunların bir kısmı da paralı, piyasacı okullar. Montessori, Reggio Emilia, Waldorf vs. Bunlar daha çok orta sınıf çocuklarına yönelik olan; bir tür karikatürize veya komik bir demokrasiciliğin oynandığı bir okul modeli. Çocuklar çember oluşturuyor, tartışmaya katılıyorlar, öğretmenlere itiraz etmeyi öğreniyorlar, iyi, güzel fakat bu okullara kaç öğrenci gidiyor ve hangi ailelerin çocukları? Türkiye 83-84 milyon nüfusu olan bir ülke ve 17-18 milyon öğrenci ilk ve orta öğretimde. Bu 17-18 milyon öğrencinin muhtemelen 14-15 milyonu yoksuldur. Yani Waldorf, Montessori gibi okullarla bunlara çözüm bulamazsın.

Bitirirken, sizin “Çocuk ve Demokrasi” kitabınızda açtığınız demokrasi tartışmalarının çok kıymetli olduğunu düşünüyoruz. Demokrasinin çocuklar için geçerli olmadığını ama onların da yeni bir toplum inşasında yer edinebileceğini ve demokrasiyi ancak böyle kavrayacaklarının altını çiziyorsunuz. Çünkü demokrasi sadece yetişkinler için tartışılan bir şey… Bunu biraz açar mısınız?

Aslında dediğiniz şeyin tam tersi olmalı. Demokrasi sadece yetişkinler için olmamalı. Çocukları biz yurttaş yapacağız okullarda, o şekilde eğitiriz. Gelecekte yurttaş olacaklar ama şu anda değiller. Neden değiller? Çocukların aklı yok mu? Hem çocuklarımızın harika olduğuna inanıyoruz hem de bu çocukların yetişkinler gibi olamayacağını düşünüyoruz.

Bir kere çocuklara demokrasicilik oyunu da oynatmamak lazım. Belediyelerde çocuk meclisi var. Çocuklar gidiyorlar birtakım kararlar alıyorlar. Hayır. Çocukların belediyeye seçilmesi gerekiyor. Benim bir hayalim var. Bakanlar Kurulu’nda da bir çocuk olması gerekiyor en az. Neden? Çünkü dünyada önemli bir nüfus çocuk nüfusu.

Çocuklar çocukları iyi tanırlar ve çocuklar çok zor sorular sorarlar. Çocukların çoğunun sorduğu sorular felsefi sorulardır ve yetişkinlerin aklına hayaline gelmeyen önemli sorular sorarlar. Çocukluk felsefesi diye bir alan var mesela. Çocuklar okulda yönetici olmalı, hükümette yer almalı, medyada çocuklar danışman (en azından) olarak yer almalı ve bu sembolik olmamalı.

Evet, bazı şeyleri çocuklar yapamazlar, mesela belli bir yaşa kadar araba kullanmamaları gerekiyor, zor çünkü. Ama demokrasi dediğimiz olay ülkenin yönetimi. Misal, bu binaları yıkacağız, yerine ne yapalım? Bunu çocuğa da sorabiliriz. Çocuk bu konuda akıl yürütemez mi? Yürütebilir. Binaları yıktık yerine ne yapalım? Park mı olsun, hayvanat bahçesi mi olsun, lunapark mı olsun, spor sahası mı olsun ne olsun?

Dolayısıyla çocuklara bir yerde, bir zamanda demokrasiyi güçlendirecek olan müstakbel yurttaşlar olarak görmek yerine günümüzün fiili yurttaşları olarak görmek lazım. Madem çocukların hakları var, çocukların haklarından biri de politik kararlara dâhil olmak olmalı.

Hem çocuklar ve eğitimle, çocuk haklarıyla ilgili bütün sorunlar politik problemler. Sadece çocuklarla ilgili de değil toplumsal sorunlarla bağlantılı. Fikrimizce, sadece buna dair adımlar atmak elbette önemli ve şimdiden inşa edilebilir ancak toplumsal ve siyasal dönüşümlere de ihtiyaç var. Bu noktada Demokratik Cumhuriyet, çocukların haklarını anayasal güvenceye alacak ve çocukların toplumun parçası olmasının önünü açacaktır diye düşünüyoruz. Çocukların da içerisinde yer alıp katılabildiği yeni bir toplumsal yaşam üzerine neler söylersiniz?

Dünyada birçok cumhuriyet modeli var ama çoğu demokratik değil. Bizim demokrasiden anladığımız, halkın kendi kendisini yönetmesi. Ama bu nasıl olacak? Tabii bu zor bir şey, bir sürü mekanizma gerekir bunun için ama felsefi olarak çok kolay. Yani halk kendi kendini yönetebilir ve dünyada bunun çok örnekleri var.

Ve çocuklar da bu demokratik dediğimiz cumhuriyet içinde çeşni olarak değil bir zenginlik olarak değil bir paydaş bir bileşen olarak yer almalı. Bunun için politik düzenlemeler yapılmalı ama bu politik düzenlemeleri yaparken deneyin nasıl olacağı konusunda çocuklara sormamız gerekiyor. Çocuklara soru sormaktan, onların önerisini almaktan korkmamak lazım ve hakikatten çocukların hemen her şeye karıştığı bir dünya çok daha eğlenceli olur. İnanılmaz atipik şeyler söyleyebilirler ve bizi yerimizden oynatabilirler. Onların hayal dünyaları çok geniş, bu hayal dünyalarının yeşermesi ve verimli olabilmesi için onlara uygun ortamlar sağlanmalı.

Bu, şu demek değildir: Onları tümüyle serbest bırakalım. Planlı programlı birtakım şeyler yapabilecekleri ortamlar sağlamak gerekiyor. Bizde cumhuriyet, çocuktan yurttaş yaratmaya çalıştı ama yarattığı da pek söylenemez gelinen noktada. Neden? Kapıları açsan bu çocukların, gençlerin yüzde yetmişi ülkeyi bırakıp gidecek düzeye gelmişler, umutlarını kesmişler. Dolayısıyla ülkeye olan umutlarının canlı tutulabilmesi için onların bütün süreçlere katılabilmesinin sağlanması gerekiyor. Bu da devlete bu konuda baskı yapmayı gerektiriyor.

Ailelere bu konuda çok iş düşüyor ama aileler bunu yapmazlar, aileler öncelikle çocukların hayatı kurtulsun diye düşünürler. Eskiden hayırlı evlat olsun diye düşünürlerdi şimdi hayatları kurtulsun diye düşünüyorlar. Daha bireyci, bencil diyebiliriz ama şartlar onları buna zorluyor. Dolayısıyla aileleri örgütleyecek bir cumhuriyet ya da bir demokrasi örneği gerekli. Porto Allegre’deki mesela yurttaş okulu böyle bir model, iyi incelemek lazım. Köy Enstitüleri de böyleydi.

Yani yapılacak çok iş var bu konularda.