Hüner Aydın: Çocuk Katılımı, Çocuğun Potansiyeline Güvenmek ve Onu Özne Kabul Etmektir

 El Yazmaları’nın Notu: 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü kapsamında hazırladığımız dosya içerisinde, Psikolojik Danışman Hüner Aydın ile gerçekleştirdiğimiz röportajı siz değerli okuyucularımızın ilgisine sunarız.

 

Belki birçok şeyi iç içe konuşacağız ama öncelikle çocuk katılımı ve çocuk odaklı olmak üzerine konuşalım istiyoruz. Çocuk katılımı ile başlayalım mı? Nedir çocuk katılımı?

Çocuk katılımı, en temel anlamıyla çocuğun yaşama etkin bir şekilde dâhil olmasıdır diyebilirim sanırım. Çocuğun kendisini ilgilendiren süreçlerde ve karar alma mekanizmalarında düşünsel ve eylemsel olarak var olmasıdır. Böyle ifade edince çok soyut mu gözüküyor bilmiyorum, biraz daha somutlaştırmaya çalışacağım.

Çocuğun bu süreçlerle ilgili bilgi alması, daha sonra görüşlerini oluşturması ve ifade etmesi, görüşlerinin sürecin aktörleri tarafından duyulması, dinlenmesi ve ilgili süreçlerde alınacak kararlara bu görüşlerin etki etmesidir. Bir ifade alanı ihtiyacı ve hakkıdır da diyebiliriz. Çocuğun görüşlerine saygı olarak da duyduğumuz oluyor pek çok kez. Saygı biraz muğlâk, biraz sisli, her kulakta başka canlanıyor karşılığı. Özellikle de kişiler arası iletişimde saygıdan çok çok başka şeyler anlayabiliyoruz. Örneğin çocuk görüş bildirirken onu dinlemek fakat ciddiye almamak da saygı olarak okunabiliyor. Çocukları dinlemek, ciddiye alıyor”muş gibi” yapmak veya sempatiyle yaklaşmak da saygı gibi yansıtılabiliyor. Bu sebeple çocuğun görüşlerinin kararlara etki etme ihtimalinden, çocuk ve yetişkin ilişkisinde eşdeğerlik içinde oluşacak bir zeminden, çocuğun sözünün ciddiye alınmasından, gözetilmesinden bahsetmeyi önemsiyorum. Yetişkin merkezli bir dünyada yaşıyoruz. Yetişkinlerin çocuklar için, çocuklar adına ve çocuklara rağmen başlattığı süreçleri ve aldığı kararları görmeye alıştık. Çocukların katılım hakkı, çocuklarla birlikte, çocukları özne olarak kabul ederek, çocukların potansiyeline güvenerek, onları destekleyerek yaşamı inşa edebilmeyi anlatıyor. Başka türlü bir birlikte yaşama pratiğini gösteriyor.

Böyle konuşunca aslında kulağa oldukça kapsayıcı ve demokratik gelen ama gerçeğe baktığımızda pek de öyle olmayan bir durum bu. Neden çocuklara söz hakkı tanınmaz, onların da fikirleri sorulmaz?

Bu soru uzun uzun cevaplanmayı, üzerine konuşmayı, düşünmeyi, tartışmayı hak ediyor. En başta çocuğa yönelik algıdan, çocuk algısından söz etmek gerekli. Çocuklar ve yetişkinler arasındaki hiyerarşik ilişki bir anda gerçekleşmedi. Bu hiyerarşik ilişkinin tarihsel bir birikimi, kuşaklarca aktarılan öğrenilmişliği, sosyokültürel ve sosyoekonomik etkenlerle şekillenen bir yapısı olduğunu biliyoruz. Çocuğun toplumsal konumu, toplumdaki çocuk algısı da bu doğrultuda şekilleniyor. Şimdi ve burada bu tarihsel birikime, öğrenmeye ve aktarıma, dolayısıyla yerleşik düzenimize dayanarak yetişkini söz söyleme, karar verme, birey olarak hareket etme yetkisine sahip görüyoruz. Çocukların yaşam deneyimlerinin yetişkinlerden az oluşu, çocukların gelişimsel olarak yetişkin özelliklerine sahip olmaması bir yetersizlik, yetkin olmama algısı yaratıyor. Yetişkinler çocuklar için en doğrusunu, iyisini bildiklerine inanmaya meyilliler. Sebeplerden biri bu, gelişimsel ve deneyime dayalı bir yetkinlik. Bir diğer sebep hiyerarşiyi besleyen üretim ilişkilerinde ve çocuğun ekonomik değerinde. Sanayi devriminden öncesini ve sonrasını incelediğimizde çocuklara yönelik emek sömürüsü, yetişkin-çocuk ilişkisindeki ezen-ezilen dinamiğini de gösteriyor. Kağıtçıbaşı’nın çocuğun ekonomik değeri olarak ortaya koyduğu kavram da aslında bu durumun çocuğun ekosistemi içinde nasıl şekillendiğini bilme fırsatı veriyor bize. Makro sistemde çocuğun konumu neyi ifade ediyorsa, çocuğun varlığı ne olarak inşa ediliyorsa mikro sistemde de (örneğin ailede de) bunun etkisini, izlerini, çerçevesini görüyoruz. Örneğin makroda “çocuklar geleceğimiz” şiarıyla karşılaşıyoruz, gelecek olma misyonu çocuklara atfediliyor. Yetişkinler, karar alıcılar, siyasi aktörler tarafından hedeflenen gelecek de yine onlar tarafından belli politikalarla şekillendiriliyor. Çocuğun sözünü, isteğini, hayalini duymuyoruz. Ailede de böyle bir düzenle karşılaşmak mümkün. Çocuğa atanan bazı yaşam hedefleri var örneğin, “Yaşlandığımızda bize bakar” da bir hedef, “Doktor olacaksın, mühendis olacaksın” da bir hedef, “Odanı şu renge boyayacağız/ Şu kıyafetleri giyeceksin/ Şunları giyemezsin” de hedef. Kısacası çocukluk için edilgen bir tablo çıkıyor ortaya.

Yetişkinler sürekli ne yapacağınızı, kim olacağınızı söylüyor. Kendilerinin bunu söylemeye yetkin olduklarına dair yer etmiş, öğrenilmiş bir inanç var. Size bir yaşam, karakter, belirli özellikler ve geleceğe dair hayaller yüklemek isteyebiliyorlar. Ebeveynlerin, akrabaların, öğretmenlerin projeleri haline gelebiliyor çocuklar. Çocukların ne istediğini, ne yapacağını, kim olacağını merak etmeye; çocukları duymaya ihtiyacımız var. Aslında biraz geriye çekilip bakınca da durum şu: Toplumsal olarak öteki/ başka/ diğer görülen topluluklarla benzer pratikleri var çocuk olmanın. Ezen-ezilen ilişkisinde ezilenler için söz hakkı, özne olmak, kendi yaşamının kalbinde olmak, kendisini etkileyecek kararlara etkide bulunmak bir mücadeledir. Çünkü ifade ve karar alanı egemenlerin ötekiler için-ötekiler adına-ötekilere rağmen-ötekiler olmadan hareket ettiği bir alandır. Çocuk-yetişkin ilişkisini, çocuğun toplumsal konumunu, çocuklarla olan ilişkimizi böyle bir ilişkilendirmeyle, ezen-ezilen ilişkisi üzerinden okumanın meseleyi daha anlaşılır kılabileceğini düşünüyorum. Çünkü çoğunlukla majör siyaset ve yetişkinlerin hak mücadeleleri daha tanıdık, somut, anlaşılır geliyor.

Belki buradan da çocuk odaklı olma konusuna geçebiliriz. En geniş kararlardan tutalım da çocukları ilgilendiren hemen her şeyde çocuğu merkeze almak, kendi yetişkin bakışımızdan çıkıp çocuğun durduğu yerden bakmak oldukça önemli bir konu çünkü. Biraz bunu açabilir misin? Burayı yanıtlarken çocuk odaklı iletişime dair de birkaç ek yapmanı isteriz.
Çocuğun durduğu yerden bakmak, kendimizi onun yerine koymaya çalışmak yerine her nereye bakıyorsak oraya çocukla birlikte bakmak çocuk odaklı olmanın bir parçası diyebilirim. Çocuğun üstün yararını gözetmek, ilgili süreçlerde çocukları yaşına ve gelişimine uygun bilgilendirmek, görüşlerini geliştirmek, çocuklardan sürece dair geri bildirim almak ve çocuklara geri bildirim vermek çok önemli. Örneğin çocuklarla bir etkinlik, gösteri, şenlik, bayram veya ders gerçekleştireceksek çocuklara bilgi vermek, çocuklarla süreci -az ya da çok- birlikte inşa etmek, kararlarda etki edebilecekleri bir ifade alanında buluşmak çok kıymetli.

Biz yetişkinler genellikle iyi niyetli çabalarımıza, bu niyet ve çabaların sonunda ulaşmak istediğimiz hedefe odaklanıyoruz. Çocuklar için çok iyi olacağını düşündüğümüz işler yapıyoruz fakat bu işleri yetişkin yetişkine hazırlıyoruz, hayata geçiriyoruz, yorumluyoruz, uyguluyoruz. Çocuklar yine edilgen, yine yoklar aslında. İletişimde de bunu görmek mümkün. Çocuklarla hak temelli bir iletişim kurmaya ihtiyacım var benim. Hak temelliliği de böyle bir yerden görüyorum: Çocuğun duygusunu, ihtiyacını, düşüncesini, hayalini çocuktan duymak ve tüm bunları onun alanına saygı duyarak dinlemek. Çocuklar adına harekete geçmenin, hak temelli iletişime duyulan ihtiyacın izleri hemen hemen her gün karşımıza çıkıyor aslında, çok aleni.

Bir ebeveyninin yanında çocuğa soru sorduğumuzda çocuğa fırsat vermeden ebeveyni “Biz…” diye başlayarak yanıt verebiliyor. Aileler “Biz ödevimizi anlamadık/ Biz okulda bugün çok eğlenmişiz/ Biz biraz sinirlendik” diyorlar, halbuki söyledikleri hiçbir şey onların eylemi, duygusu, sorumluluğu değil. Kendinden bahsetme veya bahsetmeme özgürlüğünü bile çocuğa bırakmadığımızı görüyorum.

Elbette şu da önemli, çocuklarla hak temelli ilişkiler kurmak, çocuk odaklı olmak kabaca bir sempati meselesi değil. Bu çok etik, politik bir mesele. İletişim içinde de öyle. Türkiye’de dil pratiklerimizde çocuğa yönelik toplumsal algıyı ortaya koyan, çocuğu küçümseyen, eksik veya yetersiz gördüğünü anlatan ifadeler var. Örneğin arkadaşlarımıza “Çocuk gibi davranıyorsun!/ Çocuk musun sen?/ Çocukça şeyler yapıyor/ Çocuk oyuncağı bu/ Beş yaşındaki çocuk bile bunu bilir” diyoruz. Bu cümlelerdeki çocuk kim, çocuk ne? Çocuk nasıl biri ki ondan böyle bahsediyoruz? Bugün “Kız gibi davranıyorsun/ Kürt müsün sen?/ İbne gibi giyiniyor” ifadelerini duyduğumuzda ayrımcı olduğunu görüyoruz fakat çocuklarla ilgili ifadeler çok sıradan geliyor. İşte burada bir durup düşünmek o kadar önemli ki… Nasıl ki dilimizdeki diğer kalıpları durup düşündüysek, düşünüyorsak… Çocuklara, kendi sözlerini ifade ettiklerinde “Büyümüş de küçülmüş/ Bacak kadar boyunla laf mı yetiştiriyorsun/ Yaşın kadar konuş/ Bu yaşta pabuç kadar dil” diyoruz mesela. Tüm bunlar çocuk odaklı olmaya giderken fark etmemiz, değiştirmemiz, dönüştürmemiz gerekenler.

Peki hem çocuk katılımında hem de çocuk odaklı yaklaşımda nelere dikkat etmek gerekir? Zira hâlihazırda yetişkin merkezli bir dünyada yaşıyoruz. Ve genellikle herkes “çocuğun iyiliğini” düşünüyor! Bütün bunların içinde eşit bir ilişki mümkün mü? Mümkünse nasıl?

Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi’nde, “Ezilenleri özgürleşme edimine kendilerinin düşünsel katılımları olmaksızın özgürleştirmeye kalkışanlar, onlara yanan bir binadan kurtarılması gereken eşyalar gibi görmüş olur” diyordu. Bu da bir “şeyleştirme” yaratıyor. Özneliği, bireyliği kabul etmeliyiz. İletişimde hak temelliliğe, çocuklara ifade alanı açmaya, kendimizi ve çocuklara yönelik algımızı fark etmeye, dönüştürmeye çalışmaya önem verebiliriz. Eşit bir ilişki ancak sorumluluk almakla, sınırlarımızı belirlemekle, hak temelli yaklaşımı benimsemekle mümkün olabilir. Çocuklar için elbette böyle bir düzende bir koruma perspektifi, yaklaşımı gerekiyor. Çocuk katılımında risklere duyarlı olmak, bulunulan ortamda fiziksel ve duygusal güvenliği sağlamak çok önemli. Fakat bu çocukların potansiyellerini, yapabilirliklerini engelleyecek bir kontrolcülüğe dönüşmemeli. Çocuk dostu materyaller kullanmak bir başka önemli nokta. Çocuğun yaşına ve gelişimine uygun materyaller, kaynaklar, araç ve gereçler olmalı. Burada elbette şeffaflığa, geri bildirim vermeye ve almaya, güven ilişkisi oluşturmaya da açık olmak, emek vermek kıymetli. Çocuk katılımına dair Roger Hart’ın ve Laura Lundy’nin modelleri incelenebilir. Çeşitli örneklere bakılabilir. Şunu da eklemek önemli geliyor bana, çocuğun katılımı bir hep ya da hiç meselesi değil. Laura Lundy böyle söylüyordu İstanbul’da katıldığı bir sempozyumda. Bu bir çaba, bir süreç.

Son olarak da çocukların birer özne olarak politikanın içerisinde olmaları, kendilerini ilgilendiren kararların da alındığı mekanizmalara dâhil olmaları, söz söylemeleri, kendi haklarını savunur olmaları – buna genel anlamda çocuklar ve demokrasi diyebiliriz- üzerine neler söylersin?

Keşke daha yaygın görebilsek diyebilirim. Çocukların politika yürütmelerini epey önemli buluyorum. Aslında bunun örneklerini görüyoruz. Son dönemde Greta Thunberg’le başlayan süreç böyle bir süreçtir. Fridays For Future oluşumuna baktığımızda çocukların dünyada iklim krizine karşı bir politika yürüttüğünü, seslerini duyurduğunu ve karar alıcılara örgütlülüklerini gösterdiklerini görüyoruz. Greta’dan önce de çocuğun katılım hakkını bu bağlamda görebildiğimiz çocuklar vardı. Malala Yusufzay onlardan biriydi. Eğitimde cinsiyet eşitliğine dair sesini duyurmuştu, hak savunuculuğu yapmıştı. Çok daha eskilere gidecek olursak İqbal Masih örneği var. Bir halı dokuma atölyesinde çalışırken çocuk işçiliğine dair politika yürütmüştü ve kendi çalıştığı atölyedeki arkadaşlarını örgütlemişti. Filistin’den Ahed Tamimi yine böyle bir örnektir.

TRT Çocuk’ta bir programa Balıkesir’den katılan bir çocuk vardı hatırlarsanız… Kaz Dağları için birkaç söz söylemek, Kaz Dağları’nı savunmak istemişti. Fakat programın sunucusu tarafından sözü kesilmişti ve programdan uğurlanmıştı. Örneğin bu küçük gibi duran örnek bile çok büyük bir şeyi anlatıyor bize. Birkaç zaman önce Kadıköy’de karne eylemi gerçekleştiren, eğitim sistemine dair ifade alanı açan çocukları hatırlıyorum. Polis şiddetine maruz kalmışlardı. Çocukların sözü, sesi politikaya dair bir görüşü duyurduğunda ya da çocuklar “yetişkinlerin konuşacağı meseleler”e dair söz söylemek ve ciddiye alınmak istediğinde telaşlanıyoruz. Duymak istemiyoruz. Bu sesleri uğurlamak istiyoruz. En kolay da onların sesini susturabiliriz gibi geliyor, mikrodan makroya gördüğümüz tüm bu duygusal ve fiziksel şiddeti başka nasıl açıklarım bilmiyorum. Hoş, Türkiye’de ifade özgürlüğüne karşı şiddeti hep görüyoruz, bunu yok saymıyorum.

Umutsuz ve karanlık bir resim gibi anlatıyorum fakat umudum çok yüksek. Çocukların birbirinin sesini duyabildiğini, çocukların katılım için el yükselttiğini görüyorum. Bireysel çabalarla çocukları duyabileceğimiz alanlar yaratabiliyoruz yetişkinler olarak şimdilik, çoğunlukla. Bunu kolektif olarak tahayyül edebilmeye, düşünebilmeye, buna kolektif bir emek vermeye, bu konuda sorumluluk almaya ihtiyacımız var. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’de çocukların örgütlenme hakkı geçiyor örneğin. Bunun hayata geçebildiği örnekleri de görüyoruz. Türkiye’de çocuğun katılım hakkının demokratik mekanizmalarla hayata geçebildiğini görebilmek için çocuk haklarını uygulamaya, gözetmeye; çocukları desteklemeye, bu konuda karar alıcılarla, devletle birlikte çocuklarla bir araya gelen her yetişkinin sorumluluk almasına ihtiyacımız var.