Tanıl Bora: Kıvılcımlı’nın Dilinin Canlılığı, Düşünsel Canlılığın İfadesi

El Yazmaları’nın Notu: Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölümünün 49.yıldönümü kapsamında hazırladığımız dosya içerisinde, başta Türkiye’de siyasal düşünceler olmak üzere pek çok alanda çalışmaları bulunan yazar Tanıl Bora ile gerçekleştirdiğimiz röportajı siz değerli okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı gerek teorik eserleri gerekse devrimci pratiğiyle Türkiye sosyalist hareketi tarihinde önemli bir yere sahip. Fakat kendisinin de yaşarken söylediği gibi “susuş kumkumalığına” maruz kalmış durumda. Siz de Kıvılcımlı’nın verimli fikir mirasının sadece “doktorcular” arasında mahsur kalma eğiliminde olduğunu belirtmektesiniz. Siz Kıvılcımlı’nın bu maruziyetini ve mahsuriyetini neye bağlıyorsunuz?  

En önemli etken değil ama, 1960’lar öncesi için, tabii TKP’nin –“tarihsel TKP”yi kastediyorum- sansürünü, “susuş kumkumalığını” anmak gerekir. TKP’nin doğrudan ve dolaylı etkisinin hayli yüksek olduğu bir dönem bu, Kıvılcımlı’nın uzun süre bir sapkın, bir maceracı gibi, hatta bir tür meczup gibi görülmesi, gösterilmesi, etkili olmuş olmalı. 60’lar, malûm, solun genel açılması içinde, derin merakı ve heyecanı içinde, sanırım Kıvılcımlı’ya gözün kulağın en fazla açıldığı dönemdir. Bir cemaate mahsus olmaktan, TKP muhitiyle veya kendi bağlılarıyla sınırlı kalmaktan çıktı, sosyalizme, komünizme meyleden herkesin “kapsama alanına” girdi.

Sonra yine malûm, 12 Mart sonrası solun yeniden derlenip toparlanma döneminde, bilhassa TSİP vasıtasıyla, epey etkili olacak gibi görünmüştü. Ancak hem TSİP içinde o dönem “Doktorcu” kimliğiyle hareket edenlerin güç ve itibar kaybetmesi, hem genel olarak TSİP’in bütün sosyalistlerin altında duracağı bir şemsiye örgüt olma tasarımının akamete uğramasıyla, Kıvılcımlı’nın olası etkisi de taca çıktı. 1974 sonrası sol da, -TKP’nin dışında, tabii-, 71 kopuşunun devamını getirmeyi hedefleyen bir ana akım tarafından belirlendi. 1974-1980, memlekette solun en kitlesel dönemiydi, dolayısıyla o dönemin şekillenmeleri büyük bir özgül ağırlık kazandı. O dönemin hareketlerinin ve onların “doktrinlerinin,” solun neredeyse yüz yıllık tarihine, hem geçmişi okumak hem geleceği tasarlama bakımından, yeni ana akım olarak damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Farklı kollarıyla, bir yeni ana akım oluştu. 1980 sonrasına da yayılan, etkileri bugünlere de uzanan bir damga bu. Kıvılcımlı’nın fikriyatı, TKP’nin ana akım olduğu dönemden sonra, bu ana akımın da dışında kaldı. Ve maalesef o “altın çağın” solu da, elbette istisnalar dışında, kendi “çizgisini” bileylemeye gömülmüş, sosyalizmin, komünizmin başka okullarıyla, başka düşünürleriyle, başka kaynaklarıyla alış verişi kesmişti. Bence en önemli etken bu: 74-80 döneminin dağdağasında bir “kaynak” olarak kenarda kalışı.

Tabii ki “zorluğunu,” sıra dışılığını, her dönem için geçerli etkenler olarak hesaba katmak gerek ayrıca. “Doktor”u okuması, anlaması, yerli yerine oturtması, kolay değil. Sol fikirlerle ilk tanışanlar için hele, hiç kolay lokma değil.

Kıvılcımlı’nın TKP’nin kurucu kuşağından hala okumaya değer külliyat bırakmış biri olduğunu ve oldukça üretken olduğunu vurgulamaktasınız. Sizce Kıvılcımlı’nın külliyatının hala okumaya değer kılan yanları nelerdir?  

İslam tarihine ve Osmanlı tarihine ilişkin yazdıkları, genel olarak “tarih tezi” etrafında yazdıkları, öncelikle. Sadece içerik bakımından söylemiyorum bunu, içerikte “yanlışlar” bulmak da mümkündür, problemli yorumlar görmek de mümkündür. Önemli olan, bakış açısı, yöntem. Tarihsel materyalizm denen yöntemin, kaba bir maymuncuk olmaktan, mekanik bir ölçek olmaktan çıkartır o metinler, beşeri gerçekliğin karmaşıklığını görmeyi sağlar. Düz çizgisel olmayan ve indirgemeci olmayan bir tarih ve toplum görüşü sağlar. Tarihsel eş zamansızlıkları fark etmeyi sağlar; yani farklı “çağlar” bir arada, dolaşık biçimde var olabiliyorlardır. Keza

Türkiye’nin toplumsal yapısıyla ilgili yazdıkları da öyle, hem Kürt meselesiyle ilgili yazdıkları hem işçi sınıfının ve ezilen sınıfların “durumu” ile ilgili yazdıkları. Hem tasvir gücü bakımından, hem işçi sınıfı kavramını modern endüstri işçisiyle sınırlamadan anlamak bakımından. Muhakkak kadın “sorunu” ile ilgili yazdıklarını da eklemek gerekir. Kadınları “sosyal sınıf” olarak koyması…Kadınlar için kullandığı “ev sanayinin evsiz proleterleri” tanımı hiç zihnimden çıkmaz.

Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin tarihsel materyalizmi ekonomizmden uzaklaştırmakla birlikte özne-yapı geriliminde özneden yana tavır aldığını belirtiyorsunuz. Sizce bu yaklaşımın Marksizme sağladığı katkılar neler olabilir?

Önceki soruya cevapta bir ucundan konuşmaya başlamıştık bunu. Kıvılcımlı’nın yazdığı dönemlerde, Marksizme katı determinizm hakimdi. Yapının özneyi tayin ettiği, belirlediği ve “üst-belirlediği” bir anlayış. Hatta dünyada 68 hareketini, öznenin itibarını iade etme hamlesi olarak da okuyabiliriz. Tabii Maoculuğun etkisi de önemli; özellikle “kültür devrimi,” bugün hesaplaşılması gereken bir romantizmle, “iradî müdahaleyi” her şeye kadir kılan bir öznelcilik infilakına katkıda bulunmuştu. Lenin’in kullandığı tabirle, çubuğun öznelciliğe doğru fazlaca büküldüğü bir dönemdi. Kıvılcımlı’da yapı-özne diyalektiğinin, geriliminin, o dönemin ruhuna nazaran daha dengeli ele alındığını düşünüyorum. Yani öznenin “resmi” doktrin içinde ihmal edilmiş önemini rehabilite ediyor ama yapı hilafına öznelci de değil. Bu arada, Kıvılcımlı’nın, Çin devrimini Türkiye’nin Milli Kurtuluş Savaşı dönemine benzetilebilecek, “eskide kalmış” bir tarihsel aşamanın örneği olarak gördüğünü unutmayalım. Latin Amerika devrimciliğiyle, “Fokoculuk”la hemen hiç meşgul olmadığını da unutmayalım.

Kıvılcımlı, insanın kolektif eylem kabiliyetini, “üretici güçler” bağlamında ele alıyor ya. Bir “üretici güç” kategorisi olarak, “yapı”nın bir unsuruna dönüşüyor kolektif eylem. Bunu sanırım dönemin geçerli Marksizminin çerçevesi içinde kalma insiyakı olarak yorumlayabiliriz. Az evvel de söylemiştim; Marksist Leninist resmi doktrinin kasnağını zorlamama insiyakı. Hem o geçerli çerçeve içinde kalma insiyakı, hem de bir yandan özneyi tahkim etme çabası. Kıvılcımlı bunu 68 dalgasının veya Maoculuğun etkisinden önce yapıyor. Leninist öncücülüğe sıkı sıkıya bağlı, Kıvılcımlı. “Öncü”nün donanması, vukuf ve tecrübe kazanması, enerjisinin artırılması, onun 60’lardaki hamarat üretiminin temel meselesi olmuş. TİP’e “musallat” olan yazılarına meselesi hep o.

Kıvılcımlı’nın İslam’ı ele alış yöntemiyle Ernst Bloch’un dini gelenekleri incelemesinde kimi benzerliklerin olduğunu söylemektesiniz. Bu benzerliklerle birlikte farklılıkları nelerdir? 

Şuradan başlıyor: Dini topyekûn ve mutlak “gerilik” olarak görmemek; dinî terminolojiyi, dinî referansları eleştirel bir bakışla, ayrıştırarak okumak. Dinin “sadece din olmadığını” bilmek. Dinî metinleri, menkıbeleri, hikmetli sözleri falan, dinin çok yönlü toplumsal ve siyasal mücadelelerle belirlenmiş sosyal tarihi içinde anlamak. Dinî anlamların berisinde, başka anlam katmanları bulunduğunu bilmek. Dolayısıyla, o bilgi ve söz âlemine kendini kapatmamak. O âlemi bilme sorumluluğunu duymak. Orayla “konuşma” gereğini duymak. Bir tercüme faaliyeti olarak anlamlandırıyorum bunu. Dinî dünya görüşü içinde söylenenleri, tasavvur edilenleri seküler dile aktararak anlamak; ve tersine, seküler dilde kurulu fikirleri, dinî kürenin diline tercüme edebilmek. Uyarlamak. Zaman zaman da aksi yönde transferler yapmak, karşılıklı tercüme yani. Ki tekrarlayayım, dinî dilde söylenenler dediğimiz, monoblok değil, orada farklı çıkarlar, farklı eğilimler, sınıfsal, toplumsal, siyasal, kültürel farklar var.

Kıvılcımlı ve Bloch’un ortak bir hassasiyeti de, bunlara ilaveten, dinin aşağıdakiler, ezilenler, garipler için, Marx’ın mecazlarıyla sadece “afyon” değil “ruhsuz dünyanın ruhu” olduğunu hiç unutmamaları… Ezilen sınıfların dünyasında dinin anlam ve önemini “tanımaları.” Buna bağlı olarak, dinî söylemin, ezilenlerin isyanını, feryadını veya bazen sadece iniltisini dile getiren seslerine, geleneklerine, mesellerine kulak kesilmeleri.

Farklara bakacak olursak; öncelikle Bloch’un Hıristiyan gelenekleriyle, Kıvılcımlı’nın İslam’la meşgul olmasından gelen farklar var. Her ikisi de iki büyük dinin kuruluşlarındaki “komünizan” evreye ve o deneyimi yaşatan mitlere “duygusal yatırım” yapıyorlar. Lakin Bloch’un umut yatırımı Hıristiyanlığın heterodoksisinedir. Özellikle de Mesihçi geleneğedir. Kıvılcımlı’nın heterodoksiye özel “düşkünlüğü” yok. Merceği ana akımın tarihine tutuyor aslında. İslam’ın kuruluş ve şekillenme evresindeki “askerî demokrasi” potansiyeline, kendi kavramsal çerçevesi içindeki “barbar” potansiyele önem veriyor. Bir de şöyle bir fark var. Kıvılcımlı, ekonomi-politik analize daha fazla odaklanmış, dönemsel bağlamlara daha sıkı kenetlenmiştir. Bloch, dinsel anlatılarda, mitlerde yaşayan ve tarihsel eşzamansızlık içinde dönemsel bağlamlardan taştığını düşündüğü ütopik potansiyele de can gözüyle bakar.

Son olarak Kıvılcımlı’nın mizah zekâsı ve söz zevkine dair neler söylemek istersiniz? 

Naif bulabilirsiniz ama sırf okuma zevkinin kendisi uğruna dahi Kıvılcımlı’yı okumaya değeceğini düşünüyorum.

Kim Suçlamış?’ta, metin yanımda olmadığı için hatırladığım kadarıyla, İsmail Bilen’in kollarını savura savura “bir, iki, üç” diye madde madde saydığını ama toplayınca bir çıktığını anlatışı mesela, ilk okuduğumda sesli güldüğümü hatırlıyorum. Kıvılcımlı neyi anlatırsa anlatsın, eğlenceli anlatır, incelikler vardır. “Başsız develiğimiz” mesela, unutulacak lâf değil.

Yazdıklarından bir halk deyişleri sözlüğü çıkartabilirsiniz, o yönden de zengin. Dinî terimleri çok sık kullandığı da malûm, o da önceki soruda konuştuğumuz karşılıklı tercüme işinin bir örneği.

Kıvılcımlı’nın pek çoğu mizahî olan özgün söyleyişleri, sadece söz oyunu değil ama. Çağrışım zenginliği var, kaynak, referans zenginliği var, edebiyattan tarihe… Kelimenin etimolojisiyle kurulan bağlar var. Sinik yerine “itsel” demesi mesela, hem komik, tamam, ama komiklik olsun diye söylenmiş değil. Kinizmin Eski Yunanca “köpek” anlamında bir kökten geldiğini biliyoruz, kiniklerin hiçbir şeyi takmamalarının, kayıtsızlıklarının bir ifadesi olarak kimilerinin köpek kulübelerinde yaşamasıyla ilgili… Nitekim Osmanlıcada da “kelbî” diye karşılanmış. “İtcil” lâfı hem buna atıfta bulunmuş oluyor, hem de öz Türkçecilikle inceden dalgasını geçer gibi sanki.

Ta 1967’de “data processing” kavramını zikrediyor, bugün “veri işlem” diye karşılanıyor, o “veri yordamı” diye karşılamış, pekâlâ daha uygun karşılık olabilirdi; yordam kelimesinin hem “tarz”la hem çabuklukla ilgili içerimi düşünüldüğünde. Bu da, onun dünyaya, yeni bilgiye açıklığıyla ve kelimelerin, kavramların üzerine düşünmesiyle ilgili beni etkilemiş bir örnek. Kıvılcımlı’nın dilinin canlılığı, düşünsel canlılığın ifadesi. Hani öğretmenler öğrencilere söylerlerdi eskiden, kendi kelimelerinle söyle diye, gerçekten anlayıp anlamadığını görmek için; Kıvılcımlı, her şeyi, her şeyi kendi kelimeleriyle söyleyen birisi.

Fotoğraflar: Mehmet Kaçmaz