Hikmet Kıvılcımlı: Bir Devrimci, Bir Düşünür – Canan Özcan

El Yazmaları’nın Notu: Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölümünün 49. yıl dönümü kapsamında hazırladığımız dosyada, Canan Özcan’ın Kıvılcımlı’yı bütünlüklü olarak ele aldığı yazıyı siz değerli okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Hikmet Kıvılcımlı bir devrimciydi, hayatı boyunca teorik ve pratik faaliyetten kopmamış bir devrimci… Diğer taraftan, hala yeterli düzeyde olmasa da akademik çalışmalara konu olmuş, Türkiye siyasi hayatında ender bulunabilecek bir değerli düşünürdü. Ben Kıvılcımlı’yı özellikle biyografik olarak çalışmadım fakat çalıştıkça daha iyi anladım ki düşüncelerini anlamaya çalıştığınız birinin hayatını ve yaşayışını da belli bir düzeyde de olsa bilmeniz gerekir. Hikmet Kıvılcımlı üzerine yaptığım doktora tez çalışmamın, özellikle de ilk yıllarında hocalarım, çalışma konumla arama mesafe koymam gerektiğini, onun sesinin yanı sıra, hatta daha fazla, kendi sesimin duyulması gerektiğini söylemişlerdi. Sosyal bilimlerde araştırmacının nesnelliği oldukça tartışmalı bir konuyken ben buna mümkün olduğunca dikkat ederek başladım. Çalışmam ilerledikçe ve Kıvılcımlı’nın “büyük usta” olarak hitap ettiği Michelet’nin tarihçilere, “sesine kulak asılmayan, sesini duyuramayan ölülerin sesi olmak” gibi görevler verdiğini okudukça ben de Kıvılcımlı’nın sesini daha iyi duymaya başladım; mümkün olduğunca da aktarmaya çalıştım. 11 Ekim Hikmet Kıvılcımlı’nın ölüm yıldönümü; bu yazı da bir anlamda onu anma yazısı. O nedenle kişisel bir yakınlık ile başlamak istedim.

Kıvılcımlı hayatının toplamda yaklaşık 22 yılını hapishanelerde geçiriyor fakat muzdarip olduğu, şikâyet ettiği konu bu değil. Kıvılcımlı’nın dert ettiği sesini duyuramamak; Marksizm’in dinamiklerinden biri olan polemik çabalarına karşılık alamamak ve aslında teorik olarak “dengini bir türlü bulamamak”. Nitekim 1965’te kendi kurduğu Tarihsel Maddecilik Yayınları sayesinde tarih yazılarından oluşan Tarih-Devrim-Sosyalizm kitabını yayınladıktan sonra şöyle yazar Kıvılcımlı:

Ancak 1965 yılı son bir çaba ile, “Tarih Tezi”nin “Bakıyyetüs Suyuf”unu (Kılıç artıklarını) bin telaş ve acele ortasında yayınlama fırsatını kaçırmadık. Çıkan kitap: “Tarih-Devrim-Sosyalizm” oldu. Kimi gençler, kitabın “şok etkisi” yapacağını ummuşlardı. Kendilerine: “görürsünüz!” demiştim. Beklediğim oldu: Tez bir zindan kuyusunun yaş ve taş duvarına vurulmuş yumruk gibi yankısız kaldı.[1]

Kıvılcımlı için bu şaşırtıcı bir durum olmaz, çünkü Türkiye solunun orijinal tezler yerine çeviri eserlerle ilgilendiğini sık sık vurgular. Oysaki Kıvılcımlı’ya göre Marks ve Engels’in araştırmaya vakit bulamadığı ya da onların zamanında gerekli bilgi ve belge birikimi henüz oluşmadığı için üzerine çalışamadıkları birçok konu olduğunu bilir. Tarihsel devrim-sosyal devrim ayrımı yapan Kıvılcımlı, komünün başkalaşıma uğrama dinamiğinin, tarihsel devrimler olduğunu ifade eder. Ona göre Marks’ta, Engels’te ve Engels’in de çokça faydalandığı Morgan’da eksik olan bu bilgidir. Maddede atom, canlıda hücre ne ise toplumda da komün odur ve Marks-Engels ve Morgan’ın en büyük sezişleri de bu olmuştur. Marks-Engels bunu kapitalist toplum biçiminde, Morgan ise komünü anlatırken işlemiştir. Ne var ki antik tarihte de vahşet ve barbarlık tarihlerinde de bunu işlemeye vakit bulamamışlardır.[2]

Kıvılcımlı, tarih çalışmalarında hem Morgan’ın hem de Engels’in “eleştirel gelişime” uğratılması gerektiğini söyler. Kendisi bunu yapma iddiasıyla ortaya atılır ve 1925 yılında başladığı tarih çalışmalarını hayatı boyunca fırsat bulduğu her an devam ettirir.

Ölümünün 49. yılında Kıvılcımlı’yı anarken onun pratik faaliyetler kadar teorik anlamda gösterdiği bu cesareti de anlamalıyız. Bunun için onun düşünsel gelişimine ve teorik çalışmalarının mahiyetine bu yazının kapsamında kısaca bakabiliriz.

Kıvılcımlı’nın Düşünsel Gelişimi

Hikmet Kıvılcımlı hem Osmanlı Devleti’nin son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında aydın olarak nitelenen kişilerden hem de daha sonraki dönemlerin sosyalist aydınlarından birçok noktada farklılık arz ediyor. Bu farklılık Kıvılcımlı’yı bir entelektüel olarak niteleme gerekliliğini de beraberinde getiriyor. Osmanlı Devleti’nin son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında aydın olarak nitelenen kişiler genelde bürokratik görevlerde bulunan ve “devletin aydını” olarak tanımlanan kişiler. Bu kişiler pozitivizmi benimseyen, devleti kurtarma amacında, devletle belli bir ortaklık içerisinde olan ve bunun için Batı’yı örnek olan bir aydın tipini oluşturuyor. Doğal olarak bu durum, onların bürokratik kaygılarının, entelektüel kaygılarının önüne geçmesine neden olmuştur denilebilir.[3]

Osmanlı kültüründe, “kendini eleştirerek aşmak” gibi bir düşünce olmadığı; bunun ancak Batı’nın kendilerini geçtiğini anladıkları noktada gerçekleştiğini ve bundan sonra da devletin yarattığı bir aydın tipinin ortaya çıktığını savunan görüşler de var. Bu aydın tipinin amacı da devleti eleştirmekten çok Batı’nın bilimini ve ışığını getirerek devleti ve toplumu geri kalmışlıktan kurtarmaktır.[4] Her tarihsel dönemde ve her toplumsal formasyonda belirli bilgilere sahip olan bir aydın grubu olduğunu ifade eden Başkaya da bu grubun kültürel tekele sahip olmalarından dolayı ayrıcalıklı olduklarını söyler. Entelektüeller ise ancak küçük bir grup oluştururlar ve bilimsel bilgiye sahip olmanın yanı sıra egemen sınıflardan bağımsızdırlar; siyasal iktidara karşı eleştirel bir tutum sergilerler.[5] Bu noktada aydın ile entelektüel kavramları arasında bir ayrım ortaya çıktığını görüyoruz ve entelektüelin ayırıcı bir özelliği olarak eleştirel olması gerekliliği öne çıkıyor.

İktidarı eleştirmeyi entelektüel olmanın bir şartı olarak belirlediğimizde, Kıvılcımlı bu yönüyle diğer sosyalistlerden farklılaşıyor. Mehmet Ali Aybar ve Sadun Aren gibi hem lider hem aydın olan sosyalist hareket liderlerinin kendilerini, Cumhuriyet çocuğu olarak adlandırdıkları ve Kemalizm ile bu bağlamda manevi bir ilişki kurdukları söylenebilir. Gökhan Atılgan sadece, TKP’nin en entelektüel üyelerinden biri olarak adlandırdığı Hikmet Kıvılcımlı’nın bu yaklaşımda istisna teşkil ettiğini vurgular. Kıvılcımlı, bilhassa 1927 tevkifatından sonra hem Kemalizm hem de TKP içindeki Kemalist yaklaşımlar konusunda eleştirel yazılar yazmıştır. O, Şefik Hüsnü’nün Kemalist burjuva devriminin, sosyalizmin koşullarını hazırlayacağı gerekçesiyle desteklenmesi veya eylemli eleştiriyle buna zorlanması gerektiği fikrine karşı çıkmıştır.[6] Kadrocuların görüşlerini de reddeden Kıvılcımlı ne dönemin sol aydınları gibi, bir şekilde Kemalizm’e bağlı kalmış ne de Kadro hareketi gibi halktan kopuk, elit bir tavır takınmıştır. O, her zaman Kemalizm’e karşı devrimci bir iktidar mücadelesi verilmesi gerektiğini savunmuştur. Varlıklı bir aileden gelmeyen, buna rağmen üniversite okuma fırsatı bulmuş ve herhangi bir devlet görevinde çalışmamış olan Kıvılcımlı, bir entelektüel niteliği olarak eleştirelliğini her zaman koruyabilmiştir.

Kıvılcımlı’nın eleştirelliği sadece iktidara karşı kendini göstermez. Sartre, aydının hiç kimse tarafından görevlendirilmediğini ve bu nedenle “emekçilerin gözünde şüpheli ve egemen sınıfların gözünde hain” olduğunu ifade eder. Bir partiye girdiğinde ise bu partilerde bile hem bir dayanışma içinde olacak ama hem de dışlanmış hissedecek ve içten içe sürtüşme yaşayacaktır. Aydın, bu partilerde “üst yapıların alt düzey görevlisi” karakteri kazanacak ve disiplini yüzünden bunu kabul etse bile sorgulamaktan hiç vazgeçmeyecektir.[7] Onun bu sözleri, çok genç yaşında girdiği Türkiye Komünist Partisi yöneticilerini ve dolayısıyla parti politikalarını sert bir şekilde eleştirmekten hiç vazgeçmeyen Kıvılcımlı’yı akla getiriyor. İçerisinde olduğu sürece parti politikalarına uyan ve tutuklu olduğu süreçlerde parti hakkında hiçbir bilgi vermeyen Kıvılcımlı, teorik tartışmalarını ve eleştirilerini ise sonuna kadar sürdürmüştür. Dahası sadece Türkiye solunu değil Sovyetler Birliği’ni ve Stalinist politikaları da sık sık üstelik de sert bir şekilde eleştirmekten çekinmez.

Kıvılcımlı 1935 yılında, Fransız komünist yazar Henri Barbusse’ün ölümü üzerine “İnkılapçı Münevver (Devrimci Aydın) Nedir?” isimli bir broşür yazmış ve devrimci bir aydının nasıl olması gerektiğini anlatmıştır. Dolayısıyla aydın/entelektüel konusunda onun kendi sözlerine de yer vermemiz gerekir. Ona göre, devrimci bir aydın, Barbusse gibi “kitle ve hareket adamı, teşkilat adamı ve aynı zamanda enternasyonal” olmalıdır. Entelektüellerin çoğunun maaşlarını hâkim sınıftan aldıklarını ve özel mülkiyet saplantılı oldukları için tarafsız geçinmek kaygısına düştüklerini söyleyen Kıvılcımlı, aslında tarafsız olmak diye bir şeyin olmadığını düşünür.[8] Ayrıca Barbusse’ün tercüme edilmesindense Türkiye’de “Barbusse”lerin doğmasına özen gösterilmesi gerektiğini vurgular. Bu vurguyu yapma gereksinimi duyar çünkü başta dediğimiz gibi Türkiye’de orijinal tezler üretme iddiası kimseye layık görülmez.

1902 doğumlu olan Kıvılcımlı hem Osmanlı’nın son yıllarına hem de Cumhuriyet’in ilk yıllarına tanıklık etmiştir. Özellikle de tarih tezi ve din yorumu konusunda Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu konular üzerine yazmış bazı kişilerden etkilendiğini söyleyebiliriz. Kıvılcımlı ile bazen çok benzer düşüncelere sahip olan bir iki isme odaklanmamız sayesinde Kıvılcımlı’nın düşünsel arka planını biraz daha iyi anlayabiliriz.

Her ne kadar bahsettiğimiz isimlerden etkilenmiş olması kuvvetle muhtemel olsa da Kıvılcımlı’yı onlardan ayıran en önemli şey, Kıvılcımlı’nın bir komünist olduğu gerçeğidir. Kıvılcımlı, din konusunda fikir beyan ederken de tarih tezini oluştururken de teoride ve pratikte komünizmi savunmaya devam etmiştir.

Kıvılcımlı Türkiye sosyalist hareketi içerisinde din üzerine, bu kadar genişçe, çalışmaya teveccüh etmiş belki de tek isim. İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan dönemde dine işlevsel bakan aydınlar olmuştur. Bu kişiler daha çok Tıbbiye ve Askeriye’de okumuş, pozitivist ve materyalist düşüncelerden etkilenmiş kişilerdir. Ziya Gökalp, Abdullah Cevdet, Celal Nuri İleri, Necmettin Sadak, Hüseyin Cahit Yalçın ve Kılıçzade Hakkı gibi isimlerin yer aldığı bu aydın grubu, dini inanışları olmasa dahi dini kaynakları okumuşlar ve bunun üzerinden halk ile iletişim kurmaya çalışmışlardır. Bu isimlerden özellikle Celal Nuri İleri dikkatimizi çekiyor. Düşüncelerinde Kıvılcımlı ile birçok paralellik görebildiğimiz İleri’nin “Tarih-i İstikbal” adı eserinin, silah talimlerinde gösterdiği başarı üzerine Kıvılcımlı’ya hediye edildiğini biyografisinden öğreniyoruz.[9] Bu noktada Kıvılcımlı’nın en azından İleri’nin eserlerinden ve düşüncelerinden haberdar olduğunu düşünebiliriz.

Celal Nuri, dini “anlayış seviyesi düşük halk için anlaşılması mümkün olmayan şeyleri Allah sembolüyle anlatmaktan” ibaret görüyor. İleri, tıpkı Kıvılcımlı gibi, İslami terminolojiyi normalde kullanıldıkları anlamlarla değil de kendi yüklediği anlamlarla kullanıyor; peygamberin (insanların anlayış kapasitelerini dikkate alarak) Allah, vahiy, melek gibi sembolleri kullandığını savunuyor.[10] O tıpkı Kıvılcımlı gibi dinlerin gelişiminde, çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçişi en büyük adım olarak görüyor. İslam’dan önceki koşulların insanların ihtiyaçlarına cevap veremediğini ve bu nedenle de Muhammed döneminde bir reforma ihtiyaç duyulduğunu savunuyor. İleri’nin sözleriyle, 1300 sene önce, dünya bir din buhranı içinde kalmış ve bu buhrandan çıkışı da bir inkılâp meydana getiren Muhammed peygamber başarmıştır.[11] Aynı Kıvılcımlı gibi Muhammed’e dâhi özellikleri atfediyor ve onu, dünyaya gelen psikologların en büyüğü ve en dâhisi olarak tanımlıyor. Kıvılcımlı İleri’den doğrudan da etkilenmiş olabilir, içerisinde yetiştiği düşünsel ortamda dolaylı bir biçimde de etkilenmiş olabilir. Neticede bir biçimde aralarında düşünsel bir paralellik olduğu görülebiliyor.

Kıvılcımlı’nın teorik çalışmalarının ana ekseni tarihtir; yine onun döneminde özellikle de sol aydınlar arasında, çok fazla olmasa da insanlık tarihi üzerine çalışanların varlığı görülüyor. Belki ilerlemeci bir tarih anlayışı neticesinde insanlığın ulaşacağı en yüksek aşamanın sosyalizm olduğunu kanıtlama çabası bunda etkili olmuş olabilir. 1920 yılında “Bolşeviklik” isimli bir kitap yazan Selahattin Nevzat’ta bu durum göze çarpıyor. Kendisi kitabında öncelikle insanlık tarihinin gelişimini anlatmış ve sonrasında 19. yüzyıl Avrupası’nda sosyalizmin gelişimi ve Bolşevik Rusya üzerine yazmıştır.[12]

Tarih yazımın önemine dikkat çeken ve bizzat tarih üzerine yazan aydınlardan biri de yukarıda bahsettiğimiz isimlerden Celal Nuri İleri. İleri, bir milletin tarihini bilmesinin bir dereceye kadar geleceğini de bilmesini sağlayacağını düşünüyor. Türk milletinin Osmanlı’dan önceki tarihinin hemen hemen hiç yazılmamış olduğunu söyleyen İleri bunu da bir eksiklik olarak görüyor. Kendisi de Osmanlı üzerine düşüncelerini kaleme alan yazar, özellikle de padişahların yönetimleri ile ilgili çok sert eleştiriler yapmakta ve onları yetersiz bulmaktadır. Tıpkı Kıvılcımlı gibi İstanbul’un alınmasının önemini vurgulayan İleri, Roma’nın barbarlarca yok edilmesinden sonra başlayan karanlık asrın, İstanbul’un fethiyle ve Amerika’nın keşfiyle son bulduğunu savunuyor.[13]

Her ne kadar bahsettiğimiz isimlerden etkilenmiş olması kuvvetle muhtemel olsa da Kıvılcımlı’yı onlardan ayıran en önemli şey, Kıvılcımlı’nın bir komünist olduğu gerçeğidir. Kıvılcımlı, din konusunda fikir beyan ederken de tarih tezini oluştururken de teoride ve pratikte komünizmi savunmaya devam etmiştir. Kıvılcımlı, en çok suistimal edilen konunun din olduğunu ve bu durumla mücadele etmek için de en etkili aracın bilim olduğunu savunur. Bu durumda, ideoloji ve politika gibi araçlar faydasız kalmaktadır; başvurulması gereken alan bilimdir. Kıvılcımlı’ya göre, insan şuuru maddi ve manevi tapınmayı aşmak için kendisini bilmelidir.[14] Bu da ancak kutsallaştırma sürecinin bir bütün halinde öğrenilmesi ile mümkün olabilecektir. Kıvılcımlı’nın din konusunda çalışmasının esas nedeni budur. Zaman zaman Kıvılcımlı’yı “mütedeyyin” olarak nitelemeye çalışanlar çıkabiliyor fakat komünistliği su götürmez bir kişiyi mütedeyyin diye nitelemek ancak onu hiç anlamamış olmakla açıklanabilir; böyle bir yanlışlık ancak eserlerinin kapsamlı ve derinlikli bir okumasının yapılmaması ile mümkün olabilir. Kıvılcımlı dine hem bilimsel açıdan yaklaşmış hem de içinde yaşadığı toplumun gerçekliğini farkına varan bir strateji kurmuştur.

Kıvılcımlı çok çeşitli konularda eser vermiştir fakat yazılarının hepsinde de tarih tezinin etkisi görülür. O nedenle bir olaya bakış açısını anlayabilmek için sadece o konu üzerine olan yazılarını okumak da yetmez çoğu zaman. Tarihe bakış açısını, onu yorumlayışını okumak, anlamak gerekir. Bu yapılmadığı takdirde her konuda üstünkörü ve çoğu zaman da eksik, hatta yanlış bir kanıya varmak riski mevcuttur.

Tarih Tezi

Kıvılcımlı tarih tezi için “Benim hissiyatım bu kitab oldu. O kitab haline girdi. Kitab benim tek vukuatım oldu. Amma ben kitapla yazarının … değil midir … Eser onu yapanın duyguları ve zamanıyla boyanmış değil midir?” der 1963 tarihli bir el yazmasında. Tarih tezi gerçekten de Kıvılcımlı’nın vukuatı olmuştur; uzun hapislik yıllarında, en zor şartlarda hep onun üzerine düşmüş, düşünmüştür. Tarih tezini çalışmaya ilk olarak nasıl başladığını şu sözlerle anlatıyor kendisi :[15]

…Benim tarih üzerine gözümü açan şimşek, zindan karanlığına düştüğüm gün çaktı. O gün bu gündür o şimşeğin ışığı altında, aşağı yukarı, kırk yıl Mişlen’in ana düşüncelerine göre çalıştım. Yazdıklarım yayınlansaydı 24 cilt…? Ben öldükten sonra bırakacağım sahifeler yakılmaz da bir anlayanın eline geçerse kaç cild tutacakları ölçülür… Kimseyle, bizim önlerinde ulu politika cüceleri gibi “…gösteriş” yapmak hoşuma gitmez. Amma karşılaştırmasız anlayış da olmuyor.

Mişle 31 yaşında…tarihin içine sokulmuşdur. Ben 23 yaşımda zorla İstanbul … zindanlarında boğulurken tarihin başına başka arkadaş bulamadım…

Bu sözlerden Kıvılcımlı’nın 1925 yılında ilk defa tutuklandığı dönemde tarih tezini çalışmaya başladığı anlaşılıyor. Ne var ki Kıvılcımlı bu kadar erken dönemde çalışmaya karar verdiği ve hayatı boyunca da üzerinde çalıştığı tarih yazılarını tutuklamalar ve siyasi faaliyetleri nedeniyle uzun yıllar boyunca yayımlama imkânı bulamaz. Başta söylediğimiz gibi ancak 1965 yılında, yazılarını “Tarih-Devrim-Sosyalizm” ismiyle kitaplaştırabilir. Kıvılcımlı bir ülkenin tarihi, gereği gibi bilinmediği müddetçe, o ülkenin gerçekliğinin, yani bugünkü olaylarının da gerektiği gibi kavranamayacağını düşünür.  Ona göre şimdiki olayların hepsi daha önce gerçekleşmiş olanların diyalektik ürünleridir. Kıvılcımlı, teorisiz pratik ve pratiksiz teori olamayacağı gibi gerçekliksiz tarih ve tarihsiz gerçekliğin de bulunamayacağını dile getirmiştir. Kıvılcımlı’da “bilimcil sosyalizmin soyadının, tarihsel materyalizm olmasının” nedeni de budur ve tarih incelemeleri eskiye olan merakın bir tezahürü değildir; tarih, insancıl düşünce ve davranışın özü olan gerçekliğin köküdür.[16] Kıvılcımlı, tarihin araştırılmasına verdiği bu önem doğrultusunda, hayatının en büyük eserleri olan tarih tezini geliştirmiş ve Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti tarihini de bu tez ışığında incelemiştir.

1963 tarihli el yazması belge.

Kıvılcımlı’nın her ne kadar istemeden yaptığını söylese de kendisini kıyasladığı Jules Michelet, 19. yüzyılın önemli Fransız tarihçilerinden biridir. Michelet’nin en önemli ve onu diğer pek çok tarihçiden ayıran yönü kendine has bir anlatış biçimi olmasıdır. O tarihi bir dramaturg gibi anlatır. Bu anlatış biçimi öznel olmakla birlikte, bu sayede Michelet’nin Fransa’nın asıl sesini duyabildiği söylenebilmektedir.[17] Kıvılcımlı, Michelet’nin uzun yıllar devlet görevinde çalışmasının, ona çalışmalarında belli bir rahatlık sağladığını düşünür ve “çok acılar çektiğini” söyleyen Michelet’ye, “Güçlü edebiyatçı, şa’ir adam Mişle, çok hassas oluşuna, ben biraz da bıyık altından, amma hoş görerek gülüyorum” diyerek seslenir.[18] Kıvılcımlı, Michelet’yi çok geç tanıdığını düşünür fakat kendi tarih anlayışını oluşturduktan sonra onu tanımış olmakla bir şey kaybetmediğini de belirtir. Çünkü zaten kendi düşünceleri, 100 yıl önce yazmış olan Michelet ile aynıdır ona göre. Şöyle açıklıyor bu durumu:

Mişle’yi büsbütün anlıyorum. Mişle’yi tanıdıktan sonra… Geç tanıdım… Onun da beni anlayışla karşılayacağını biliyorum. Mişle’nin de pek istediği bir işi yaptım. Kadim tarihin işleyiş mekanizmasını çözdüm. Bunu 25 yıldan beri formülleştirmiştim. Tek satır çıkarmadım. … Çeyrek yüzyıl geçti. Bugün artık konu elimde büyülü bir anahtar gibi her tarihin en bilmeceli kapısını hemen açıveriyor, bir tek satır yapamıyorum…

 “Tarih tezi” dediğim şeyde tıpkısı başıma gelmiştir. … Araştırmaya başlarken tıpkı onun gibi idim. Bir yerlerden sezinerek bir şeyler karalamıştım. Ta 1925 yıllarında araştırmak, ispatlamak gerekiyordu. Nasıl yapacaktım? Ne Mişle gibi tarihle uğraşmak göreviyle hayatımı kazanıyordum. Ne Mişle gibi boğazıma dek bol arşivler denizi içinde yüzüyordum, ne Mişle gibi tarihten başka hiçbir işim yoktu. Pratik canıma okuyordu. Öyleyken her boş kalmış …? “ben benim gözü yaşlı, bağrı taşlı tarih tezim!” diye çalakalem girişiyordum. Kıyıda köşede çivilettiğim belgelerin sözümü savunmağa ve cihan tarihini yeni baştan yazmaya güveniyordum. Hiç neyime güveniyordum? Sadece gönlümde aslan gibi yatan bulgu? Araştırma, inancıma. Meğer Mişle de öyle değil mi imiş?”

Kıvılcımlı’nın hayatını adadığı çalışmalarının istediği, hak ettiği ilgiyi görmemesinden muzdarip olduğunu söylemiştik. Tarih Tezi üzerine yazılmış az sayıdaki yazılardan biri 1975 yılında Murat Belge’nin kaleme aldığı kısa bir eleştiri yazısıdır. Belge, Kıvılcımlı’nın kendine has, hatta “bireyci” denilebilecek bir dili olduğunu ve bu nedenle de evrensele ulaşamadığı gibi, yerelde de anlaşılmasının son derece güç olduğunu öne sürer. Belge bir taraftan Kıvılcımlı’nın “zortlama”, “geberen kapitalizm”, “ana dil uydurcası” gibi kelimeleri kullanarak bilimsellikten çıkıp, açıklamalarını duygusal anlamlarla yüklü bir hale getirdiğini söylerken, bir taraftan da “barbarlık”, “sosyal devrim-tarihsel devrim” gibi kendine özgü olan ve başka hiçbir Marksist metinde yer almayan kavramlaştırmalarıyla, teorik olarak da Marksizm’den ayrıldığını öne sürer.[19] Oysaki, Kıvılcımlı’nın dil üzerine de çalışmaları vardır ve yeni kelimeler üretilerek dilin geliştirilmesi gerektiğini düşünür. Böylece sadece dilin değil Marksist literatürün de geliştirilebileceğini düşünür, bunu amaçlar. Bu durum ayrıca, onun yerli bir sosyal bilim üretme çabası olarak da okunabilir. Marksist metinlerde yer almayan kavramları kullanması Kıvılcımlı için bir sorun değildir çünkü o, sadece Marksist metinlere bağlı kalmayı bir çeşit yobazlık olarak görür ve Marksizm’in geliştirilmesi gerektiğine inanır. Türkiye’deki solcuların kendilerinin, böyle bir işi beceremeyeceğine inandıklarını düşünen Kıvılcımlı için, yazdıkları Marksizm’den kopma değil, aksine onu geliştirme anlamına gelir.

Bu noktada biraz da tarih tezinin içeriğinden bahsedebiliriz. Kıvılcımlı, insanlığın başından geçenleri iki büyük çağa ayırır; bunlar medeniyetten önceki çağları ifade eden ve yazısız tarih olarak adlandırılan “tarih öncesi” dönem ile medeniyetten sonraki -yazılı tarih dönemini ifade eden- “tarih” çağlarıdır. Yazılı tarih denilen bu çağ ise “antika tarih” (kadim çağ) ve “modern tarih” olarak yine iki alt döneme ayrılır. Antika tarih, Proto-Sümerlerden (ilk Sümer öncesinden) Batı Roma’nın yıkılışına dek sıralanan medeniyetleri konu edinirken; modern tarih, Batı Ortaçağı’nın bitişinden günümüze dek uzanan tek çeşit kapitalist medeniyeti konu edinir.[20] Kıvılcımlı’nın asıl ilgilendiği ise antika tarih dönemi ve bu dönemde birbiri ardına gelen medeniyetler ile onlar arasındaki geçiş kanunlarının tespit edilebilmesidir ki kendisi bu konuda yeterince bilgi sahibi olunmadığını ve yeterince araştırma yapılmadığını her fırsatta dile getirir. “Tarih-Devrim-Sosyalizm” kitabının ana konusu da antika tarihtir. Kıvılcımlı’nın özellikle antika tarihe odaklanmasının nedeninin sınıflı toplumlarla sınıfsız ilkel komün toplumlarının ilişki ve çelişkilerinin araştırılması olduğu söylenebilir.

Kıvılcımlı tarih öncesini anlatırken kan örgütü, bunlardan meydana gelen kabileler ve komünden bahseder. Komün toplumun en küçük çekirdeğini oluşturur ve animizm, totemizm ve tabu gibi inanışlar komünde çok önemli bir yer tutar. Kıvılcımlı bu konuları çalışırken mesleki bilgilerinden de faydalanır; meslektaşı Freud’un fikirlerinden haberdardır ve onun katkılarını takdir ederken eksikliklerini de ortaya koyar. Kıvılcımlı, Freud’un psikanaliz ile kişi elemanına ve alt şuuruna inmesini çok önemli bir adım olarak görürken, onun, modern toplumda cinsel yasakların baskılanış biçimlerini keşfettiğini de söyler. Bu da Freud’u ister istemez komün bilimine yöneltmiştir. Ne var ki Freud’un kişiyi toplumdan ve cinsel yasakları da toplumcul gidişten kopararak metafizikleştirdiğini öne sürer. Ona göre Freud, tarih öncesi bilimlerinden hiçbir çıkarıma varamamıştır; totem ve tabu elemanlarını ve anahan-babahan elemanlarını birbirine karıştırıp, kişinin psikozlarıyla aynı kefeye koymuştur. Kıvılcımlı’ya göre Freud, antropolojiye psikanaliz tartışmalarını getirmek başarısını göstermiştir fakat insan toplumunun gelişim biçimleri ve kanunları bakımından tam bir cehalet örneği sergilemiştir.[21] Freud, gerçekten de tabuya psikanalitik bir şekilde yaklaşmıştır fakat bu benzerliğin, tabu ile kompulsif nevroz belirtileri bakımından var olduğunu vurgulamış; iki meselenin mahiyetiyle ilgili olamayacağını belirtmiştir. Yani ona göre bu sadece dışsal bir benzerlik de olabilirdi. Bu durumu örneklerle de açıklayan Freud kompulsif nevroz durumunda da tabular söz konusu olduğunda belli yasaklamaların söz konusu olduğunu ve bu yasaklamaların belli bir nedeni olamayabileceğini düşünür. Her iki durumda da söz konusu olan saplantılar ise kişinin bir iç zorunluluk hissetmesi nedeniyle oluşur. Yasaklı objelerin varlığından da ve bu objelerin niteliklerinin aktarılabilir olmasından da bahseden Freud yine her iki durumda da bu yasaklardan doğan belli ritüellerin ve kuralların bulunduğunu aktarır. Anlaşılan odur ki Freud tabu kavramını bir çeşit takıntı ve korku durumu ile benzeştirir ve belli ritüeller yerine getirilmez ise kişinin başına felaketler gelebileceği inancını kompulsif nevroz rahatsızlığının ve tabu inancının ortak bir özelliği olarak yorumlar. Kıvılcımlı’nın Freud eleştirisi bağlamında şunu da belirtmek gerekir ki Kıvılcımlı’nın psikiyatri alanında uzmanlaşmış bir doktor olması, disiplinlerarası bir çalışma yürütebilmesinde kendisine oldukça yardımcı olmuş gibi gözüküyor. Bu anlamda profesyonel alandaki bilgilerini, tarih çalışmalarıyla sentezleyerek, tarih tezini de zenginleştirmiş ve güçlendirmiştir.

Kıvılcımlı, antika tarihin gidiş kanunlarını ortaya koymaya çalışmıştır. Antika tarih, sınıfsız bir toplumun, sınıflaşma aşamasında olan ekonomice daha ileri toplumları yıkıp yeni medeniyetler oluşturmasıyla yürümüştür.[22] Antika tarihte, medeniyetler kurulmaya başlasa da bir önceki çağın insanı olan barbar topluluklar tamamen yok olmamış ve dolayısıyla antika tarih boyunca barbarlık ile medeniyet arasındaki mücadele devam etmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta Kıvılcımlı’da barbar kelimesinin olumlu anlamda kullanılıyor oluşudur; o tarih öncesi barbar insanı medeni insandan çok daha üstün karakterli görmektedir. Barbar insan yiğit, cömert ve toleranslı iken; medeni insan gaddar, zalim, eşitlik bilmeyen ve yalansız konuşmayandır.

Kıvılcımlı’nın tarih tezinin en önemli noktalarından biri de yaptığı “tarihsel devrim-sosyal devrim” ayrımıdır. Kıvılcımlı, antika tarihte devam eden barbarlık ile medeniyet arasındaki mücadelede, barbar toplumun medeniyete yaptığı saldırıları ve sonucunda yarattığı dönüşümü, tarihcil devrim olarak adlandırır. Sosyal devrim ise bir sınıfın diğer sınıfı yıkarak, onun yerine geçmesi anlamına gelir. Ona göre, antika tarihte sosyal devrimlerin gerçekleşmesi imkânsızdır çünkü eski gerici sosyal sınıfı devirip, medeniyeti kuracak olan kolektif aksiyon gücünü sağlayacak, yeni bir sınıfın varlığı söz konusu değildir. Ancak, tarihsel devrimler yeterli birikime ulaşınca, modern tarihin, sosyal devrimlerle yürümesi söz konusu olabilmiştir. Tarihsel devrimler, bilinçsizce, tamamen bilinçaltı şekilde gerçekleşirken; sosyal devrimler bir o kadar şuurlu bir gidiş içinde ilerlemektedirler.[23] Antika tarihte, eskimiş medeniyetin üretici güçlerini boğan üretim ilişkilerini kökünden kazıyacak barbar akınlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Barbar akınlarının yaptığı bu tarihcil devrim, medeniyetlerin sonu değildir, çünkü bir medeniyetin bu şekilde yıkılışı yeni bir medeniyetin de doğuşu anlamına gelmektedir Dahası bir medeniyet çökerken, tekniğinin bir kısmı barbarlara kalır ve bu da tarihte bir gerileyip sıçrama anlamına gelir. Yani bu şekilde insanlık durmadığı gibi –aksine- gerileyip atlayarak hız alır.

Kıvılcımlı, medeniyetlerle barbarlar arasındaki ilişkinin, “atomlar arasındaki kimyasal ilgileri açıklayan elektron savaşları” gibi olduğunu ifade eder. Dahası barbar akınlarını, tarihin nükleer gücü olarak niteler. Barbarlık, tarihi yapan canlı bir organizmadır ve yaratıcı bir özü vardır. Diğer taraftan barbarın yaptıkları, bilincinden çok inançlarına dayanır ve kendisine ters gelen her şeyi yakıp yıkar. Bu anlamda Kıvılcımlı barbarlığın, yıkıcı-vurucu bir güç olduğunu ifade eder. Tarihsel devrimi yapıp, medeniyetleri yıkan barbarlık, daha sonrasında kendisi de uygarlaşmakta ve yıktığı medeniyetin haline düşerek, kendisi de yeni barbar akınlarının hedefi haline gelmektedir. Kıvılcımlı bu durumu, barbar toplumların medeniyetin nimetlerine kanarak, “şeytana uymuş olmaları” ve medeniyete geçerek de aslında “cennetten kovulmuş olmaları” olarak ifade eder.[24] Yani tıpkı tufanlarda olduğu gibi, bu dini inanışların ve efsanelerin kökeni de antika tarihe ve tarihsel devrimlere dayanmaktadır.

Barbarların medeniyetleşmesi ile ortak mülkiyetin özelleşmesinin birbirine paralel ilerlediğini vurgulayan Kıvılcımlı, barbarın, ilk başta istila ettiği yerin toprak mülkiyetini, kendisi dâhil kimseye vermezken, tasarruf hakkını tamamen orada yaşayanlara verdiğini ve esir ettiği insanı kendi ailesinden biri haline soktuğunu belirtir. Buna göre, İslamiyet için Arapların; Selçuk ve Osmanlı Devletleri’nde Türkler’in; Batı Avrupa’da Cermenlerin ve sonrasında Normanların yaptıkları da budur.[25] Selçuklu ve Osmanlı örneklerinde, gazilerin yanı başlarında sürekli şeriat (Kent; Mekke-Medine hukuku) bayrağını üstün tutan Müslüman havariler olduğu için toprak birdenbire devlet başkanının mülkü olamamış ve miri malın mülkiyeti topluma (Müslümanlar malevine) ait olmuştur. Kur’an’ın deyimiyle, “Mülk Tanrınındır” demektedir Kıvılcımlı; ne var ki sonrasında şeriat bozulmuş ve Franklardaki derebeyleşme-eşraf/ayanlaşma belirmiştir.

Kıvılcımlı çok çeşitli konularda eser vermiştir fakat yazılarının hepsinde de tarih tezinin etkisi görülür. O nedenle bir olaya bakış açısını anlayabilmek için sadece o konu üzerine olan yazılarını okumak da yetmez çoğu zaman. Tarihe bakış açısını, onu yorumlayışını okumak, anlamak gerekir. Bu yapılmadığı takdirde her konuda üstünkörü ve çoğu zaman da eksik, hatta yanlış bir kanıya varmak riski mevcuttur. Kıvılcımlı’nın orduya ve askeri darbelere bakış açısını ya da dönemine göre oldukça ileri olan Kürt ve Ermeni meselelerine bakış açısını, kadın meselesiyle ilgili görüşlerini anlayabilmek için tarih ve din üzerine çalışmalarını özümsemek şarttır. Kıvılcımlı bağlamında bunların hepsi ayrı birer yazının, hatta yazıların konusu olacak kadar da geniş kapsamlıdır. Kıvılcımlı tesadüfen “düşünce oğullarım ve kızlarım” demiş olamaz; muhakkak devrimci pratiği gözeterek teoriden hiç eksik kalınmamasını amaçlamıştır. Kuşkusuz onu anlamak ve eserlerine gereken değeri vermek, hatta onu “eleştirerek aşmak” sadece düşünce takipçilerinin üzerine düşen bir görev değildir; esasında bu topraklarda yaşayan her devrimcinin bunu kendisine görev addetmesi gerekir.

Dipnotlar

[1] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Yazıları.

[2] Hikmet Kıvılcımlı, Komün Gücü.

[3] Murat Belge, (1983) Tarihi Gelişme Süreci İçinde Aydınlar, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.1, İstanbul.

[4] Oğuz Demiralp (2002) Entelektüeller ve Aydınlar, Entelektüeller Gerekli mi?, Cogito, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Sayı:31, Bahar.

[5] Fikret Başkaya (2006) Paradigmanın İflası, Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Özgür Üniversite Yayınları, Ankara: Maki Basın Yayın.

[6] Gökhan Atılgan (2009) Sosyalist Soldan Kemalizme Olumlu Bakışlar (1920-1971): Nedenler, İmkanlar, Dönemler ve Bazı Sonuçlar, Praksis, Sayı: 21, Ankara: Dipnot Yayınları.

[7] Jean- Paul Sartre (2015) Aydınlar Üzerine, Çev.: Aysel Bora, İstanbul: Can Yayınları.

[8] Hikmet Kıvılcımlı (2014) İnkılapçı Münevver Nedir? Henri Barbüs, Kıvılcımlı Enstitüsü Derneği.

[9] Emin Karaca (2011) İnadın ve Direncin Adı: Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Hayatı, Mücadelesi ve Eserleri, İstanbul: Destek Yayınevi.

[10] Ahmet İshak Demir (2004) Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a Bakışı, İstanbul: Ensar Neşriyat.

[11] Celal Nuri İleri (2010) Taç Giyen Millet, Yayına Hazırlayan: Şennur Şenel, Ankara: Berikan Yayınları.

[12] Mete Tunçay (1991) Türkiye’de Sol Akımlar –I (1908-1925), İstanbul: BDS Yayınları.

[13] Celal Nuri İleri (2010) Taç Giyen Millet, Yayına Hazırlayan: Şennur Şenel, Ankara: Berikan Yayınları.

[14] Hikmet Kıvılcımlı (2013) Allah-Peygamber-Kitap, İstanbul: Bilim ve Gelecek Kitaplığı.

[15] “Cennet”,” Allah önce kadındı” and other manuscripts on religion, 1960, Klasör no: 76, IISH, Kıvılcımlı Papers.

[16] Kıvılcımlı, Hikmet, Tarih Yazıları.

[17] Patrick Cabanel, “Jules Michelet”, Tarihçiler, Veronique Sales (drl.), Elif Bildirici (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2016.

[18] “Cennet”,” Allah önce kadındı” and other manuscripts on religion, 1960, Klasör no: 76, IISH, Kıvılcımlı Papers.

[19] Murat Belge (1975) “Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi Üzerine”, Birikim Dergisi.

[20] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih-Devrim-Sosyalizm.

[21] Hikmet Kıvılcımlı, Komün Gücü.

[22] Hikmet Kıvılcımlı, Komün Gücü.

[23] Hikmet Kıvılcımlı, Komün Gücü.

[24] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih-Devrim-Sosyalizm.

[25] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm Işığında: İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş İngiltere.