Irkçılık ve Milliyetçilik Tırmanırken: Kale İçinde Barış, Dışarıda Savaş

Türkiye’de faşizm, yakıtının bir kısmını yarım kalmış, tamamlanmamış Misak-ı Milli’nin gerçekleştirme düşlerinden, bir kısmını da İslam bayraktarlığı yapma misyonundan alıyor. Dışarıda Ermeniler, Kürtler ve Arapların ihaneti(!), içeride İngiliz işbirlikçilerinin(!) ihaneti, Misak-ı Milli’nin tamamen gerçekleşmesini engellemişti. Yalnızca vaat edilmiş topraklar değil söz konusu olan. Bir de Osmanlı sonrası bir türlü istikrar kazanamamış, huzur kazanamamış toprakların yeniden fethedilerek huzura erdirilmesi misyonu da faşizmin kitleler üzerinde kurmaya çalıştığı ideolojik tahakkümün yakıtını oluşturuyor.

Sınıf uzlaşmasına dayalı, herkesin sistem içerisinde kendine biçilen rolü oynadığı, “yerlilik ve millilik” sınırları içerisindeki muhalefet partilerinin iktidardakilere mavi boncuk dağıttıkları, HDP’nin ve Gezi güçlerinin tasfiye edildiği, sıkı denetimli ve tek sesli bir basın ve sosyal medyanın olduğu, iktidardaki koalisyon partileriyle devletin iç içe geçtiği, devlet bürokrasisi ile partilerin iç içe geçtiği bir düşü hayata geçirmek için dört elle çalışıyor iktidardaki koalisyon.

Bu hesap şimdilik tam anlamıyla tutmuyor elbette. Karşılarında önemli bir direnç alanı var. Bir yandan Kürt Özgürlük Hareketi, diğer yandan çeşit çeşit direnişlerde, pasif ya da aktif yer alan halk güçleri şimdilik bu gidişatın önünde bir baraj kuruyor.

Ancak bu barajın faşist saldırılar, yoğun propagandalar karşısında da şerbetli olmadığını unutmamak gerekiyor. Bu geniş muhalefet kitlesi yer yer, köpürtülen milliyetçilik ve ırkçılık karşısında savunmasız. İktidardakiler saldırdıkça toplumu tavır almaya zorluyor: Dağlık Karabağ, Yunanistan ile gerilim, Suriye’deki fiili askeri durum, Libya operasyonu gibi konularda her kesim bu politikaların arakasına yedeklenmeye zorlanıyor. Bu milliyetçi baskının kısmen güç kazanmasına yol açan koşullar da mevcut elbette.

Milli Eğitim Bakanının EBA sisteminin çöküşünün iyiye işaret olduğu, Sağlık Bakanının salgının belli bir kontrol çizgisi altında seyrettiği ve Hazine ve Maliye Bakanının ekonominin düze çıktığı yolundaki beyanlarını bir kenara bırakıp gerçeklere odaklanırsak, halk büyük bir çöküntü içerisinde. Bu yalnızca ekonomik anlamda bir çöküntü değil. AKP iktidarının parlak(!) bir gelecek vaadiyle rızalarını aldığı büyük bir kitle ve hiçbir zaman rızasını almadığı bir diğer büyük kitle ortak bir paydada, bir düş kırıklığı paydasında buluşuyor.

Bu düş kırıklığını besleyen en önemli etken ekonomi. Yükselen ırkçılığın içinde bulunduğumuz bunalımlarla, ama özellikle ekonomik bunalımla doğrudan ilgisi var. Milyonlarca insan işsiz, milyonlarcası yoksul. Kısa bir sürede yüz binlerce insan iflas etti, mülksüzleşti. Borçlanmaya dayalı ekonominin tıkanması ve yine sayısı milyonlarla ifade edilen borçlu hane halkının çıkışsızlığı çaresizlik ve düş kırıklığını besliyor.

Bütün bu koşulların iyimser bir şekilde solun önünü otomatik olarak açacağını bekleme saflığına düşmeden, bu korkunç tablonun bir de can sıkıcı bir potansiyelinin olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Soldan bir çıkış mümkün olmayacaksa, kitleler pekâlâ çürümeye yöneleceklerdir. Oluşan geniş öfkeyi kanalize edebilecek araçlara sahip oldukları bir gerçek. Her gün her saat pompalanan milliyetçilik, buna eşlik eden ırkçılık, çıkışsızlığa hapsolduğunu hisseden kitleleri ele geçirme tehdidi taşıyor. Nitekim Suriyeli göçmenlere yönelik yıldan yıla artan öfke, birçok araştırmayla ortaya konulduğu gibi yıldan yıla yükselen olumsuz algı bunun bir göstergesi. Sürekli “terör” suçlamalarıyla HDP’nin ve aslında Kürtlerin hedefe konulduğu ve yer yer ırkçı saldırıların yapıldığı ortamı kalıcılaştırmak ve daha da geniş bir kitleye nüfuz etme planı yapılıyor. Yerleşik Kürt düşmanlığı kaşınıyor, Kobane olayları tekrar gündeme getirilerek Kürt siyasal hareketine saldırılar arttırılıyor. Bu saldırılar karşısında geniş bir tepkinin örülememesinin bir nedeni de, terör söylemlerinin belli bir kitleyi etkisi altına alabiliyor. Bu kitle, örneğin Galata Kulesine Atatürk silueti yansıtılınca da faşizmin etki alanına kolayca girebiliyor. Ermenilerle, Kürtlerle savaş söz konusu olunca demokrat görünümü düşüyor, içindeki ırkçı açığa çıkabiliyor. Bu durum inşa halindeki faşizme karşı mücadeleyi zayıflatıyor.

Burgfrieden ve Düzen İçi Muhalefet

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Alman İmparatoru “Burgfrieden” ilan etmişti. “Kalenin İçerisinde Barış” anlamına gelen Burgfrieden ülke içerisindeki siyasi çatışmaları yasaklıyor, ulusal barış ilan ediyordu. “Artık partileri tanımıyorum, sadece Almanları tanıyorum” diyordu imparator. Milliyetçi hezeyanlarla coşan Almanlar, savaşta çok kısa bir sürede galip geleceklerini hatta o yılın Noel’ini evlerinde geçireceklerinin hesaplarını yapıyorlardı. Ancak öyle olmadı. Dört yıl süren savaş hem korkunç bir yıkıma, hem de savaştan sonra çok daha büyük bir felakete gidecek yolu açıyordu.

Burgfrieden faşizme giden yolun taşlarının döşenmesine katkı sunuyordu. Faşizmin sınıf mücadelelerini yasaklayan bunun yerine sınıflar arası dayanışmayı ikame eden, ülkeyi korporatist tarzda yeniden örgütleyen, sendikaları ortadan kaldıran, grevleri yasaklayan, güçlü ve otoriter bir devlet inşa eden politikalarına giden yoldu bu.

Bugün ülkede geldiğimiz nokta, egemen sınıfların çeşitli temsillerini oluşturan iktidar ve muhalefet partileri arasında benzer bir “Kale İçi Barış” var. Devletin bekasını düşünerek iktidardaki koalisyonu sıkıştırmayan, sivrilecek herhangi bir halkçı çıkışa karşı iktidarla aynı panik duygusuyla yaklaşan düzen içi muhalefet bilerek veya bilmeyerek halk güçlerini faşizme teslim ediyor.

Türkiye’de faşizm, yakıtının bir kısmını yarım kalmış, tamamlanmamış Misak-ı Milli’nin gerçekleştirme düşlerinden, bir kısmını da İslam bayraktarlığı yapma misyonundan alıyor. Dışarıda Ermeniler, Kürtler ve Arapların ihaneti(!), içeride İngiliz işbirlikçilerinin(!) ihaneti, Misak-ı Milli’nin tamamen gerçekleşmesini engellemişti. Yalnızca vaat edilmiş topraklar değil söz konusu olan. Bir de Osmanlı sonrası bir türlü istikrar kazanamamış, huzur kazanamamış toprakların yeniden fethedilerek huzura erdirilmesi misyonu da faşizmin kitleler üzerinde kurmaya çalıştığı ideolojik tahakkümün yakıtını oluşturuyor. Yarım kalmış zafer hissi, Panturanist ve/veya Panislamist yayılmanın, coğrafyanın çektiği tüm acıları dağıtacak bir ülkü olarak görülmesi ve bunun sınıf mücadelesinin yerine ikame edilmesi, bu ülkü dışında konumlanan herkesin yerlilik ve millilik dışı görülmesi de bu bütüncül politikaların birer tezahürü.

Bu bakımdan Suriye’ye askeri operasyonların, Dağlık Karabağ’a müdahalenin, Libya’ya asker göndermenin, Yunanistan’la savaş eşiğine gelmenin böyle bir nedeni de var. Bunlar rastgele yapılan çılgınlıklar değil, faşist mekaniğin içsel doğasıyla ilgili hamleler. Tam olarak bu noktada milliyetçilik ve ırkçılık, aslında kökleri çok eskilere dayanan ancak ulus devletler ve kapitalizm çağlarında yeniden üretilen bu olgular, devreye sokuluyor. Her faşist gidiş ırkçı olmak zorunda değil ve ırkçılık ile faşizm birbirlerine indirgenecek olgular değiller elbette. Ancak görünen o ki, tarihsel köklere sahip ırkçılık bugünkü faşist gidişte özel bir yönelim olarak sivriliyor.

Irkçılık bir sapma değil, faşizmin mekaniğinin ayrılmaz bir parçası. Evrensel hümanist herhangi bir değerin savunulmasının söz konusu olamayacağı faşist rejimde bu değerlerin yerine, milli bir kimlik, kana bağlılık, şefe itaat, bir dile, bir vatana bağlılık söz konusu. Bu “değerlere” irrasyonel düşünüş biçiminin egemenliği eşlik eder.

Suriyelilere ve Kürtlere Sahip Çıkmak İçin Bir Neden Daha

“Biz ne ara bu kadar kötü olduk?” naifliği bir yana, faşizmin içsel mantığının doğal sonucudur ırkçılık. Yalnızca ırkçılık da değil, homofobi, cinsiyetçilik de bu içsel mantığın ayrılmaz bir parçası. Her an Kürtlere, Suriyeli göçmenlere, LGBTİ+’lara saldırı tehdidinde bulunuyorlar, ara ara da yapıyorlar. Suriyeli göçmenlerin işyerlerinin yağmalanması, Kürt işçilerin linç edilmeleri son zamanlarda sık sık tanık olduğumuz saldırı biçimleri oldu.

Bütün bu milliyetçi ırkçı hezeyanlar, AKP/MHP koalisyonunun elinin bir türlü uzanamadığı kitlelere uzanma olanakları yaratıyor. Belki de hiçbir zaman rızalarını alamayacakları, ne yaparlarsa yapsınlar arkalarına yedeklemeyecekleri kitleleri bu yolla etki altında tutarak felç etmenin planı bu. Ülkede muhalefetteki kitleler Suriyelilerden ne kadar nefret ederlerse onlar için o kadar iyi. Ülkede ezilenler Kürtlere ne kadar düşmanlık beslerlerse, onlar için o kadar iyi. Tam da bu noktada ırkçılık ve milliyetçiliğe, homofobi ve cinsiyetçiliğe dur demezsek, faşizmin etki alanına sıkışan kitleyle bağlarımız zayıflayacaktır.