Devlet Krizi, Seçimle Gidecekler “Beklentisi” ve Şimdiki Zamanın Görevleri

Bugün o politik öznenin oluşması için evvela bağımsız bir sol, sosyalist odağın inşası gerekiyor. Sol, sosyalist güçlerin kendi halkçı-devrimci-demokratik platformlarını oluşturması gerekiyor. Böylesi bir odağın ihtiyacı bugün herkes tarafından hissedilir haldeyken ve nesnellik tümüyle buraya işaret ederken sol bir odak neden kurulmasın, sol bir seçenek neden öne çıkamasın ki? Sol güçlerin oluşturacağı bu platform, faşizmin kurumsallaşma sürecinin tam tersi yönde hareket halinde olan toplumsal güçlerin fiili hareketini, bu güçlerin ihtiyaçlarını anayasal güvenceye kavuşturan demokratik bir anayasa ve bu anayasaya göre kendisini inşa edecek olan demokratik bir cumhuriyet hedefiyle siyasallaştıran bir zeminde kendisini ifade edebilir.

Osmanlı’dan bu yana despotik devlet geleneğinin, güncel koşullarda kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun bir yapıya dönüştürülerek, devamcısı olunduğu bir devlet şeması içerisinde yaşıyoruz. Osmanlı’nın devlet sınıflarının tefeci-bezirgan kesimlerle kurduğu ilişkisellik bugün de, günümüze özgü ve ama tarihten devraldığı gerilim ve ortaklaşma eksenlerinde bir şekilde yeni biçimler alarak sürüyor.

Lakin, gelinen aşamada, 2020’nin Türkiye’sinde devlet krizde. Devlet katmanları arasında boşluklar, flu alanlar var, ki bugün devlet fraksiyonlarının kimi çatışmalarının somut tezahürleri kamuoyu önünde bile tartışılır hale geldi. 15 Temmuz darbe girişimiyle daha çıplak bir gerçekliğe yerleşen devlet içi kriz, iktidar siyasetinde, koalisyonlar ve ittifaklar dönemini açtı.  Her dönemin iktidarı için, sıkıştığı anda kullanışlı bir söylem olarak devreye sokulan “devletin bekası” propagandası bu dönemin iktidar koalisyonunu yukarıdaki hesaplarda yan yana getirirken, eldeki sopa misali sıkıştıkça sahneye sürüldü ve ama gelinen aşamada söz konusu söylem, toplum nezdinde işlerliğini iyiden iyiye yitirdi. Devletin bütün imkan ve yetkilerini sonuna kadar kullanan iktidar koalisyonu pratiği ile devlet, çoğu zaman iktidarın yerine ikame edildi. Bu dönem iç içe geçmiş krizlerin toplumun omuzlarına bırakılıverdiği bir dönem olarak yaşanırken, yurttaşsız devlet gerçekliği açığa çıktı. 

*** 

TDK’ya göre, devlet; “toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık” diye tanımlanıyor. Peki o tanımdaki “millet”(!) devletin neresinde? 

Havva ananın, “devlet kimdir” feryadı, hala hepimizin kulaklarında çınlıyordur sanırım. Hatırlarsak, Yeşil Yol projesine karşı Samistal yaylasında havası, toprağı, suyu, yaylaları için kepçelerin dozerlerin önüne dikilerek mücadele eden Havva ana, “devlet kimdir, biz halkız, devlet bizim sayemizde devlettir, vali kaymakam kimdir, ben halkım” diye feryat ediyordu. 

Havva ananın sorduğu sorudan hareketle, devlet, bir piramidin en üstüne konumlanmış, hikmetinden sual olunmaz ayrıcalıklılar sınıfı mıdır? “Devletin en küçük hücresi, yapıtaşı” olarak tanımlanan aile (patriyarkal aile) içinde, terlikleri kapıdan girerken ayağına verilen, önünde hürmette kusur edilmeden eğilinen, her yaptığı her dediği hoş görülen, “evlatlarına” soğuk, sert, mesafeli ama yine de “baba” denilen evin reisi, “devlet baba”sı mıdır? Nedir devlet, kimdir, nerededir? 

*** 

Biraz ironi yaparak sorup soruşturalım. Devlet, her yerde, her şeydedir. Devlet, sen onu göremesen de seni görendir(!) Devletin yüzü yoktur, ama gözleri vardır. Devlet bazen bir ormanın önüne yıkım için dikilen kepçe, bazen kanun hükmünde bir kararname, bazen kollarına vurulmuş bir kelepçe, bazen nezarethanede yediğin ya da yiyemediğin yemektedir. 

TaDa… Devletin nezarethanelerinde, gözaltındakilere verilen yemeğin markası TaDa. Sloganı da “tam tadında.” Devlet lütfetmiştir ve “suçlu” olarak rehin aldıklarına yemek göndermiştir. Devlet ne eylerse güzel eyleyendir ya hani işte o hesap, o yemeğin tadının tam tadında olduğuna da önden karar vermiş, üzerine yazdırmış, emir buyurmuştur. 

TaDa’nın ambalajı, mizanpajı tastamam, markası, sloganı yerindedir. Ama jelatinini henüz tam kaldırmadan içinden yayılan çürüme kokusu tüm odayı/koğuşu kaplayıverir, insanın burnunun direğini kırar. İşte devlet o yemektedir. Çürümüş kekremsi tadıyla, buram buram kokar. Kokar. Kokar…Yemeğin üzerinde yazan “söz” ile “gerçek”te olan arasında derin bir uçurum vardır. 

Öyle ya, devletin tüm yetkilerini elinde bulunduran siyasi iktidar, her gün televizyonlardan “ülkenin nasıl güzel yönetildiğini, pandemiyle mücadelede Türkiye’nin büyüklüğünü, ekonomimizin uçtuğunu” anlatmıyor muydu her gün her dakika? Ama zaten o çürümüş yemeğin üzerinde de “tam tadında” yazıyordu. Velhasıl-ı söz gerçeğin üzerinden atlayıp yeni bir gerçek yaratıyor, söz gerçeğin yerini alıyordu. Ama artık söze kim itibar ediyor, dahası kim icabet ediyor? Koca bir faraş ile halının altına süpürülen gerçekler, artık halı altlarına sığmayıp taşalı, sır gibi saklanan gerçekler herkesin bildiği sırlara dönüşeli çok oldu. Herkes her şeyi biliyor, görüyor ve bizatihi yaşıyor. O halde gerçeğin yerine yeni bir gerçek nasıl devşiriliyor, söz gerçeğin yerini nasıl alabiliyor? 

*** 

Bugünün koşullarında bu sorunun cevaplarının peşine düşerken, Rilke’nin “görmeyi öğrenmek” sözüne atıfla konjonktürün sisli, puslu ikliminde görmeyi yeniden öğrenmek gerek. Dönemin olay ve olgularına olasılıkçı bir görme biçimiyle bakmak gerek, çünkü salt tek bir güç ve tek bir olasılığın olmadığı, her şeyin hareket halinde olduğu melez bir şimdiki zamanın içerisindeyiz. 

Olasılıklar birbiriyle yenişebilmek için taktik savaşlarıyla sahnedeki yerini alıp çatışırken, siyasi iktidar da kendi olasılığını gerçek kılabilmek için, kendi gerçeğini sözü ve eylemiyle inşa etmenin peşine düşüyor. Hem de sürekli gaza basarak. Çünkü siyaset acımasızdır, asla boşluk kaldırmaz, dolayısıyla iktidar bloku siyasi ömrünü uzatabilmek ve iktidardaki yerini sağlamlaştırmak için hamle üzerine hamle yapmak, üstelik çok yönlü hamleler yapmak zorunda. Yapıyor da. Bugün, devlet krizde, iktidar içi çatışmalar gün be gün ayyuka çıkmaya devam ediyor ve ama iktidardakiler iktidarda kalmak ve iktidarlarını korumak adına birlik ve bütünlük içinde olmak zorunda. Olabiliyorlar mı? Evet ama yalnızca kendi iktidarlarını korumak adına. İktidar ne kimilerinin dediği gibi delice bir macerayla ne yaptığını bilmez halde yol alıyor ne de tümüyle ipleri elinde tutarak kontrollü bir gidişe yol alıyor. Geldiğimiz noktada ne sadece siyah ve beyazın ne sadece “evet” ve “hayır”ın devrede olduğu bir siyasal iklim yaşanıyor. Siyah ve beyazın, “evet” ve “hayır”ın birlikte var olduğu gri zamanları yaşıyoruz zira. 

*** 

Geçtiğimiz hafta sonuna, HDP’ye ve sol, sosyalist, demokratik muhalefete eş zamanlı operasyonlarla uyandık. Ha keza bu sabah, ESP’ye yönelik siyasi operasyonlara bir yenisi daha eklendi. Operasyonların ardından herkes, bir şekilde twitter jargonuyla konuşur gibi, “gündem değiştiriliyor” ya da “gündem bu” ikiliği çerçevesindeki değerlendirmelerle süreci tartışageldi. Gündem hem buydu hem de değildi. Olağan koşullarda, hukuki anlamda içeriği bomboş, elle tutulacak bir yanı olmayan operasyon dalgaları, siyasi bir karar alınarak, yukarıdan verilen bir talimatla yapılmış, bir deneme operasyonuydu. Çünkü denemek zorundalar. Neyi denediler? Faşizmin kurumsallaşmasında yeni bir hamleyi yeni bir aşamayı denediler. Deneme yanılma yaptılar. Şapkadan bir örgüt ya da örgütçükler çıkarmak istediler, olmadı, hesaplar tutmadı. Muhalefet zemininin ortaklaştığı ciddi bir kamuoyu oluştu. Oluşan toplumsal tepki de belirleyici ve geri adım attırıcı oldu. 

25 Eylül operasyonlarında gözaltına aldıkları herkesi tutuklayamaz mıydılar, pekâlâ tutuklayabilirdiler. HDP tutuklamaları ardına, 31 Mart yerel seçimleriyle kazanılan 65 belediyeden son il belediyesine de kayyum atamışken ve elleri değmişken HDP’yi kapatamaz mıydılar, e kapatabilirdiler, her an yeltene de bilirler.  Peki neden yapmadılar? Ya da yapmadılar mı, yapamadılar mı? Bugün faşizmden başka açacak kartı olmayan siyasi iktidar faşist rejimi neden kuramadı, neden dilediği gibi dümdüz gidemedi?  Çünkü iç içe geçen kriz dinamikleri ve farklı olasılıkların basıncı henüz (ve ama şimdilik) buna izin vermiyor da ondan.  Halkın barajı ona geri adım attırıyor. Her hamlesini nihayete erdiremiyor. Çünkü gücünün sınırları var.  Ve o sınırlara gelip dayanmış vaziyette. Bir adım ileri atarsa iki adım da geri atma ihtimali olduğunu biliyor. O yüzden yukarıdan aşağıya çoklu hamlelerle süreci kuşatarak bu süreci yönetilebilir kılmaya çalışıyor. 

HDP’ye yönelik tasfiye niteliğinde sistematik saldırılarda bulunuyor, kayyumlar atıyor, vekillikleri düşürüyor, gözaltına alıyor, tutukluyor, kurumlarını kapatıyor, HDP kapatılsın kampanyaları başlatıyor ve ama ne oluyor, HDP’yi ya da Kürt hareketini tasfiye edebiliyor mu? Hayır edemiyor. Tersine, faşizmin karşısında dalgakıran oluşturan bir Kürt halkı ve bölgesel düzlemde oyun kurucu pozisyonunda bir Kürt Özgürlük Hareketi gerçekliği var bugün bizim karşımızda. 

Ve yine operasyon dalgasıyla mesaj verilen, 7 yıldır yaşadığımız olağanüstülük ikliminde bir şekilde hareket halinde olan Gezi güçleri gerçekliği söz konusu. Herhangi bir örgüte üye olmayan ama bu gidişata itiraz eden, hayır diyen, ciddi bir kitle dinamiği var. Ve bu kitlenin kendini ifade ediş biçimleri var. Kimi zaman aktif direniş biçimleriyle, sokakta, eylemde, kimi zamanda pasif direnişle kendini ifade ediyor. Ama ediyor… 

Bu kitle kendini kimi zaman forumlarda, meclislerde, özellikle seçim çalışmalarında, kimi zaman refleksif eylemlerde, kimi zaman sosyal medyada ifade ediyor. “Oy moy yok” diyor, İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmeyiz diyor, tecavüzcüyü, kadın katilini, hayvan istismarcısını koruyamazsın diyor, Ya Kanal Ya İstanbul diyor, İklim için Harekete Geç diyor, kıdem tazminatımı gasp edemezsin diyor, meslek örgütüme dokunamazsın diyor, yaşam tarzıma karışamazsın diyor. Bu ifade ediş biçimleri ciddi bir özgürlük arayışına, dahası bir politik özne arayışına işaret ediyor. Zaten bugün faşizmin kurumsallaşması karşısında baraj oluşturan da esas olarak budur. Peki o politik özne nerede, ne vakit tarihin sahnesindeki yerini alacak?  Bugün o politik öznenin oluşması için evvela bağımsız bir sol, sosyalist odağın inşası gerekiyor. Sol, sosyalist güçlerin kendi halkçı-devrimci-demokratik platformlarını oluşturması gerekiyor. Böylesi bir odağın ihtiyacı bugün herkes tarafından hissedilir haldeyken ve nesnellik tümüyle buraya işaret ederken sol bir odak neden kurulmasın, sol bir seçenek neden öne çıkamasın ki? Sol güçlerin oluşturacağı bu platform, faşizmin kurumsallaşma sürecinin tam tersi yönde hareket halinde olan toplumsal güçlerin fiili hareketini, bu güçlerin ihtiyaçlarını anayasal güvenceye kavuşturan demokratik bir anayasa ve bu anayasaya göre kendisini inşa edecek olan demokratik bir cumhuriyet hedefiyle siyasallaştıran bir zeminde kendisini ifade edebilir. Ayrıca, Kürt halkının kendisini var etme mücadelesiyle uygun halkçı-demokratik bir stratejik ittifak kurulabilir. 

O politik özne, ilk seçimde gidiyorlar siyasetsizliğiyle, siyaset yapmayı seçimler sonrasına ertelediğini deklare eden, seçimleri işaret etmekten başka siyasi laf üretmeyen restorasyon odaklarının suskun söylemleriyle oluşur mu ya da faşizmin kaderini seçimler belirleyebilir mi?  Haydi onu geçtim, seçime kadar idare edebilecek vakit var mı? Dahası sosyalistlerin vereceği cevapta saklı, tarihi tayin edecek politik özne boşluğunu restorasyoncu güçlere hayıflanarak, oradan bekleyerek, bu devran döner mi?