Aslı Odman: Emeğin Yeni Kontrol Mekanizmaları, Çevre Katliamının Yeni Dönemine Dair de Bir İşaret Fişeğidir-1

 

El Yazmaları’nın Notu: İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi gönüllüsü akademisyen Aslı Odman ile Covid-19 salgını sürecinde emek üzerindeki kontrol mekanizmalarını, yeni emek rejimini ve işçi sağlığını konuştuk. Oldukça kapsamlı olduğu için iki kısım halinde yayınlamayı uygun bulduğumuz röportajın ilk bölümünü siz değerli okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Dardanel fabrikasında korona virüse yakalanan işçiler fabrikaya kapatıldı ve bu biçimde çalışmaya zorlandılar. Fabrikadan gelen açıklama ise bunun “işçilerin sağlığı için” olduğu yönünde idi. Dardanel’de yaşananlar, sonraki gelişmeler ve güncel durum üzerine sizin değerlendirmeleriniz nasıl olur?

Dardanel, Vestel ile beraber pandeminin derinleştirdiği kriz döneminin sermaye birikiminin dertlerine deva olarak kullanılmasının marka isimlerinden biri oldu. Tabii sistemi şaşaalı birikim üzerinden değil de yıkım ve enkazı üzerinden okuyanlar için tersinden bir marka. Bu yüzden de sanıyorum orada yaşananları hatırlamak önemli. Öncesinde ve sonrasında da bu tip işin mekânsal ve sosyal organizasyonun radikal olarak değiştiği ve buna hukuki kılıfların uydurulduğu adımlar atıldı. O yüzden tek başına, izole bir örnek olarak görmemek lazım. “Kapitalizmin mekânsal örgütlenmesi şu anda nasıl dönüşüyor? Süreklilikler ve yenilikler neler?” sorularını daha genel bir sorunun parçası olarak görmek lazım.

Bu tip “çalışma kampı” tipi işyeri mekânlarını sadece pandemi döneminde değil, zamana ve mekâna yayılmış olarak pek çok dönemde, sadece Türkiye’de de değil, dünyanın pek çok başka yerinde de görüyoruz. Zorunlu işçilerin, kürek mahkûmlarının, esirlerin kullanıldığı tersaneler, iplikhaneler, cumhuriyet döneminin çalıştırma kampı olarak işleyen açık hapishaneler, yetimhane ve ıslahhanelerden alınıp çalıştırılan çocukların çalıştırıldıkları işyerleri hep mutlak kapatılma mekânı olarak tasarlanmış modern işyerlerine örneklerdir. Pandemi döneminde de dünyadan Nijerya’da pirinç işleme fabrikasına üç ay boyunca kapatılan işçilerin, Suudi Arabistan’da hastalığı yayacakları korkusu ile gözaltı merkezlerinde toplanan çoğu Etiyopyalı göçmen işçilerin haberlerini okuduk. Yani esasında kapatılma ve iş ilişkisi ile pek çok farklı dönem ve yerde, kapitalizmin mekânsal örgütlenme tarzlarından biri olarak defalarca karşılaştık. Bunlar kapitalizm öncesine ait değillerdir. Kapitalizmin dönüştürüp, sermaye birikim süreci içerisinde araçsallaştırdığı emek – mekân örgütlenme şekilleridir. Kapitalizm derinleştikçe de otomatikman ortadan kalkmadıkları da aşikâr.

Ama Dardanel’de ilginç olan, kapalı çalışma sistemi ile ilgili bir kamu kurumunun, kurulunun kararı olması, bu kamu kurulunun yazılı kararının kanuna aykırı olması ve fabrika yönetiminin gelen eleştiriler karşısında topu bu karara atması. Kırka yakın işçinin Covid-19 testi pozitif çıktıktan sonra, Çanakkale Valiliği İl Umumi Hıfzıssıhha Kurulu bir karar çıkarıyor. Çanakkale ölçeğinde epey belirleyici bir sermaye grubu olan Dardanel yönetimi de diyor ki, “Bu Kurul’un aldığı karara göre işçileri 14 gün süreyle fabrikada tutacağız” diyor. O esnada evlerinde doktor raporu ile ev izolasyonunda olanlar da çağrılıyor. Hatta izinde olanlar getiriliyorlar. Öğrenci yurtlarına yerleştiriliyorlar tüm işçileri. İşçilerin evlerine gitmelerine izin verilmiyor. Üretim için yurtlardan servislerle fabrikaya, mesaiden sonra da geri taşınıyorlar. Bir nevi akış halinde çalışma kampı yaratmış oluyorlar. Ne yapmıyorlar, ücretli izne çıkarmıyorlar. Ücretsiz izne bile çıkarmıyorlar. Büyük ihtimalle kişisel olarak senelik izin veya idari izin isteyen olsa, bu da fabrikadaki sosyal baskı nedeni ile örtük olarak işten çıkarma nedeni olarak kullanılacak, “sürüden ayrılanı kurt kapar” misali bir ibretlik cezalandırma olarak. Tecrit+izolasyon+üretime devam birleşimi ile üretimi düşürmüyorlar böylece. Benzer bir İl Hıfzıssıhha Kurulu kararını Limak İnşaat’ın Artvin Yusufeli HES inşaatı şantiyesinde de görüyoruz. 2000 işçinin çalıştığı şantiyede, yüze yakın vaka olduğunu, önce kurul kararı olmadan işçilerin fiilen 105 gün şantiyeye kapatıldıklarını, protestolarla şantiyenin açılıp, sonra kurul kararı ile işçilerin şantiyeyi terk etmelerinin yasaklandığını görüyoruz. İstifa eden gidiyor, yeni gelenler eskiden kalanlarla bulaş ortamında buluşuyorlar, bu arada çevre kırımı faili HES’in yapımı sürüyor.

Esasında burada bir kere burjuva hukukun tanımladığı, yaşama hakkından, seyahat özgürlüğüne, haftalık çalışma saatlerinin kısıtlanmasına kadar kişisel pek çok hak ve özgürlüğün kısıtlandığını görüyoruz. Bunun için bir kamu kurumunun kanuna aykırı bir kurul kararı aldığını ve bunun kullanıldığını görüyoruz. Seçmen kitlesi de belediye de ekseriyetle CHP’li bu arada. Ortada “2002’den bu yana AKP ile neoliberalizmin yerleşmesi” hikâyesi de yok. Demek ki bu siyasi partilerden bağımsız bir şey. Üstüne bir de bir halkla ilişkiler hamlesi yapıp, “TSE Covid-19 Güvenli Üretim Belgesi” alıp bunu duyurdu mu tamam! Bu denilenin tam tersinin uygulandığı, kamu kurumuyla hukuk dışına çıkıldığı fiili durum ile üretim sürüyor. İşçiler her zaman üretim sürecinde tükeniyordu, ama işsizlik ve borç sopası kullanılarak, pandemi şartlarında neredeyse kullan-at sistemi ile tüketiliyorlar.

Halk sağlığı ile ilgili en eski mevzuat içerisinde yer alan, bazı ufak değişikliklerle 90 yıldır yürürlükte olanUmumi Hıfzıssıhha Kanunu yani Genel/Kamu Sağlığını Koruma Kanunu, bu tip izolasyona dair kararların ancak buna uygun sıhhi karantina müesseselerinde yapılabileceğini söylüyor. İş yerinin kendisi, fabrika, ofis, atölye, üniversite, okul bu sıhhi müesseselerden sayılamaz tabi ki. Amaç toplumsal teması azaltmaktır ve kapitalist bir toplumda temasın en büyük, en sistematik nedeni ve mahalli de çalışma ve işyeridir. Ankara Tabip Odası Başkanı Ali Karakoç yakında yaptığı bir açıklamada, Ankara’da korona pozitif tanısı konmuş hastaların yüzde 60 ila70’inin fabrika ve işyerlerinde çalışanlar ve kamu personeli olduğunu belirtmiş, “Zorunlu olmayan mal ve hizmetlerin üretimi bir an önce durdurulmalıdır” demiş. Tabii ki halk sağlığı odaklı bu öneri, bu yaklaşım, tamamen “çarklar, sermaye birikimi, kar süreci durmasın” odaklı önceliğin önüne geçemiyor.

Gelelim, bir az önce değindiğim kapitalizmin mekânsal örgütlenmesi konusuna. Bu kriz dönemi belli ki buna dair yeniliklere ve kırılmalara gebe.

Kapitalizmin, zaman ve mekânının mekanik ve ilerlemeci analizlerinde, diyelim, -şaşmaz bir kesinlikle- tüm dünyaya yayılması beklenen iki tanımlayıcı unsur vardır. Der ki birincisi, başat emek rejimi köle emeği, serflik gibi zorunlu emekten “kapitalist iş akdi” ile ücretlendirilmiş emeğe geçişi tanımlar. İkincisi de kapitalizm nüfuz ettiği yerde işyeri mekânıyla konutun, hanenin ayrışmasını dayatır. Uşaklı kadın halı dokumacılarından biliriz. Daha önce tüccar sermayesinin sağladığı tezgâh ve ipliklerle evlerinde oturup parça başı halı dokurken, buharlı makineler gelecek halı fabrikaları işlerini ellerinden alacak, kadın evden çıkıp fabrika işçisi olacaktır. Ve ücretlendirilmiş, iş akdine dayalı, burjuva hukuku anlamında “özgür emeğe” dönüşecektir emeği. Bugün baktığımızda ne zorunlu çalışmanın, ne işçi simsarlığı ve köleciliğe benzer çalıştırmanın, ne de konutta/evde çalışmanın bitmemiş olduğunu görüyoruz. Esasında içinden geçtiğimiz süreç sadece geleceğe dair bize bir şey söylemiyor. Geçmişteki kapitalizme dair bu mekanik bakışlarında revize edilmesi gerektiğini gösteriyor.

Hiçbir zaman kapitalizm diğer tüm çalışma şekil ve mekânlarını ortadan kaldırıp, özgür / ücretli emek bazlı fabrika işçisi vücuda getirmedi. Diğer tüm çalışma tip ve mekânlarını bünyesine kattı: hapishaneler, evler, asker işçi, amele taburları, köle emeği, zorunlu emek, esir emeği, alıkoyarak çalıştırma, insan simsarlığı vs… Her zaman emek rejiminde hem siyasi hem de ekonomik zorun, zorlamanın değişik türleri vardı. Hukuka yedirilmiş, kodifiye edilmiş ya da formel hukuk dışında olduğu için (mesela zorla alıkoyma, pasaportuna el koyma gibi…) varlığını sürdürebilmiş olabilirler. Zaten tam da hukukun muğlâk bıraktığı alanların “serbest” piyasada güçlü olanların fiilen doldurmasından; mevcut güç ilişkileri yüzünden şekilsel/bürokratik kalıpların uygulanmasının imkânsızlığından beslenen bir kapitalizm var. Ama bir yandan da şekli eşitlik masalının pulları döküldükçe de, özellikle yeni sağ rejimler tarafından daha az anlatılır oldu. İşyeri ile konut hiç bir zaman birbirlerinin zıddı olmadılar. Fabrikada, çalışma hayatında zorlama, evde, tüketimde özgürlük gibi bir zıtlık ilişkisi de tarihin hiç bir döneminde bu pür ayrım içinde var olmadı.

“Şirketler ve kapitalizmin verimlilik, takip, denetim, standardize edilmiş beden/zihin kullanımı gibi yollarla mekânsal nüfuzunun daha da artıracağı bir döneme giriyoruz diye düşünüyorum. Tabi bütün bunlar bir de ekolojik sınırların eşiğinde salınırken gerçekleşiyor.”

Ama şunu görmek gerekir ki fabrika, tekil veya tüm çalışma formlarının ona doğru ilerlediği bir sonuç, bir mekânsal telos olmasa da, iş organizasyonun kurulduğu yer olarak kapitalizmin kutsal, dokunulmaz mekânı. Çok zor girilen, görünür kılınan, iş cinayeti, çevre suçu, kent suçu işlendiğinde ismi özenle saklanan, “dokunulmaz özel mülkiyet dâhilinde kalan” mekânlar buralar. Mesela İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi olarak 2011’den beri aylık olarak derlediğimiz iş cinayeti raporlarında, iş cinayeti gerçekleşen işyerlerinin bağlı olduğu şirketlerin en fazla dörtte birinin ismine, bilgisine ulaşabiliyoruz yaptığımız basın taramalarında. Bunları tek tek her gün derleyen Meclis koordinatörü Murat Çakır, bu oranı kesinlikle artıramadığımızı ifade ediyor.

Balık su içinde yüzer suyu bilmez ya, kapitalin, sermayenin, şirketlerin müşahhas mekânı olan fabrikalar kapitalizmde balığın içinde yüzüp durduğu, solunum yaptığı su gibi görünmez kılınmıştır adeta. Dikkat ederseniz toplumsal muhalif analizlerin muhatabı da çoğunlukla devlettir, hatta parti, hatta partinin lideri, önder erkekleridir… Yapısal olarak suyun maddesi, yani sermayeye sıra çok sonra gelir.  Kapital, o kapitalin kendine has formu olan şirketlerin esamisi okunmaz pek. Hani kadın cinayeti failleri çoğunlukla gizlenir, mağdurun ismi, resmi öne çıkarılır, ama katil zanlısının, failin isminin sadece baş harfleri yazılır, fotoğrafı basılmaz. Burada da buna benziyor fail-isim ilişkisi.

Covid-19 pandemisi bizi düşünmeye sevk ediyor: Artık bu illa çitlerle çevrili, açıkça burası fabrikadır, burası bir organize sanayi bölgesidir, sanayi sitesidir, burada çalışma hayatı yaşanır, burası da konuttur, özel hayattır sınırları ile işlemiyor kentler. Var olan bir fabrika mekânı, zorunlu bir konut veya bütünsel yaşam alanı haline getirmekte veya özel hayatın mekânı olan hanelerde, evlerde çalışma artıyor.

İşte MÜSİAD’ın “izole üretim üssü” önerisine baktığınızda 19. yüzyılın şirket kasabaları (company-town) veya fabrika-şehirlerinin, tabi ki “kentlilik” unsuru yeniden tanımlanarak, geri geldiğini görüyoruz. 19. yüzyılda şirketler, ulaşım hatları, hammadde, kalifiye işgücü ve talebe yakınlık açısından lojistiğini uygun buldukları yerlerde kasabalar, şehirler kurdular. 21. yüzyılda şirketler aşırı şişmiş ve yayılmış metropollerin daha da yaşanamaz bir halde saçaklanmasına, şehir bölgelerinin oluşmasına yol açıyor. Özellikle Türkiye’de gözümüzün önünde gittikçe derinleşen eğilim bu, saçaklanma. Mesela “salgın sonrası üretim hamlesi için” diye pazarlanan bu üslerin ilkinin temelinin, büyük bir çevre kırımı ve organize şirket suçu mahalli olan Ergene/Tekirdağ’da salgından önce (TEKMÜSKOOP), yani Kasım 2019’da “milli üretim tesisi” adı altında atıldığını görüyoruz. Demek ki “milli üretim tesisi”, çalışma kampı veya işçi kışlası tipi izole bir üretim tesisi imiş. Esasında “Endüstri Bölgesi” adı altına bu tartışmalar uzun zamandır sürüyor. Ki serbest mıntıkalar, serbest üretim bölgeleri (SPZ, specialproductionzone) kapitalizm var oldukça, 16. yüzyıldan beri varolmuşlar, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki küreselleşme döneminde ve 1970’lerden sonraki dönemde ciddi bir atılım yaşamışlar.

Bugün Apple tüm ürünlerini Çin’de 400bin kişilik bir fabrika kentte, Shenzen’de Foxconn şirketine fason ürettiriyor. Çoğu tarım işçilerinin genç göçmen çocukları olan işçiler fabrikanın yatakhanelerinde yemek yiyorlar, maaşlarından kesilen kuponlarla fabrikanın marketlerinde alışveriş yapıyorlar. Ve Shenzen’deki bu Apple ile bu ilişkisi vesilesi ile devleşmiş Foxconn şirketi, seri işçi intiharları ile meşhur. Pek çok maden kenti de 19. yüzyılda üretim-tüketim-din-kültür-barınmanın tek bir şirket tarafından kontrol edildiği mutlak mekânsal kontrol üzerine kuruldu. Mesela Zonguldak bu dönemde sıfırdan yaratılmış bir şirket kasabası. Merle Travis’in bir maden işçisinin ağzından yazdığı “16 ton” şarkısında diyordu ya “Aziz Peter, ruhumu çağırma, gelemem, onu şirketin marketine borç bıraktım” diye…Ben bu şarkıyı, Ümit Kıvanç’ın aynı adlı belgeselinden öğrenmiştim. Bu şarkıda çalışma, üretme ile tüketmenin, çalışma ile yaşam alanının ayrışmadığı bir dünya ile karşı karşıya olduğumuz aşikâr.

Bu “izole üretim” kurgusu, hayatın bütün aşamalarının sermaye birikim sürecinin parçası olarak “üretken” ve “tüketip/uyum sağlayarak” yaşanabileceği bir üretim alanı haline çevirerek, özel hayat-kamusal hayat, üreten emekçi ve tüketen vatandaş arasındaki bütün bu alanların sermaye birikiminin krizlerine çözüm olarak daha da muğlaklaştırılabileceğine işaret ediyor. Dardanel’de “fabrikaya kapama” vakası, bize pür işyeri mekânı ile pür konut mekânı olarak birbirinden ayrılan bir keskinliğin kural olmadığını ve her an hukuk-dışına da çıkarak muktedirlerin “olağanüstü, kuraldışı durumu” yeniden tanımlayarak yapıları değiştirebildiklerini gösteriyor. Şirketler ve kapitalizmin verimlilik, takip, denetim, standardize edilmiş beden/zihin kullanımı gibi yollarla mekânsal nüfuzunun daha da artıracağı bir döneme giriyoruz diye düşünüyorum. Tabi bütün bunlar bir de ekolojik sınırların eşiğinde salınırken gerçekleşiyor.

Özetle, süreci mekân üzerinden de düşünmeye davet ediyor pandemi. Sermaye birikimi süreci, sosyal ilişkiler içinde oluşan mekânları yeni ikilemler geriliminde tasnif ede ede “gelişti”. Sol literatür veya kapitalizmin halihazırdaki şekillerini, gidişatını analiz edenler daha çok sistemi zaman üzerinden, “nereye gidiyor, gelecekte ne olacak?” pistlerinden sorgulamaya aşina. “Şimdiki kapitalizmin kökeninde ne var, feodalizmden kapitalizme dönüşüm nasıl oldu, buradan sonrasında ‘tarihin yönü’ nereye akacak, sonrasında ne gelecek?” minvalindeki tartışmalar belirledi Türkiye’deki sol teorik tartışmaları. Bu tartışmalarda zaman, ilerlemeye, gelişmeye tekabül ediyor çoğu zaman. İlerledikçe arzulanana (sosyalizm?) daha çok yaklaştığımız, her neslin kendini “devrim” içinde konumlandırma arzusu ile de ilgili sanırım bu. Tabi ki çok daha karmaşık nedenleri var ama bu kafamı meşgul eden noktaya değinmeden de geçmek istemedim. Bunlar hep tarihin önde olduğu, coğrafyanın, mekânın analizlerde geride durduğunu gösteren şeyler. Hâlbuki dilimize bakarsak, kapitalizmin dönüşümlerini mekânsal izlerinden okumak, çok daha sağlıklı sonuçlar veriyor diye düşünüyorum. Zamanın nereye gittiği hattındaki sorgulamalara illa ki daha fazla iradîlik, idealizm, determinizm musallat oluyor.

Tabi buradaki söyleşi kapsamında bu konuya hakkıyla değinebilmek imkânsız, o yüzden akılda kalması için mekânın dildeki izlerinden gidelim isterseniz:  Mesela Türkçedeki “bekâr” kavramı aslında “bikâr”dan geliyor. Kârı, geliri olmayanın evlenemediğini Bekâr” kaldığını görüyoruz. “Yani bir yerde gelir getirici bir işte çalışmak, çoğu zaman erkek bireyin reisi olduğu hanesini kurmanın da ön şartı haline geliyor. Yani ev kurabilmek, konutu inşa edebilmek, aileyi kurabilmek, o ayrımda toplumsal rolüne erebilmek için ücretli emeğin sarf edilebileceği bir işyerine “kapılanma” (bakın burada da haneye dair bir metafor var!) mecbur olmuş. Bunun muadili, sevgili Emre Gürcan’ın yakın zamanda kaleme aldığı yazısından  tekrar hatırlayıp, güncellediğim, “spinsters” denilen “evde kalmış kadın”  kavramı.  Kapitalizm sürecinde, cinsiyetçiliği baki kalmak üzere anlam kayması yaşıyor. “Yün eğiren genç kız ve kadınlar” anlamına gelen bu kavram, konut ile işyerinin ayıran kapitalizm sürecinde “evlenme çağına gelmesine rağmen evde kalmış kadın” anlamına eviriliyor. Çünkü “çalışmak” evde durmanın meşru ve yeteri kadar gelir getirici nedeni olarak yeteri kadar güçlü değil artık. Eğiren, dokuyan, el çıkrıklı ev tezgâhları işleten kadınların işlerini buharlı makinelerle dolu fabrikalar almış.

“Covid-19 pandemisi, bize yeni emek rejiminin yeni çevre rejimiyle ve ekolojik sınırlarla beraber düşünülmesini dayatıyor. Bu ikisini beraber analiz edecek araçlardan büyük ölçüde mahrumuz esasında. Sadece politikada, sosyal hareketlerde, emek hareketlerinde, çevre hareketlerinde değil, bilimde de.”

Ezcümle, kapitalizmin zaman ve mekân tasniflerini laboratuarvâri tek seferde tanımlayıp, bunun içinde Covid-19 pandemisi nereye oturuyor diyemiyoruz. Pandemi ortamında sermayenin -tabii ki parçası olduğu bu ekolojik total krize değil- kendi birikim krizine çözüm bulmak için yatırım ve işyeri mekânını, bunun vesilesi ile emeği ve doğayı da yeniden örgütleyecek (mekânda kaydırma, sıkıştırma vs)  arayışları var. Ama bunu “bir tek” şekilde örgütlemeyecek. Yani ikiye bölerek, evde kalanlar dışarıda çalışanlar, beyaz yakalılar mavi yakalılar, güvencesizler/güvenli çalışanlar, formel/enformel sektör gibi ikilemlerle anlayabileceğimiz bir süreç değil bu.  Bu nasıl sınıf çelişkisini nasıl değiştiriyor, hangi sorunları arttırıyor-emek tarafından baktığımız zaman-, hangi yeni imkânları yaratıyor bunlara bakmamız gerekiyor. Ama bunu da işte çalışma kampının, savaş dönemlerinde veya kapitalizm öncesi kölecilik dönemlerde gördüğümüz çalışma formunun Dardanel’den de pandemiden de önce burada olduğunu unutmamamız gerekiyor. Buna yepyeni bir durummuş ya da olmaması gereken anlamında “olağandışı” bir şeymiş gibi yapmamalıyız.

Sermaye sınıfının birkaç ay önce açıkladığı ve hızla devreye sokmak istediği “kapalı devre çalışma” adı altındaki çalışma kampları, MESS-SAFE ve türevi işletmeler; Vestel’deki durum, marketlerde koronaya yakalandıktan sonra depoya saklanan işçiler, test sonuçları imha edilen fabrikalar… Tüm bunlar çerçevesinde, kurulmak istenen yeni emek rejimi üzerine siz neler söylersiniz? İşçi sınıfı üzerindeki baskılar nereye gidiyor?

Biraz önce ifade etmeye çalıştığım gibi bu uygulamalara “ilk”, “görülmemiş” veya “yeni” demek doğru olmaz. Mesela Foxconn’un Çin, Shenzen’deki fabrika şehrinde birinci nesil proleterler, yani anne babaları köylü olan, kentlere yeni çekilen çocuklar var. Çin’in kapitalizmi kucaklaması ile 1990’dan sonra insanlık tarihinin en yoğun kırdan kente göçünü ve hızlı kentleşmesini yaşadığımıza dair analizler yapılıyor. Bu ilk nesil proleterler bile ne kadar “yeni” bir şey yaşıyorlar, bunu sorgulamak lazım. Burada verdiğiniz örnekler esasında, eski diyebileceğimiz bu ücretli emeğin terbiye edilmesi / emek rejimi formların, yeni ekolojik ve ekonomik kriz ortamında sermaye birikiminin sürekliliğinin ihtiyacına uyumlaştırılması diye düşünüyorum.  İşçilerin kapatılması, ücretli emeğin terbiyesi, ceberut fabrika rejimi aslında hiç de yeni bir şey değil. Otoriter veya faşist devlet rejimlerin kökenlerinde, işyeri mikrokozmosunda bunların nüvelerini veya daha doğrusu “usamesini” buluyoruz.

Pandemi döneminde şirketler ve devletler, emek rejiminde yapılacak inovasyonlar hakkında “uçlarda” denemeler yapıyorlar. Emeğin, doğanın üzerindeki kaynaklaştırma, verimlilikleştirme baskısı arttı diyebiliriz. Emeğin artan sömürüye, artan belirsizlik, işsizlik, mekânsal olarak parçalanmış üretim döneminde cevapları çok yeni olmasa da, çevrenin, doğanın tepkisi artık öngörülemez. Belki yeni olarak bundan bahsetmemiz gerekiyor. Sermaye birikiminin sınırında ekolojik yıkım var. Normalde grevin, boykotun, devrimin amaçladığı “üretimi yavaşlatmak ve durdurmayı”, bu ekolojikyıkımın sonucunda ortaya çıkan Covid-19 sağlamadı mı? İrade olarak emekçi sınıfların, spontane olarak insan türünün altta kalanlarının tepkisine dair yapılan her düşünce egzersizi, her analiz, her plan bu süreçte ekosistemin tepkisini hesaba katmadığı sürece çok eksik artık.

Sermaye birikim sürecinin, üretim araçları belli, toprak/doğa, emek, makineler. Canlı emeği, yani bütünsel olarak çalışan insanı alıyor, çalıştığı sürede ürettiğiyle bir kısmını, ölü emek, yani metalar ve yeni üretim araçları, makineler haline getiriyor. İkinci sürece kattığı, üretim aracı haline getirdiği ise, hammaddeye, enerjiye, kaynağa çevirdiği çevre, doğa, toprak, su, hava… Dünyada var olan maddelerin hammaddeye, madenlere, enerjiye dönüştürülmesi için pek çok kimyasal ve fiziksel süreçler mühendislik vesilesi ile geliştirilmiş. Bu aracılar, kompleks ara süreçler aklımızı karıştırsa da, sermaye birikim sürecinde emek ve doğayı ortaklaştıran kaynağa çevirme, bunu yapmak için de “canını/canlısını ölçme, biçme, tasnif etme, sayma, sonunda araç ve ölü hale getirme”dir. Keza Covid-19 da başımıza zembille, tanrıların bir gazabı olarak inmedi. Nasıl deprem değil binalar öldürüyorsa; Covid-19 değil sadece, Covid-19’a neden olan sistem öldürüyor. Çevrenin, yani emeğin olduğu kadar bu ekosistemin ve insan dışı türlerin de daha önce hiç olmadığı yoğunlukta, coğrafi genişlikte kaynaklaştırılması, kapitalizmin yaban hayata nüfuz etmesi ile bu hastalık ortaya çıktı. Kapitalizmin dolaşım damarlarıyla, turizm ile, yatırımların peşinde, uçaklar, kruvazeye gemiler, konteynır gemileri ile, otobanlardan, limanlardan… hızla dünyaya yayıldı.

Covid-19 pandemisi, bize yeni emek rejiminin yeni çevre rejimiyle ve ekolojik sınırlarla beraber düşünülmesini dayatıyor. Bu ikisini beraber analiz edecek araçlardan büyük ölçüde mahrumuz esasında. Sadece politikada, sosyal hareketlerde, emek hareketlerinde, çevre hareketlerinde değil, bilimde de.

Bakın işçi ve çevre konularını beraber düşünmenin bir paydası, sağlık. Yani işçi sağlığı ve halk/çevre sağlığının eklemlendiği payda… Mesela pandemiden önce de açıkça kapitalist çalışma kaynaklı hastalıklar veya kanserler, meslek hastalığı olarak kabul edilmiyorlardı. Türkiye’de tanı koyulması bürokratik ve hukuki mekanizmalarla neredeyse imkânsız hale getirildiği için, 2013’ten beri hiç bir çalışan meslek hastalığından ölmemiş gözüküyor. Senede en azından 10 bin ila 20 bin işçinin meslek hastalığından öldüğünü, yüz binlercesinin de meslek hastalığına kapıldığını hesaplayabilsek de, bu -aynı Covid-19 vakaları gibi- devlet mekanizması tescilinden geçirmediği için, yokmuş gibi yapıyoruz. Görünmez kalıyorlar. Çok bariz bir kaç örnek verelim. Bergama’da,ve ne yazık ki artık otuza yakın yerde  senelerdir siyanürle altın çıkarılıyor. Burada bu toksik maddelere maruz kalan işçilerin yakalandıkları hastalıklar meslek hastalığı olarak tanınmıyor. Madenden kâr etme süreci önce çevre kıyımına yol açıyor, sonra buralarda çalışan işçilerin bedenini kıyıyor.  Yani sonuçta bu ilişkiler daha önce de varlardı. Emek ve çevre arasındaki ilişki de vardı daha önce.

Mutlak ölüm sayılarına bakarsanız 1981’den bugüne dek zamana yayılarak can almaya devam eden, gene hayvandan insana geçen, yani zoonotik bulaşıcı bir hastalık olan AIDS’i saymazsanız, 1918-19’da yaşanan İspanyol Gribi’nden sonra ilk defa dünyada bu çapta bir pandemi yaşanıyor.Üç pandeminin de zoonotik olduğunu ve yaban hayatın talanı ile ilişkili olduğunu görüyoruz. Şu anda insanlar (yüzde 36) ve insanların et yemesi için endüstriyel olarak büyütülen memeli hayvanlar (inekler, domuzlar başta olmak üzere toplam yüzde 60) dünyadaki biokütlenin yüzde 96’sını oluşturuyor. Tüm diğer memeli türler yüzde dörde düşmüş. Kuşlar için de aynı şey geçerli. İnsanlar yesin diye endüstriyel olarak çoğaltılan bir, iki tür, yani aslen tavuk ve hindi biyokütlesi, dünya yüzünde tüm diğer yaban kuşlarının üç misline çıkmış. Dünya Yaban Hayat Vakfı WWF’nin daha yeni yayınladığı ‘Yaşayan Gezegen 2020’ raporuna göre sadece son elli yılda, dünya yaban nüfusunun yüzde yetmişe yakını ortadan kalkmış.

Biz çocuklarımıza akşam yatmadan önce tüm bu yaban hayvanlar varmış ve yaşamaya devam edebileceklermiş gibi masallar anlatmaya devam edelim, onlar yeryüzün dengeleri dönüşsüz olarak kayboluyorlar. Gezegeni kafesleri içinde, insanın etoburluğa kışkırtan ve piyasalaştıran endüstriyel hayvancılığın köleleri olan inekler, domuzlar, tavuklar kaplıyorlar. Biyo-çeşitliliğin bu derece azalmış olması bulaşıcı hastalıkların çok hızlı ilerleyeceği genetik otobanlar yaratıyor. Yani artık emek ile çevrenin, emeğin farklı türleri üzerinden sömürülen insan ve diğer türlerinin beden ve emeklerini yan yana düşünmeyi dayatıyor bu pandemi bize.

Evet, meslek hastalıkları, iş cinayetleri, işçi sağlığı zafiyetlerinin yol açtığı büyük sanayi felaketlerinin işyerleri dışına tüm kente etkileri görünmez kılınmış. Ama insan emeğinin sömürüsünü konuşacak daha gelişkin bir terminolojimiz var. Ama farklı emek türleri, türler, çevre ve emeğin kader ortaklıklarını yan yana koyacak araştırma, mücadele metotlarımız henüz gelişkin değil. Özetle yeni emek rejimindeki değişiklikleri de,  emeğin doğayla üretim ve tüketim sürecinde sokulduğu ortaklıklar üzerinden okuyalım diyorum. Emeğin yeni kontrol etme mekanizmalarını, çevre katliamının yeni dönemine dair de bir işaret fişeği olarak okumak gerekiyor diye düşünüyorum.

Çevreye sınırsız bir kaynak olarak yaklaşan sömürü, yağma, söküp çıkarma sistemi, sisteme her türlü enerji ve yeni enerji kaynağı girişi devam ediyor. Türkiye’de nükleer santral inşaatı devam ediyor, verilen müjdeyi, doğalgaz bulundu müjdesini, hatırlayalım.  Yani bu tarz kapalı üretim tesisleri, sorgulanmasına izin verilmeyenin üretimin devamlılığı olduğunu tekrar gösteriyor. Üretilenin kapsayıcı toplumsal faydası, çevreye olan etkisi tartışılmadan durdurulmaması gerekliliği neredeyse “öresi”, işte bu bir siyasi rejim olarak faşizmin kökeninde bu var. Ne üretildiğinden bağımsız olarak- domates, deterjan, tank, tabut,  altın, gemi, tarım zehri, hibrit tohum, kıyıyı betonla kapatan Galataport inşaatı…”Üretim durmasın, İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün!”. İşçi sağlığı, halk sağlığı, çevre sağlığı ister istemez bu öncelikleri, neyin “elzem işkolları, üretim alanları” olduğunu tartışmaya açan alanlardır. Üretim devam edecek, doğanın sömürüsü Covid-19’u ortaya çıkaran şartlarda devam edecek demek. Covid-19’dan hayatını kaybedenlerin içinde işçilerin, çalışanların oranının yüksek olması, üretim araçlarının pandemi şartlarında da kesintisiz girişini sağlamaya çalışan bu üretim faşizminden geliyor.

O zaman düşünmemiz lazım, emek muhalefeti, içinde bulunduğu krizden çıkmanın yollarından biri olarak, kapatıldığı üretim sistemi ile sınırlı temsiliyet sınırlarını aşmak, ortaklıkları yakalamak nesnel ve öznel şartlarına sahip mi? Yalnız kendi temsiliyet grubunun meselesinin, sömürüsünün, yani insan türünün üretken bir işte çalışan işçi sınıfının sömürülmesinin, her türlü gelir ve kaynaktan dışlanan güvencesiz, mülteci, kadın ve çocuklarla,  kesintisiz doğa sömürüsü ile insan türü dışındaki canlıların sömürüsü ile ilişkilerini teori ve eylem şekillerinde kuracak mı? İşte tam da politize edilmesi gereken şeyler bu sınırlar. Bu birbirinden kesin hatlarla ayrılmış sınırlar, türler arasında, kültür ile doğa arasında, üretken ile üretken olmayan arasındaki…

Sorunuzun bana düşündürdüğü bir şey daha var, Sosyolog Erwin Goffman’ın yirminci yüzyıl toplumlarını anlamak için geliştirdiği ve daha sonra Michel Foucault tarafından da “Büyük Kapatılma” araştırmasına ilham veren çalışmalarda kullanılan “total kurumlar” kavramı. Yani mutlak kontrolün kurularak, bireylerin dönüştürüldüğü ıslahevi, kışla, tımarhane, hapishane gibi kurumlar. Bugün mesela Türkiye İstatistik Kurumu’nun hesaplamalarında da “kurumsal olmayan nüfus” diye bir kavram var. Hani Dardanel işçilerinin geçici olarak kapatıldığı o üniversite yurtları, yetiştirme yurtları, yetimhaneler,  huzurevi, özel nitelikli hastane, hapishane, kışla vb. yerlerde ikamet edenler dışında kalan nüfustur bu. Bu nüfusun 15 yaş üstü olanlarına da “kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus” deniyor. Esasında aşağı yukarı Goffman’ın tanımladığı total kurumlarla örtüşür, bu resmi istatistiklerin kullandığı “kurumsal” kavramı. Fakat gel gör ki, çalışma nüfusunun istatistiki ve hukuki olarak “sayıldığı” kurumsal mekânların da prensibi bu total kurumlara benzerler. Total, yani mutlak kontrol kurulması amacı sermaye birikiminin mutlak ve nispi artı değer artırma amacına içlektir.

Üretimin her aşamasının parçalara bölünerek, her bir parçasının zaman, mekân ve işçinin bedeninde en etkin bir şekilde kârı maksimize etmek için yeniden birleştirildiği yerlerdir işyerleri. Esasında kışlası da fabrikası da okulu da hem mimari, hem zaman/mekân/beden akış kontrolü açısından birbirine benzemiştir. Bugün Türkiye’de pek çok üniversite binası kışlalardan, fabrikalardan dönmedir. Gene sıfırdan yapılmalarına rağmen, bugünün yükselen parıltılı işyerleri AVM’lere benzeyen pek çok adliye, okul ve üniversite binası vardır.  Bunların hepsi, her bir aşamasının, girişten çıkışa, ışıktan sese havaya kadar düzenlendiği, denetim altına alındığı alanlar. Bu total kurumların bırakalım ortadan kalkmasını, arttığını görüyoruz.

AVM’ler dedik, başkaları için tüketim vahası gibi görülen AVM’ler tezgâhtarlar için total kurumlar. Keza günümüzün bir diğer fabrika benzeri işyerleri, çağrı merkezleri veya büyük kargo depoları… Tezgâhtarların, çağrı merkezi çalışanlarının veya kargo bandında çalışan depo işçilerinin her saniyeleri, bedenlerine ne giydikleri, tezgâha yaslanıp yaslanamayacakları, kaç dakika tuvalete, yemeğe gidebilecekleri, müşteriye söyledikleri kelimeler hepsi mutlak olarak kontrol edilmeye çalışılıyor. Buraların tüm tasarım ve endüstri mühendisliği mantığı bu kontrolü kurmak üzere yapılanmış. Fabrikalara da buradan bakabiliriz.

Türkiye Metal İşverenleri Sendikası MESS, işçilerin kullanmayı zorunlu tuttuğu MESS Safe uygulaması ile işyerinde sosyal mesafe denetimi yaptığında, işveren sorumluluğu olan işçiyi gözetme yükümlülüğünü, “gözetleme” ve bulaşıcı hastalığın bulaşma sorumluluğunu işçiye yıkmış oluyorlar. Denetim de dijitalleştirilerek, risk işçiye içselleştirilip, teknolojik gözetleme başka alanlarda meşru ve aşina kılınmış oluyor. Ama fabrikaların zaten total kurum olma niteliği olmasa üzerine MESS SAFE gibi uygulamalar gelemezdi. Yani içine kapatılıp üretim devam ettirilmedikleri zamanda da fabrikalar total kurumlardı işçiler için.

“Emeğin yeni kontrol etme mekanizmalarını, çevre katliamının yeni dönemine dair de bir işaret fişeği olarak okumak gerekiyor diye düşünüyorum.”

Ayrıca kapatmanın pek çok farklı şekli olabilir. İlla Dardanel gibi işçilerin evlerine gidemeyecekleri şekilde fabrikaya veya bir inşaat şantiyesinde şantiyenin içine kapatma şeklinde değil. Mesela işte Vestel’de,Gaziantep Merinos vesaire tekstil fabrikasında şahit olduğumuz gibi, örneğin çalışan yüzlerce, binlerce işçinin ciddi bir kısmı Covid-19 ile enfekte olduğu bir yerde, hiç bir şey olmamış gibi, kapatılmadan da olsa çalışmaya devam ettirilmeleri de bir baskı. Hatta Merinos fabrikası yönetimi, Covid-19 ile enfekte olan işçilere cezai işlem uygulayacağına dair bir afiş bile asabiliyor fabrikaya. İşveren işçileri fabrikanın içine kapatmasa bile, virüsle beraber kapatıyorsunuz. İki ayrı türü bir yere kapatıyorsunuz.

Bunun yanında işveren işçiyi işten çıkarma yasağı adı altında ücretsiz izne çıkarıp, 1200 liraya mahkûm ettiğinde de-ki yaklaşık iki milyon işçi, aileleri ile beraber yaklaşık altı, yedi milyon insan bu durumdan etkileniyor- o insanı başka yerlerde daha ucuza, daha riski ve güvencesiz çalışmaya itiyor. O işyerinin fiziki tehlikelerinden uzaklaştırılıp, işsiz durumuna düştüğü zaman işçi, aslında daha büyük bir risk altında girebiliyor. En sonunda geçim derdi azalmıyor, mukabilinde bir sosyal transfer, bir ücretli izin ödemesi yok. Veya devletin İşsizlik Fonu’nun kaynaklarını işverene aktarması anlamına gelen Kısa Çalışma Ödeneği’ni alıp, işçileri aynı uzunlukta ve daha yoğun çalıştıran işverenlerin varlığını da biliyoruz. Uygulama başladığından bu yana 3,5 milyon işçi için işverenler kısa çalışma ödeneği almışlar.

DİSK-AR’ın bu ay yayınladığı“İşsizlik ve İstihdam Raporu”ndabu yılın Haziran ayında geniş tanımlı işsiz sayısı ve istihdam kaybının geçen sene aynı ayla karşılaştırınca 4 milyon artarak, 14 milyona yükseldiğini hesaplamış. Geniş işgücü tanımını dikkate alırsak bu gerçek işsizlik ve istihdam kaybı oranını yüzde 40’lara çıkarıyor! Ki gençler ve kadınlarda durum ortalamanın da üstünde vahim.

Şimdi soralım, bu 14 milyon, artık istihdam dışı diye kapitalizmin boyunduruğundan çıktı mı? Hayır. Gelir yokken geçim ve borç boyunduruğuyla esasında çok daha mutlak kontrolleri kabul etmek zorunda kalıyor.Onların dışarıdan yaptığı yedek iş gücü baskısı ile fiilen toplu taşıma kullanıp işe gidenler, işyerlerinde üretimin hızını kesmemek için daha sıkı koşullarda işe evet demeye daha teşneler. Vardiya geçişlerinde yığılma yaşanan, ortak alanların dezenfekte edilmediği, yemekhanelerde, varsa servis kuyruklarında sıkışıklığın devam ettiği, yeterli koruyucu ekipman dağıtılmadığı ortamlarda çalışmaya devam.

Yönetemiyorsunuz, tükeniyoruz!” diyen bulaşıcı hastalıkla cepheden karşılaşan sağlık çalışanlarında bile ekseriyetle durum bu. Bütün bu koşulların birleşimi, fiziken fabrikaya, şantiyeye kapatıp çalıştırma olmasa bile, işyerinde mutlak kontrol mekânı oluşturabiliyorlar. Ama tabi buna rağmen nasıl böyle bir dönemde hala danışıklı batırılan şirketlerden alacaklarını, sendikalaşma haklarını, mevzuat değişikliklerini talep eden fiili işçi hareketleri var, bu gerçekten takdire şayan ve titizce araştırılması gerekiyor.