Çözülmesi Gereken Acil Bir Çelişki ve “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Bizi Kurtarır mı?”

Parlamentosu ister güçlü olsun, ister zayıf olsun, bürokrasisine atamalar ister liyakatle yapılsın ister keyfi yapılsın, bütün bu kurumlar ve yapılar, sermaye sınıflarından hiçbir baskı gelmeksizin (gelse de gelmese de fark etmez) var olan sermaye ilişkisinin birikmesi ve değerlenmesi olarak hareket edecektir.

Selahattin Demirtaş’ın 17 Ağustos 2020’de T24’te kaleme aldığı yazıda[1], daha sonra sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı çağrıda[2] ve son olarak Medyascope’tan Ruşen Çakır’ın sorularını cevapladığı röportajında[3], tartışılması için güçlendirilmiş parlamento önerisini ortaya atmasının ardından, bununla ilgili bir dizi tartışma başladı. Bu yazıda amaç, Demirtaş’ın  “Bir tartışma zemini sunmak için kaleme aldığım metinler, bir iki günde tartışılıp tüketilecek konular değil. O nedenle bu başlıklar daha uzun süre tartışılacaktır. Tüm siyasi aktörlerin yazdıklarımı dikkatle okuduğunu biliyorum. Amacım bu konuları kendi ismim etrafında tartıştırmak değil, gündeme dâhil edebilmektir. Bu nedenle, yazılarımın amacına ulaştığı düşüncesindeyim.”[4]  şeklinde yaptığı çağrıdan hareketle tartışmalara bir katkı sunmaktır.

Demirtaş özellikle T24’e yazdığı yazıda, siyasi partiler kanununda değişiklik yapılması gerektiğini belirterek bu yolla lider hâkimiyetine son vermeyi, seçim sistemi için seçim barajının kaldırılmasını ve böylece her partinin en az bir milletvekiliyle parlamentoda temsil edilmesi olanağının sağlanmasını öneriyor. Devamında medya bağımsızlığı ve özgürlüğü, sivil toplumun katılımı, yerel yönetimlere kayyumların atanmasının önlenmesini, hükümet ile ilgili düzenlemelerin yapılmasını da içeren bir dizi öneri sunuyor. Dikkat çekici önerilerden bir tanesi de yargı ile ilgili bir dizi düzenleme yapılmasını -örneğin Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) yerine, Hâkimler Kurulu ve Savcılar Kurulu şeklinde iki ayrı üst kurul oluşturulması, hâkim ve savcıların mesleğe kabul edilmesi yetkisinin Adalet Bakanlığı’ndan alınarak Hâkimler Kurulu’na ve Savcılar Kurulu’na devredilmesi- önermesi. Bir diğer dikkat çekici husus da kamuda işe alımlarda, üst düzey bürokratik atamalarda liyakat dışında hiçbir kritere yer verilmemesini, bürokraside israf, şatafat, lüks ve rüşvetin tümüyle önlenmesini sağlayacak mekanizmalar oluşturulmasını önermesidir.

Demirtaş’ın Yaklaşımının Açmazları

Devlet ile sivil toplumun karşıtlığı üzerine kurulu siyasal yaklaşımlar, bugün geldiğimiz noktada, iktidarın faşist yürüyüşünün, devletin sivil toplum üzerindeki baskısının arttığı ve devletin keyfi bir şekilde otoriterleşerek amacından saptığı için gerçekleştiğini söylüyor. Bu yaklaşım, sanki devlet sınıflardan ve sınıf ilişkilerinden bağımsız bir varlıkmış ve onu ele geçiren ona her istediği gibi şekil verebilecekmiş gibi bir algıya sahip. Yine bu yaklaşıma göre, böyle durumlarda hukuk, şu anda geçici olarak askıya alınmış ve bunu telafi etmek ve düzenin yüksek tansiyonunu indirmek için birtakım müdahaleler yapmamız gerekiyor. Bunun için de hukukun üstünlüğünü tesis etmek, ifade ve basın özgürlüğünü güçlendirmek hatta olursa yeni bir anayasa yapmak gibi çözüm önerileri sunuluyor.

Sorun şu ki, bütün bu çözüm önerileri, devleti ve onun aygıtlarını tüm bağlamlarından koparılarak birer “fetiş” haline getiriliyor. Bu olguların tarihsellikleri, dayandıkları sınıf ilişkileri, toplumsal mücadeleler içinde oluşmuş birer nesnellik oluşları unutuluveriyor ya da görülmüyor bile.

Bu yaklaşım bugün bütün restorasyoncu güçlerde ve onları destekleyen kesimlerde bolca var. CHP, İYİP, Gelecek Partisi, Deva Partisi sözcülerinin hepsi yukarıdaki hukuk ideolojisi kaynaklı yaklaşımı savunuyor.

Diyelim ki CHP, İYİP, Gelecek Partisi, Deva Partisi öne sürdükleri iktidar biçimine eriştiler ve buranın önemli figürlerinden olacağı belli olan Selin Sayek Böke’nin bahsettiği 5 şirketi kamulaştırdılar[5]. Sonrasında ne olacak? Hiçbir teknik rekabet niteliği olmayan, ezelden beri göbeği devlete bağlı olan ve işgücünü ucuzlatmaktan başka hiçbir rekabet vasfına sahip olmayan sermaye sınıfımız bizleri ileriye mi taşıyacak? Ya da tek sorun bu 5 şirketin devletten ihaleler kapması mı? Sahi Koç, Sabancı, Eczacıbaşı nasıl zenginleşmişti? İlk birikimlerini kime ve neye borçlular? Hikmet Kıvılcımlı’nın sık sık vurgulamış olduğu gibi, “devletçiliğimiz”e borçlular. O devletçilik hiç tasfiye edilmeden, ülke 200 yıldır ilerlemenin, reformların formülünü arayıp duruyor.

Prekapitalist dönemlerden kalma sermaye devlet ilişkisinin farklı formlarda yeniden ve yeniden üretmenin tarihidir bizim reformculuğumuzun tarihi. Büyüdüğü ölçüde üretimi küçülten ve ilerlemeyi sürekli yavaşlatan antik sermayenin önce kapitalistleşmesi sonra da finans kapital ile buluşmasının, kendi devletini, parlamentosunu, hukuk düzenini üretmesinin tarihinden geçerek bugüne geldik. Parlamento da, devlet de, hukuk düzeni de bu sınıf ilişkisiyle damgalanmış durumda.

Halk Güçlerinin Gündemi

Yukarıda bahsedilen restorasyoncu partilerin hepsinin sınıf ilişkisi benzerdir. Aynı sermaye ilişkisinin, aynı devlet anlayışının ve despotizmin, aynı devletçiliğin çeşitlenmiş ideolojik zeminlerinde örgütlenen bu partiler, biçimsel olarak farklı görünse de öz itibariyle aynı sınıfsal ilişkileri yeniden ve yeniden üretecekler. Öyleyse, güçlendirilmiş parlamenter sistemle bu ilişkinin önünü neden biz açalım? Neden sistemin tıkandığı noktada açıcı hamlelerin malzemesi olalım?

Egemen sınıfların öncülüğünde ileri gitmenin dönemi kapanalı çok oldu (bizde hiç açılmamıştı bile) ve toplumu ileri taşıyabilecek bir öncü olsa olsa işçi sınıfı ve halk güçlerinin, kadınların, ekolojistlerin, gençlerin, Alevilerin, Kürtlerin öncülüğünde kurulabilecektir. Bunun dışında önerilecek her formül başarısız olacaktır. Bu kör bir inanç değil, tarihsel gidiş yasalarıyla, sınıf mücadelelerinin gerçeklikleriyle ilgilidir. Bu, halk güçleri açısından acil bir düğümün çözülmesini gerektiriyor. Bağımsız halkçı konumlanma bugünkü rejimin antitezidir, zıddıdır, onun ortadan kaldırılmasının öznesidir.  Bu, bugünün acil ve güncel devrimci görevidir.

Devlet özellikle bizde, basit bir piyasa yönetim aracının ötesindedir. Genel bir iradenin ifadesinden öte, valilik makamıyla, kaymakamlık makamıyla, bürokrasisiyle yukarıda bahsedilen sermaye kaynaşmasının sınıf iktidarıdır. Parlamentosu ister güçlü olsun, ister zayıf olsun, bürokrasisine atamalar ister liyakatle yapılsın ister keyfi yapılsın, bütün bu kurumlar ve yapılar, sermaye sınıflarından hiçbir baskı gelmeksizin (gelse de gelmese de fark etmez) var olan sermaye ilişkisinin birikmesi ve değerlenmesi olarak hareket edecektir. İşçilerin, emekçilerin, yoksulların zekâsı parlak, kariyer vadeden çocuklarının liyakat yoluyla bürokrasi içerisinde konumlanmaları ise sınıfsal kazanım olarak hiçbir şey ifade etmez. Devamla, Kürtlerin, Alevilerin yine bu tekçi yapı içerisinde konumlanmaları da onlara hiçbir kazanım getirmez. Aksine o yapı, ne kadar revize edilirse edilsin, işçi emekçi aileden gelen çocuğu, Alevi ya da Kürt çocuğu kendisine benzetir, o ilişki içerisinde onları yutar.

Lenin’in bundan tam yüz yıl önce parlamentarizm ve sol sapma üzerine yazdığı Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitabındaki prensipleri de unutmadan belirtmek gerekir ki, seçim barajının kaldırılması ve parlamentoda sol, sosyalist, demokratik tüm partilerin temsil edilmesi tek başına bir anlam ifade etmez. Bu, olsa olsa sınıf mücadelesinin bir kazanımı olur.

Öyleyse Yolumuz?

Faşist gidişat bir yandan toplumu, işçi sınıfını, ezilenleri bir çeşit nihilizme sürükleme tehdidiyle bizleri zorluyor. “Faşizme karşı yaşasın sosyalizm” basitliğine düşmeden, hırpalanan yerleri onaracak bir geçişe ihtiyacımız var. O geçiş keyfi bir temele dayanmıyor.  O temel, nesnel toplumsal gerçeklik içerisinden çıkıp filizlenmişti bile.

Gezi kırılması, Türkiye’de sınıflar mücadelesinin önemli bir anı idi. O an geleceğe doğru ucu açık gelişen bir ivme olarak ortaya çıktı ve şimdi halen sürüyor. Eğer Gezi yok olsaydı şimdiye dek faşizm tam zaferini ilan etmiş veyahut tam teşekküllü bir restorasyon gerçekleşmiş olabilirdi. Halk belki çok fazla sokaklarda değil, şimdilik direnişler çok büyük ölçekte gelişmiyor ama Gezi özü yok da olmuyor.

Şimdi o deneyimi daha ileriye taşımak gibi bir görev ortada duruyor. Bu keyfi bir temel değil, aksine halk güçleri ile kaynaşmış gerici sınıfların diktatörlüğü arasında çözülmesi gereken acil bir çelişki olarak duruyor. Bu sınıf diktatörlüğüne karşı, onun içerisinden, onun bağrından, tamamen içsel çelişkilerinden doğan bir isyandı Gezi. Toplumsal güçlerde nesnel olarak bu diktatörlüğün karşısına çıkma eğilimin olduğunu, halk güçlerinin her anlamda özgürlük arayışında olduklarını anlamak güç değil.

O arayışın somut ifadesi yeni bir yapıdır, demokratik cumhuriyettir. Parlamentonun güçlendirilmesinden ziyade yerel inisiyatiflerin, halk meclislerinin güçlendirilmesini, devleti revize etmenin değil valilik ve kaymakamlığın lağvedilmesini, bürokraside liyakatten ziyade onun giderek küçültülmesinin, hukuk organlarında var olan normlarla seçimler yapılmasından ziyade yerel hukuk görevlilerinin halk tarafından göreve getirildikleri ve gerektiğinde halk tarafından görevlerinden alındıkları pratikleri içeriyor. Doğrudan halk demokrasisini es geçen tüm yaklaşımlar düzen tarafından içerilme tehdidiyle çevrelenecektir.

 

[1] https://t24.com.tr/yazarlar/selahattin-demirtas/guclendirilmis-parlamenter-sistem-nedir,27709

[2] https://twitter.com/hdpdemirtas/status/1296449875782115337?s=20

[3] https://medyascope.tv/2020/09/07/selahattin-demirtas-rusen-cakirin-sorularini-cevapladi-disarida-olsaydim-bir-sabah-basak-ile-birlikte-meral-hanimin-kapisini-calar-ve-kahvaltiya-geldik-derdim/

[4] Bkz 1.dipnot

[5] https://www.birgun.net/haber/selin-sayek-boke-rantci-bes-sirketten-bahsediyorum-bunlar-artik-kamunundur-diyecegiz-ve-devam-edecegiz-315272