Mustafa Sönmez: Ekonomik Krizi Çözmenin Değil İktidarda Kalmanın Derdindeler

El Yazmaları’nın Notu: İktisatçı-yazar Mustafa Sönmez ile Türkiye ekonomisinin güncel durumunu, döviz kurlarındaki dalgalanmaları, krizin boyutlarını, pandemiyle birlikte daha da derinleşen işsizlik ve yoksulluğu ve iktidarın bu kriz alanlarına yönelik adımlarını konuştuk. Okuyucularımızın ilgisine sunarız.

Son günlerde döviz kurlarındaki dalgalanmalarla Amerikan doları ile Euro’nun tarihi zirvelere ulaştığını görüyoruz. Sizce bu dalgalanma iktidar söylemlerinde sıkça yer alan “dış güçlerin” bir operasyonunun sonucu mudur? Yoksa Türkiye ekonomisinin kırılganlığının ekonomik krizle birlikte daha derinleştiğinin bir göstergesi midir?

Tabii bunun bir dış güç oyunu olmadığı çok belli.  Bu, iktidarın her zamanki safsatası. Bunun konjonktürel bir şey olmadığı da çok açık. Çünkü Türkiye bunu son üç yıldır çok sık yaşamaya başladı. 2018’de rahip Brunson krizinin ardan yine çok sert bir türbülans olmuştu. 2019’da yine zaman zaman oldu. 2020’nin belli dönemlerinde oldu.

Bu biraz yapısal bir sorun. Şöyle yapısal: Türkiye ekonomisi bildiğiniz gibi büyük ölçüde dış kaynaklara bağlı büyüyor. Yani kendi iç tasarrufları büyümesine yetmiyor. Dolayısıyla dış kaynak gerekiyor. Dış yatırımları çekmeye çalışıyor. Borsaya dış kaynak bulmaya çalışıyor.

AKP döneminde özellikle 2001 krizinden sonra Kemal Derviş-IMF işbirliği ile ekonominin bir anlamda rektifiye edilmesinden sonra yabancılar gerçekten Türkiye’ye ilgi gösterdiler. Dünya konjonktürü de buna müsaitti. Yılda ortalama 50 milyar doları bulan dış para girdi içeriye. Dış para girince de döviz fiyatı ucuzladı. Bununla ithalat yapmak, bu ithalat ile üretim yapmak, büyümek son derece mümkün hale geldi.

Bu dönemde AKP özellikle dışarıdan gürül gürül akan bu parayla ekonomide hem iç talebe dönük istikrarlı bir büyüme gerçekleştirdi hem de bu büyüme üstünden kendi siyasi hedeflerine ulaşma imkânı buldu. Yani çalışkan, istikrarlı büyüyen bir yönetim olarak seçmen kitlesini yüzde 30lardan yüzde 40lara, yüzde 50lerin eşiğine kadar getirdi. Yani bu ekonomik sürecin bir de siyasi sonuçları oldu. Bu öykü, Korkut (Boratav) hocanın deyimiyle “bu Dolce Vita dönemi” 2008-2009’a kadar aksaksız sürdü. Türkiye o arada dünya krizinde sendeledi ama çabuk toparladı. Bu krizde, yangını söndürmek üzere dünyada likiditenin arttırılması bollaşınca, 2011-12’de, Türkiye’ye yine yabancı kaynak girişi oldu.

Ama 2013’ten itibaren şemsiye ters dönmeye başladı ve dünyada bu dış kaynağın faizi artmaya başladı. Türkiye kapitalizmi dışarıdan yaptığı borçlanmaları hep içeride -özellikle konut ve inşaat alanında-kullandığı için, iç talebe dönük kullandığı için, bunu ihracata dönük bir sanayi ve diğer aktivitelerde çok fazla kullanmadığı için, vermekte olduğu kronik cari açığı finanse etmekte artık zorlanmaya başladı.

Yani açık veriliyor, borç taahhütleri var, zorlukları var, yükümlülükleri var. Bunlar yerine getirilemiyor. Bu kez dış kaynak akışı yavaşlayınca, hatta zaman zaman geri gitmeye başlayınca, ithalattan, borç yükümlülüklerinden ve içerden döviz tasarruf  etmek isteyen yurttaştan gelen güçlü basıncın altında ezildi. Eldeki dövizler buna yetmemeye başladı ve Merkez Bankası bir anda bu döviz talebine karşılık veremeyince fiyatlar hızla artmaya başladı. Bunu 2018’de ciddi olarak yaşadık.

Bunda tabii cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişin de etkisi vardı. Yabancılar bu sistemin ucube bir şey olduğunu, istikrar  ifade etmediğini görünce uzak durdular Türkiye’den. Dolayısıyla burada başlayan döviz türbülansının önü ancak Türk Lirası faizlerinin yükseltilmesi ile kesilmeye çalışıldı 2018’de. Ama ekonomi soğudu, küçüldü. AKP bu küçülen ekonomiye 2019 yerel seçimleri ile girince bunun çok ciddi bir bedeli olduğunu fark etti ve hızla ekonomiyi büyütme gayreti içine girdi. Türk Lirası faizlerini düşürdü. Kredi kullanımını kolaylaştırmak istedi ve bununla beraber dövizi basınç altına almaya çalıştı. Pandemi öncesine kadar birkaç ay bu yöntem işe yarar gibi göründü ama Merkez Bankası’nın dövizi bastırmak için yaptığı hamleler kısa sürede Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin erimesi sonucunu yarattı. Eriyen dövizin yerine SWAP anlaşması dediğimiz anlaşma ile birtakım kiralık dövizler koymaya çalıştılar. Dolayısıyla Merkez Bankası rezervinin kalitesizliği ortaya çıktı.

Bunu dış basın, yabancı para otoriteleri, IMF görüp dillendirince  Türkiye’den biraz daha hızlı yabancı çıkışı olmaya başladı. Bu çıkış olunca içeride güvensizlik ve beraberinde dövize olan sığınmayı arttırınca yeni bir türbülansı Ağustos ayında yaşadık. Bu hadise konjonktürel değil, anlattığım gibi yapısal bir meseleye dayanıyor.

Sizin de biraz önce belirttiğiniz gibi pandemiyle birlikte iktidarın devlet bankaları aracılığıyla düşük faizli kredileri bolca dağıttığını ve böylece konut, taşıt, beyaz eşya satışında hızlanmaların olduğunu gördük. Bol kepçe dağıtılan bu krediler, Türkiye ekonomisini krizden kurtarabilir mi?

Evet, pandemi öncesinde ekonomiyi ısıtmaya çalıştılar. Krediyi ucuzlatmaya o dönemde başladılar. Dövizi bastırarak bir iç talebi arttırmaya çalıştılar. Ama pandemiyle beraber bu dibe vurdu. Ekonomi o dönemde önce ısındı, ardından pandemiyle birlikte Mart-Nisan-Mayıs aylarında dibe vurdu. Fakat bu ekonomik kurumayı da kaldıramadıkları için Haziran ayında ekonomiyi açtılar.

Kamu bankalarının üzerinden tekrar kredi faizlerini ucuzlattılar. Krediye erişimi kolaylaştırıp adeta teşvik ettiler. Konut kredileri, ihtiyaç kredileri… Bunun yanı sıra da dövizi bastırmaya gayret ettiler. Böylece Haziran-Temmuz aylarında ekonomi yeniden ısındı. Satışlar yeniden arttı. Tüketim hızlandı. Konut, otomobil, beyaz eşya satışları arttı. Fakat bu ısınma arkasından sert bir şekilde döviz talebini getirince ve döviz talebine güçleri yetmeyince dikişler attı.

Bu ısınma ekonomiyi sakatladı. Kurban Bayramı’nın hemen ertesinde, Ağustos sonunda artık dövizi tutamadılar. Bu noktada fiyatlar sert bir şekilde artmaya başladı. Şimdi artık Ağustos’tan itibaren bir soğuma dönemi başladı. Bu arada bu kez dövizin yükselişinin önünü kesmek için Merkez Bankası’nın kendisi doğrudan faiz arttırmadı ama bankalara kullandırttığı likiditeyi azaltarak bankaların hem mevduat hem kredi faizlerini arttırmaya zorladı. Burada tabii “hinlik” var. “Saray yine faiz arttırdı” demesinler diye bunu Merkez Bankası doğrudan yapmadı ama bankalara yaptırdı.

Şimdi Ağustos ayı itibariyle tekrar bir soğuma, küçülme dönemine girdik. Faizler yeniden yükseliyor. Hem tüketici kredisi faizleri hem de şirketlerin kullandığı faizler yükseliyor. Bu nedenle Türkiye’nin Ağustos’tan itibaren tekrar bir küçülme, soğuma dönemine girdiğini söyleyebiliriz.

Tabii pandeminin, halk sağlığı boyutunda doğru yönetilememesi, hastalığın önünün alınamaması, vaka sayılarının tekrar artması beraberinde ekonominin daralması, küçülmesi yönünde etkiler yapacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki zaman diliminde daha da küçülmüş, daha yoksullaşmış bir ekonomi bekliyor bizi. Yüzde ellilere varan işsizliğin daha da artacağı bir döneme doğru girmekte olduğumuzu söyleyebiliriz.

Dışarıdan yatırımcı çekilemediği zaman SWAP işlemlerine başvurulduğunu görüyoruz. Sizce SWAP işlemlerinin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkisi nedir? Krize çare olabilir mi?

SWAP ülkelerinin paralarını karşılıklı olarak takas ederek birbirlerine kolaylık göstermeleri anlamına geliyor. Bunu sadece Türkiye yapmadı. Pandemi sırasında, Brezilya ABD ile yaptı. Yine Meksika ABD ile yaptı. Türkiye de başta ABD olmak üzere, Avrupa ülkelerinin Merkez Bankalarına, Japonya ve İngiltere Merkez Bankalarına vs. başvurdu. Ancak onlar Türkiye’nin durumunu kritik gördükleri için buna yanaşmadılar. Dolayısıyla SWAP’ta dış ayak olarak birçok diplomatik ve siyasi ilişkiler-bunların bir kısmı karanlık ilişkiler-, Katar ile 15 milyar dolarlık bir anlaşma, Çin ile de 3 milyar dolarlık bir anlaşma yaptılar.

İçeriye dönük bankaları bir anlamda SWAP yapmaya zorladılar. Şimdi bu SWAP işlemi çok kısa vadeli olabiliyor. Dolayısıyla bir tür pansuman, bir tür geçici dolgu özelliğinde. Tekrarlanması da zor. Dışarıdan bakıldığında da bir ülkenin rezervleri hakkında kalitesizlik ifadesi olan bir şey aslında. O nedenle çok sürdürülebilir değil. Bir de şu anda Merkez Bankası’nın SWAP işlemlerinde kullandığı kaynaklar 60 milyar dolar civarında. Bunların bazıları dört ay vadeli ve süreleri yakın zamanda dolacak. Bankaları bunu tekrar yapmaya zorlayabilirler mi?

Dışarıdan Merkez Bankası’nın rezervlerini analiz edenler gördüler ki, bu rezervler erimiş, gerçek rezervler erimiş yani. Şu anda rezerv olarak gösterilen kaynak, SWAP’la bulunan dolgu malzemesi. Bu nedenle bu fotoğraf üzerinden, Fitch Cuma günü Türkiye’nin notunu düşürdü. Gerekçe olarak da “Senin rezervlerin kalitesiz” dedi.

Dolayısıyla bu, geçici palyatif bir çözüm. TCMB’nin sağlam bir rezervi olmadığı, bundan dolayı da çok daha fazla kırılganlaştığı dünyada anlaşılmış oluyor. Bunun sonucunda ülkeye yabancı kaynak gelmiyor. Yabancı kaynak gelmeyince siz ekonomiyi çeviremiyorsunuz. Çeviremeyince de yükümlülükleri yerine getiremiyorsunuz. Yükümlülükleri yerine getiremeyince de dövizin fiyatı artıyor. Tabii bu da beraberinde bir dizi başka anormalliğe yol açıyor.

İstikrarlı bir ekonomi kurma derdine değiller. Bunlar iktidarda kalma derdindeler. Yani “Bizi ne iktidarda tutar” soruyla hareket ediyorlar. Bunun için ekonomiyi ve ekonominin imkânlarını, kaynakları, devlet kurumlarını, bütün bunları iktidarda kalmaya dönük seferber ediyorlar ve sonrasını çok da dert etmiyorlar. “Bizi bir gün daha tutuyorsa o politika doğrudur, o araç doğrudur” düşüncesindeler.

Döviz kurlarındaki artıştan sonra Berat Albayrak’ın istifasını isteyenlerin sayısı arttı. Sosyal medyada bu yönde kampanyalar oldu. Türkiye ekonomisinin bu durumda olmasını ekonominin kötü yönetimine bağlamak doğru mu? Dünya çapında yaşanan kapitalizmin krizi ve Türkiye ekonomisinin dünya sistemine entegre olma şekli daha belirleyici değil mi?

Tabii ki bu son söylediğiniz şey daha doğru. Bu bir yapısal mesele, az önce dediğim gibi. Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmine eklemlenme biçimi ile ilgili. Bunun çürüklüğü söz konusu. Türkiye emsalinde birçok ülke, bunlara yükselen ülke deniyor, Meksika, Brezilya, Güney Afrika, Hindistan, Endonezya gibi ülkeler de dünya kapitalizmine eklemlendiler. Bu eklemlenmede en kırılgan olan ülke de Türkiye. Bunun ölçüsü de CDS dediğimiz risk birimleri. Yani bu riskli ülkeler sıralamasında Türkiye açık ara birinci sırada. En yakınındaki Güney Afrika’yı yüzde 100 geçmiş durumda.

AKP rejiminin hiçbir zaman uzun vadeli ve istikrarlı ekonomi hedefi olmadı. Ekonomiyi siyasi tırmanışının, yükselişinin aracı olarak gördü hep. Bir süre bunu iskele olarak kullandı. Sıkıştığı zamanlarda da artık ne sonuç verirse versin, neye mal olursa olsun, arkasından kriz gelecekse gelsin diyerek bunu göz ardı etmek mecburiyetinde kaldı. Dolayısıyla bu bir yapısal mesele tabii ki. Daha çok da dünya kapitalizmiyle eklemlenmenin sağlıksızlığı, çürüklüğü, risk yüklü oluşuyla açıklanması gereken bir şey.

Buna sebep de gerçekten AKP’nin tek adam rejimi, bir İslamofaşist rejim kurma hedefinin her zaman ekonominin de önünde olmasıydı. Ne var ki bunu bir süre güvende tutabildi ama 2014-15’ten sonra, özellikle de son üç senedir, burada artık güvende duramıyor, sürükleniyor. Dolayısıyla bu, ekonomiyi baş edemeyecekleri noktalara getirdi.

Kişisel şeyler değil bunlar. İstikrarlı bir ekonomi kurma derdine değiller. Bunlar iktidarda kalma derdindeler. Yani “Bizi ne iktidarda tutar” soruyla hareket ediyorlar. Bunun için ekonomiyi ve ekonominin imkânlarını, kaynakları, devlet kurumlarını, bütün bunları iktidarda kalmaya dönük seferber ediyorlar ve sonrasını çok da dert etmiyorlar. “Bizi bir gün daha tutuyorsa o politika doğrudur, o araç doğrudur” düşüncesindeler.

Fakat ekonomi affetmez. Bir gün kurtarsanız, ikinci gün önünüze çok ağır fatura olarak çıkıyor. Dolayısıyla bunun bir kadro, yönetim meselesinden çok, ekonomi uzun vadeli hedeflerle bir İslamofaşist rejim kurma aracı olarak kullanıldığı için, Berat da gitse, Ahmet de gelse zihniyet aynı. İktidarda kalmak üzere ekonominin bütün kaynaklarını tüketmek, onu öyle kullanmak istiyorlar. Ekonomi de buna imkân vermediği için, alanları daralmaya başladı. Akrep gibi kendilerini sokacak duruma geldiler.

Pandemi boyunca 6 milyon insanın gelir kaybı yaşadığı, diğer yandan da hesabında 1 milyon TL ve üzeri para bulunduran insanların da sayısının arttığı görülüyor. Döviz kurundaki dalgalanmanın yoksullar ile zenginler arasındaki uçurumun boyutunu nasıl etkiliyor? Döviz kurundaki bu dalgalanmanın işçi ve emekçiler üzerinde, kısa ve uzun vadede ne gibi sonuçları olacak?

Öyle görünüyor ki pandemi dünyada bütün insanlığı vurdu. Fakat pandemiye karşı savunma, kendini koruma, sınıfsal bir konu. Bugünlerde Türkiye’de örnekleri çıkıyor. THY’de genel müdürlük yapmış olan Temel Kotil diyor ki “Ben her gün test yaptırıyordum, bu defa pozitif çıktı.” Şimdi birileri her gün test yaptırır durumda, birileri ise hastanenin kapısını bile bulamaz durumda. Bir kere bütün dünyada sağlık bakımından eşitsizliklerle karşı karşıyayız. İkincisi sonuçlarından etkilenme açısından eşitsizlikler daha da büyüdü. Çünkü ekonomi bütün dünyada küçülünce bundan en çok işini kaybedenler etkilendi. İşini kaybetmese bile saat olarak eskiden çalıştığı kadar çalışamayıp geliri azaldı insanların.

Türkiye üzerinde devasa bir yıkım ve yoksulluk var. İşsizlik verileri devlet tarafından dar anlamda işsizlik olarak açıklanıyor. Sadece iş arayanları işsiz sayıyor resmi rakamlar. Böyle olunca 4 milyona bile ulaşmayan yüzde 13 işsizlik olarak veriyorlar. Neredeyse pandemi öncesinden bile daha iyi gibi bir oran. Hâlbuki insanların çoğu evlerine çekildiler, korkularından ve umutsuzluktan dolayı iş aramıyorlar. Bunları dikkate aldığımızda işsizlik oranı yüzde 13’ten yüzde 29’lara çıkıyor. Yani 4 milyondan 12 milyonlara geliyor. Bir de biliyoruz ki işten çıkarmayı güya yasakladılar ama insanları ücretsiz izinli saymaya yöneldiler. Günde 39 lira bir parayla onları oyalıyorlar. Bu şekilde istihdamda görünüp işsiz olanları dikkate aldığımızda sayı 17 milyonu ve işsizlik oranı yüzde 50’yi buluyor. Bu dudak uçuklatıcı bir işsizlik ve yoksullaşma.

Buna karşılık çok az sosyal yardım verdiler. 6 milyon yoksul aileye 1000’er lira lütfettiler. İşsizlik sigortası fonundan da ücretsiz izinlilere günde 39 lira, kısa çalışma ödeneğinde olanlara da asgari ücret civarında bir para verdiler. Alt alta koyduğunuzda toplamı 20 milyar TL’yi ancak bulan bir sosyal paket. Oysa dünyada bu mağdur insanlara nakit yardımı olarak devasa paralar aktarıldı. Ama AKP özellikle 2018-2019 krizlerinde hazinenin kaynaklarını erittiği için bu kriz döneminde kaynak bulamadı. Üstüne bir de IBAN verip kampanyalar başlattı.

Ortada gerçekten devasa işsizlikler, devasa boyutta yoksulluklar var. Bunlar maalesef ekonomi tekrar bir büyüme rayı bulamadığı için ve yeniden küçülmeye başladığı için önümüzdeki dönemde daha da artacak ve katılaşacak. Birtakım insanları günde 39 lira gibi bir parayla avutmaya çalışacaklar. Ne yazık ki devasa bir yoksullaşma, işsizleşme, belki hesaplaşmayı bir sandıkta ancak gündeme getirebilecek. Fakat hâlihazırda bu kesimlerin ne bir sendikal örgütlenmeleri ne de kısa sürede bir sonuç alabilecekleri politik örgütlenmeleri yeterince yok.

Türkiye’nin şimdi bulduğunu kabul etsek bile 0,3 trilyon metreküp doğalgaz dünyadaki rezervlerin binde 1,6’sına denk geliyor. Kaldı ki bu rezervden ne kadar doğalgaz çıkacak, çıkardığınız doğalgaz kaça mal olacak? Bunlar belli değil. İran’dan, Rusya’dan, Cezayir’den vs. aldığınız gazın fiyatının altında mı, üstünde mi olacak? Hiç böyle şeyler konuşulmuyor.

Karadeniz’de bulunduğu iddia edilen doğalgaz rezervlerini büyük bir coşkuyla açıkladılar. Dışa bağımlılığımız azalacak, bu da yetmez, cari açığı da kapatacağız, cari fazla vereceğiz iddialarında bulundular. Bulunan kaynağın böyle bir etkisi olabilir mi?

Burada biraz fotoğrafı büyütelim. Anlattığım gibi AKP son üç yıldır ciddi ölçüde bir seçmen kaybı yaşıyor. Bunun politik olarak ilk sonuçları yerel seçimlerde görüldü. Arkasından yeni kayıplara uğramamak için ekonomiyi büyütmeyi denedi ama çok da başaramadı. Bildiğiniz gibi seçmen konsolidasyonunu tutabilmek için ekonomi dışı yollar da deniyorlar. Birtakım milliyetçi ve dinci hamleler yapıyorlar. Ayasofya müzesinin ibadete açılması ve Kariye camisinin ibadete açılması gibi… Diğer yandan sosyal medya engeli, güçlenen muhalefet partilerinin yan yana gelmelerini sabote etmek, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmaya çalışılması gibi çeşitli hamlelere girişiyorlar…

Gaz bulma meselesi de bunun bir parçası. Bir başarı öyküsü yazma hali… Dış politika da keza öyle. Akdeniz, Libya, Suriye’de iç tribünlere yönelik hamlelerinin bazıları iş yapıyor, bazıları yapmıyor. Bazıları çok kısa, saman alevi gibi etki yaratıyor. Bu da herhalde gündemde tuttukları şeylerden biriydi. Enteresandır ki onu da zamanlama olarak, Fitch’in Türkiye ile ilgili notunu düşürdüğü güne denk getirdiler. Hemen o açıklamanın arkasından “Dış güçler yine bizi çekemedi, notumuzu indirdiler, gaz başarı öykümüzü hazmedemediler” demek için o günü seçtiler. Hâlbuki Fitch’in o tarihte not açıklayacağı bir yıl önceden belli. Notun o gün açıklanacağını da düşük olacağını biliyorlardı yani.

Hikâyenin altı ise boş. Açıkladıkları 324 milyar metreküp gaz doğru olsa bile dünyadaki rezervleri dikkate aldığımızda binde 1,6 oranına denk geliyor. Çünkü dünyada varlığı kanıtlanmış doğalgaz rezerv miktarı 196 trilyon metreküp. En büyükleri Rusya’da, İran’da, Katar’da, çeşitli Asya ülkelerinde, Türkî cumhuriyetlerde falan… Türkiye’nin şimdi bulduğunu kabul etsek bile 0,3 trilyon metreküp doğalgaz dünyadaki rezervlerin binde 1,6’sına denk geliyor. Kaldı ki bu rezervden ne kadar doğalgaz çıkacak, çıkardığınız doğalgaz kaça mal olacak? Bunlar belli değil. İran’dan, Rusya’dan, Cezayir’den vs. aldığınız gazın fiyatının altında mı, üstünde mi olacak? Hiç böyle şeyler konuşulmuyor. Bir senaryo, bir şamata hazırlığı olduğu çok ortada. Dolayısıyla ciddiye alınmaz. Bu da birkaç gün ancak dayanır, sonra dağılır gider.

Rejim gerçekten köşeye sıkıştı. İfade edilsin edilmesin, ciddi kan kaybı yaşıyor. Kitlelerden AKP’ye karşı çok sert tepkiler ve AKP’den ciddi bir soğuma var. Burada 2023’ü beklese bir türlü, beklemese bir türlü. Erken bir baskın seçim fikri akıllarından geçiyor ama ne sonuç alacaklarından bir türlü emin olamıyorlar. Bu tür şamatalar, oyunlar, hamlelerle sürekli olarak vakit kazanmaya çalışıyor. Fakat zaman hep aleyhlerine işliyor. Bundan sonra olacakları yaşayıp göreceğiz.