Devlet ve Devrim’den:Marksist Devlet Öğretisi ve Proletaryanın Devrimdeki Görevleri[1]-Vladimir Lenin

El Yazmaları’nın Notu: 22 Nisan 1870’de dünyaya gelen 1917 Ekim Devrimi’nin lideri Lenin, 150. doğum gününde bütün dünyada anılıyor. Kapitalizmin ekolojik, ekonomik ve siyasal krizde olduğu, bütün bir canlı yaşamı yok etmeye doğru hızlı adımlarla ilerlediği günümüzde Lenin sadece anılmıyor; başka bir dünyanın mümkün olduğunu savunanlarca bir eylem kılavuzu olmaya devam ediyor. Lenin’in 150. doğum günü vesilesiyle bir dosya içeriği hazırladık. Bu dosya kapsamında Lenin’in ünlü yapıtı “Devlet ve Devrim” kitabından bir bölümü okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

2. Kapitalizmden Komünizme Geçiş

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında”, diye devam eder Marx, “birinin diğerine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Bu döneme karşılık gelen bir siyasal geçiş dönemi de vardır ve bu dönemin devleti, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başta bir şey olamaz.”[2]

Marx, bu sonucu, modern kapitalist toplumda proletaryanın oynadığı rolün çözümlemesine, bu toplumun gelişmesine ilişkin verilere ve proletarya ile burjuvazinin karşıt çıkarlarının uzlaştırılamazlığına dayandırır.

Eskiden sorun şöyle ortaya koyuluyordu: Proletarya, kurtulu­şunu gerçekleştirmek için, burjuvaziyi devirmek, siyasal iktidarı ele geçirmek ve devrimci diktatörlüğünü kurmak zorundadır.

Şimdi ise sorun biraz, daha farklı bir şekilde ortaya koyulu­yor: Komünizme doğru ilerlemekte olan kapitalist toplumdan komünist toplama geçiş, bir “siyasal geçiş dönemi” olmadan mümkün değildir ve bu dönemde devlet ancak proletaryanın devrimci diktatörlüğü olabilir.

Peki, bu diktatörlüğün demokrasiyle ilişkisi nedir?

Komünist Manifesto’nun şu iki kavramı doğrudan doğruya yan yara getirdiğini görmüştük: “Proletaryayı egemen sınıf konumuna yükseltmek” ve “demokrasiyi mücadele ederek kazanmak”. Buraya kadar söylenenlere dayanarak, demokrasinin, kapitalizmden komünizme geçişte nasıl değiştiği daha kesin bir şekilde belirlenebilir.

Kapitalist toplum, en elverişli koşullar altında gelişmesi koşuluyla, bize, demokratik cumhuriyette, az çok eksiksiz bir demokrasi getirir. Ne var ki, bu demokrasi her zaman kapitalist sömürünün getirdiği dar sınırların içine hapsolmuştur ve bu yüzden, bu demokrasi gerçekte her zaman azınlık için, yalnızca mülk sahibi sınıflar, yalnızca zenginler için bir demokrasi olarak kalır. Kapitalist toplumda özgürlük, her zaman, eski Yunan cumhuriyetlerindeki özgürlüğün aşağı yukarı aynısı olarak kalır: köle sahipleri için özgürlük. Kapitalist sömürü koşulları nedeniyle modern ücretli köleler yokluk ve yoksulluk altında öylesine ezilir ki, “demokrasiyle ilgilenmezler”, “siyasetle ilgilenmezler”; olayların günlük, sakin akışı içinde nüfusun çoğunluğu toplumsal ve siyasal yaşama katılmaktan alıkoyulur.

Bu sözlerin doğruluğunu belki de en açık şekilde Almanya kanıtlamıştır; çünkü, tam da bu devlette anayasaya dayalı yasallık şaşırtıcı derecede uzun bir süre (neredeyse yarım yüzyıl: 1871-19141 boyunca ve istikrarlı bir şekilde devam etti ve Sosyal-Demokratlar bu dönem boyunca “yasallıktan yararlanmak” konusunda başka ülkelerle karşılaştırıldığında çok daha başarılı olabildi ve işçilerin oransal olarak dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş ölçüde büyük bir kesimini bir siyasal partide örgütlediler.

Siyasi takımdan bilinçli ve etkin ücretli kölelerin kapitalist toplumda şimdiye kadar görülenlerin en yükseği olan bu oranı ne kadar? 15 milyon ücretli işçi içinde bir milyon Sosyal-Demokrat Parti üyesi! 15 milyon içinde sendikalarda örgütlenmiş üç milyon!

Çok küçük bir azınlık için, zenginler için demokrasi: Kapitalist toplumun demokrasisi budur. Kapitalist demokrasi mekanizmasını daha yakından incelersek, her yerde, oy kullanma hakkının “küçük” (sözde küçük) ayrıntılarında (yerleşim yeriyle ilgili koşullar, kadınların dışarıda bırakılması vb.), temsil kurumlarının işleyişinde, toplanma özgürlüğüne getirilen fiili engellerde (kamu binalarına “yoksullar” giremez!), günlük basının katıksız kapitalist örgütlenmesinde vb. demokrasiye kısıtlama üstüne kısıtlama getirildiğini görürüz. Yoksullara yönelik bu kısıtlamalar, istisnalar, dışlamalar ve engellemeler, özellikle hiç yokluk çekmemiş ve ezilen sınıflarla kitleler halindeki yaşamlarında hiçbir zaman yakın temas kurmamış bir kişiye (burjuva gazetecilerinin ve politikacılarının yüzde 99’u değilse bile onda dokuzu bu kategoriye girer) önemsiz görünür; ama birlikte ele alındıklarında bu kısıtlamalar yoksulları siyasetten, demokrasiye etkin bir şekilde katılmaktan alıkoyar ve bunların dışına iter.

Marx, Komün deneyimini çözümlerken, ezilenlere birkaç yılda bir kendilerini parlamentoda ezen sınıfın hangi temsilcilerinin temsil edeceğine ve ezeceğine karar verme izninin verildiğini söylediğinde, kapitalist demokrasinin bu özünü mükemmel bir şekilde kavramıştı![3]

Ama, kaçınılmaz bir şekilde dar olan ve yoksulları sinsice bir yana iten, bu yüzden de baştan aşağı ikiyüzlü ve sahte olan bu kapitalist demokrasinin daha da gelişmesi, liberal profesörlerin ve küçük burjuva oportünistlerin bizi inandırmaya çalıştıkları gibi, kolayca, dosdoğru ve pürüzsüzce, “hiç durmadan daha da artan demokrasi”ye götürmez. Hayır. İleriye doğru, yani komünizme doğru gelişmenin yolu proletarya diktatörlüğünden ge­çer; başka türlü de olamaz, çünkü kapitalist sömürücülerin di­renci başka herhangi birileri tarafından ya da başka herhangi bir yolla kırılamaz.

Ve proletarya diktatörlüğü, yani ezilenlerin öncüsünün ezenleri baskı altına almak amacıyla egemen sınıf olarak örgütlenmesi, sadece demokrasinin genişlemesiyle sonuçlanamaz. Proletarya diktatörlüğü, ilk kez para babaları için değil yoksullar için, halk için demokrasi haline gelen demokrasiyi muazzam derecede genişletirken, aynı anda, zalimlerin, sömürücülerin, kapitalistlerin özgürlüklerine bir dizi kısıtlama getirir. İnsanlığı ücretli kölelikten kurtarmak için bunları baskı altına almak zorundayız; bunların direnci zor yoluyla kırılmak zorunda; ve baskının olduğu yerde, zorun olduğu yerde, özgürlüğün bulunmadığı, demokrasinin bulunmadığı açıktır.

F. Engels, okuyucunun hatırlayacağı üzere. Bebel’e yazdığı mektupta, “proletarya, henüz devleti kullandığı sürece, onu özgürlük adına değil hasmını baskı altında tutmak için kullanır ve özgürlükten söz edebilir duruma gelinir gelinmez, bu anlamıyla devletin varlığı son bulmuş olur”[4] dediğinde, bunu mükemmel bir şekilde ifade etmiştir.

Halkın büyük çoğunluğu için demokrasi ve halkı sömürenlerin ve ezenlerin zor yoluyla bastırılması, yani demokrasinin dışımı itilmesi: Kapitalizmden komünizme geçiş sırasında demokrasinin uğradığı değişiklik işte budur.

Ancak komünist toplumda, kapitalistlerin direnişi tümüyle ezildiğinde, kapitalistler ortadan kalktığında, artık hiçbir sınıf kalmadığında (yani, toplumsal üretim araçlarıyla ilişkileri açısından toplumun bireyleri arasında bir fark kalmadığında), işte ancak o zaman, “devletin varlığı son bulur” ve “özgürlükten söz edilebilir duruma gelinir*. Ancak o zaman gerçekten eksiksiz bir demokrasi, ne türden olursa olsun hiçbir istisnanın bulunmadığı bir demokrasi mümkün hale gelecek ve gerçekleştirilecektir. Ve ancak o zaman, demokrasi, şu basit nedenle, yok olup gitmeye başlayacaktır: Kapitalist kölelikten, kapitalist sömürünün görülmemiş dehşet, vahşet, saçmalık ve alçaklıklarından kurtulan insanlar, toplumsal ilişkilerin yüzyıllardır bilinen ve binlerce yıldır bütün öğretici eserlerde yinelenen temel kurallarına uymaya yavaş yavaş alışacaktır, bu kurallara, zor olmadan, baskı olmadan, bağımlılık olmadan, devlet denen özel baskı aygıtı olmadan uymaya alışacaklardır.

“Devlet yok olup gider” ifadesi çok yerinde bir seçimdir, çünkü sürecin hem tedriciliğin hem de kendiliğindenliğine işaret eder. Böyle bir etkiyi ancak alışkanlık yaratabilir ve kuşkusuz yaratacaktır; ne de olsa, çevremizdeki milyonlarca örnekte, insanların, sömürü olmadığında, öfke uyandıran, protestoya ve isyana yol açan, baskı altına alma gereksinimini yaratan hiçbir şey bulunmadığında, toplumsal ilişkilerin zorunlu kurallarına uymaya ne kadar kolay alıştıklarını görüyoruz.

Demek ki, kapitalist toplumda kuşa çevrilmiş, sefil, sahte bir demokrasi, yalnızca zenginler için, azınlık için bir demokrasi vardır. Proletarya diktatörlüğü, komünizme geçiş dönemi, sö­mürücülerin, azınlığın zorunlu olarak baskı altına alınmasıyla birlikte, ilk kez halk için, çoğunluk için demokrasiyi getirecektir. Gerçekten tam bir demokrasiyi ancak komünizm sağlayabilir ve bu demokrasi ne kadar eksiksiz olursa, o kadar çabuk gereksizleşecek ve kendiliğinden yok olup gidecektir.

Başka bir deyişle, kapitalizm koşullarında, sözcüğün gerçek anlamıyla devlet, yani bir sınıfın bir başkasını, üstelik azınlığın çoğunluğu baskı altına almasını sağlayan özel bir mekanizma vardır. Doğal olarak, sömürülen çoğunluğun sömürücü azınlık tarafından sistemli bir şekilde baskı altına alınması gibi bir görevin başarıyla yerine getirilmesi, baskı altına alma işinde en büyük gaddarlık ve vahşete başvurmayı, insanlığın kölelik, serflik vs. ücretli emek koşullarında gerçekten geçtiği kan denizlerini gerektirir.

Ayrıca, kapitalizmden komünizme geçiş sırasında baskı hâlâ gereklidir; ama bu artık sömürülen çoğunluğun sömüren azınlık üzerindeki baskısıdır. Özel bir aygıt, özel bir baskı mekanizması, “devlet” hâlâ gereklidir, ama bu artık bir geçiş devletidir; artık sözcüğün gerçek anlamıyla bir devlet değildir; çünkü sömürücü azınlığın dünün ücretli köleler çoğunluğu tarafından baskı altına alınması, görece o kadar kolay, basit ve doğal bir görevdir ki, kölelerin, sertlerin ve ücretli emekçilerin ayaklanmalarının bastırılmasında olduğundan çok daha az kan dökülecek, insanlık için bunun bedeli çok daha az olacaktır. Ve demokrasinin halkın böylesine ezici çoğunluğunu kapsayacak şekilde genişletilmesiyle birlikte baskı için bir özel mekanizmaya duyulan ihtiyaç da yok olmaya başlayacaktır. Doğal olarak, sömürücüler, bu görevi yerine getirecek son derece karmaşık bir mekanizma olmadan halkı baskı altına alamaz; ama halk, sömürücüleri çok basit bir “mekanizmayla bile, hatta “mekanizma” olmadan, özel bir aygıt olmadan bile, yalnızca silahlı kitlelerin örgütlenmesiyle (sonraki gelişmeleri düşünerek söyleyecek olursak, örneğin İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleriyle) baskı altına alabilir.

Son olarak, devleti sadece komünizm tümüyle gereksiz kılar, çünkü komünizmde baskı altına alınacak hiç kimse (bir sınıf an­lamında, nüfusun belirli bir bölümüne karşı yürütülen sistemli bir mücadele anlamında “hiç kimse”) bulunmaz. Biz ütopyacı değiliz ve tek tek kişilerin aşırılıklarının mümkün ve kaçınılmaz olduğunu ya da bu tür aşırılıkların bastırılması gerektiğini hiçbir şekilde reddetmeyiz. Ama birincisi, bunun için özel bir meka­nizma, özel bir baskı aygıtı gerekmez; bu, modern toplumda bile herhangi bir uygar insan topluluğunun kavgaya tutuşanları ayırması ya da bir kadını şiddetten koruması örneklerindeki kadar basitçe ve kolayca, silahlı halkın kendisi tarafından yapılacaktır. Ve İkincisi, toplumsal ilişki kurallarının çiğnenmesi anlamına gelen aşırılıkların temel toplumsal nedeninin, kitlelerin sömürülmeleri, yokluk çekmeleri vs. yoksullukları olduğunu biliyoruz. Bu temel nedenin ortadan kaldırılmasıyla birlikte aşırılıklar da kaçınılmaz olarak “yok olup gitmeye” başlayacaktır. Bunun ne kadar çabuk ve hangi sırayla gerçekleşeceğini bilmiyoruz, ama yok olup gideceklerini biliyoruz. Aşırılıkların yok olup gitmesiyle birlikte devlet de yok olup gidecektir.

Marx, söz konusu gelecekle, yani komünist toplumun alt ve üst evreleri (düzeyleri, aşamaları) arasındaki farklarla ilgili olarak bugün tanımlanabilecek olan şeyleri, ütopyacılığa düşme­den, daha ayrıntılı bir şekilde tanımlamıştır.

3. Komünist Toplumun İlk Evresi

Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde, Lassalle’ın, sosyalizmde işçinin “emeğinin ürünü eksiltilmemiş olarak” ya da “tümüyle” alacağı yönündeki görüşünü ayrıntılı bir şekil­de çürütür. Marx, üretimin artırılması, “aşınan ve yıpranan” makinelerin yenilenmesi vb. iç n, toplumun toplam toplumsal emeğinden bir yedek fonun ayrılması; ayrıca, yönetim harca­maları, okullar, hastaneler, yaşlı bakımevleri vb. için tüketim araçlarından bir fonun ayrılması gerektiğini gösterir.

Lassalle’ın kullandığı belirsiz, bulanık, genel ifade (“işçiye emeğinin ürününün tümü”) yerine, Marx, sosyalist toplumun işlemi tam olarak ne şekilde yürütmek zorunda kalacağı konu­sunca ayakları yere basan bir tahminde bulunur. Marx, kapita­lizmin bulunmayacağı bir toplunun yaşam koşullarının somut bir çözümlemesine girişir ve şöyle der:

“Burada [işçi partisinin programını çözümlerken] ele almamız gereken şey, kendisine ait olan temel üzerinde geliştiği hâliyle de­ğil, tersine, kapitalist toplumdan daha yeni çıktığı hâliyle, dolayı­sıyla da her ayıdan, iktisadi, ahlaki, düşünsel olarak, rahminden yıktığı eski toplumun doğum lekelerini hâlâ taşıyan bir komünist toplumdur.”

Marx’ın, komünist toplumun “ilk” ya da alt evresi dediği, kapitalizmin rahminden gün ışığına henüz yeni çıkmış olan ve eski toplumun doğum lekelerini her açıdan taşıyan komünist toplum, işte bu komünist toplumdur.

Üretim araçları artık bireylerin özel mülkiyeti altında değil­dir. Üretim araçları toplumun tümüne aittir. Toplumsal olarak gerekli olan emeğin belirli bir kısmını sağlayan her bir toplum üyesi, toplumdan, belirli bir miktarda emek sağlamış olduğunu gösteren bir belge alır. Ve bu belgeyle, tüketim mallarının bulun­duğu kamu mağazalarından ona karşılık gelen miktarda ürün alır. Dolayısıyla her işçi, kamu fonuna ayrılan emek miktarı dü­şüldükten sonra topluma verdiği kadarını geri alır.

“Eşitlik”, saltanatını kurmuş gibidir.

Oysa Lassalle (genellikle sosyalizm denen, ama Marx tarafın­dan komünizmin ilk evresi olarak adlandırılan) böyle bir toplum düzenini kastederek, bunun “adil bölüşüm” olduğunu, “herkesin eşit emek ürünleri üzerinde eşit haklara sahip olması” olduğunu söylediğinde yanılır ve Marx onun yanılgısını açığa çıkarır.

“Eşit hak”, der Marx, burada gerçekten vardır; ama bu hâlâ “burjuva hakkı”dır ve her hak gibi eşitsizliğin varlığına dayanır. Her hak, gerçekte aynı olmayan, kendi aralarında eşit olmayan farklı insanlar için aynı ölçeğin kullanılmasıdır; dolayısıyla, “eşit hak”, bir eşitlik ihlali ve bir adaletsizliktir. Aslında, başkalarıyla aynı miktarda toplumsal emek sağlamış olan herkes, toplumsal üründen (yukarıda anılan kesintilerden sonra) eşit bir pay alır.

Oysa insanlar aynı değildir: Bazısı güçlüdür, bazısı zayıf; ba­zısı evlidir, bazısı değildir; bazısının daha fazla çocuğu vardır, bazısının daha az vb. Ve Marx’ın çıkardığı sonuç şudur:

“Aynı miktarda iş yapıldığında ve dolayısıyla da toplumsal tüke­tim fonundan eşit pay alındığında, aslında biri diğerinden daha fazla almış olur, biri diğerinden daha zengin olur vb. Bütün bu kusurların önüne geçilebilmesi için, hakkın, eşit olmak yerine eşitsiz olması gerekirdi.”

Demek ki, komünizmin ilk evresi henüz adaleti ve eşitliği sağlayamaz: Zenginlik farklılıkları, hem de haksız farklılıklar hâlâ var olacak, ama insanın insan tarafından sömürülmesi ola­naksız duruma gelecektir, çünkü üretim araçlarına, fabrikalara, makinelere, toprağa vb. el koyup onları özel mülkiyet altına al­mak mümkün olmayacaktır. Marx, Lassalle’ın genel olarak “eşitlik” ve “adalet” konusundaki küçük burjuvaca, bulanık sözlerini yerle bir ederken, ilk aşamada yalnızca üretim araçlarının birey­ler tarafından ele geçirilmesi “adaletsizliğini” yok etmek zorun­da olan ve tüketim mallarının (gereksinimlere göre değil) “har­canan emeğe göre” dağıtılmasından doğan öteki adaletsizliği bir anda yok edemeyecek olan komünist toplumun gelişme sürecini gösterir.

Aralarında burjuva profesörlerinin ve “bizim” Tugan’ın[5] da bulunduğu bayağı iktisatçılar, sosyalistleri, insanların eşit ol­madığını unutmakla ve bu eşitsizliği ortadan kaldırmayı “hayal etmek ‘le suçlayıp durur. Oysa gördüğümüz gibi böyle bir suçla­ma olsa olsa burjuva ideologlarının aşırı derecede cahil olduk­larını kanıtlar.

Marx, insanların kaçınılmaz eşitsizliğini en büyük titizlikle göz önüne almakla kalmaz, aynı zamanda, sadece üretim araçla­rının tüm toplumun ortak mallarına dönüştürülmesinin (buna genellikle “sosyalizm” denir), bölüşümdeki kusurları ve ürünler “harcanan emeğe göre” dağıtıldığı sürece egemenliğini sürdüren “burjuva hakkımın eşitsizliğini ortadan kaldırmadığını da göz önüne alır.

“Ama bu kusurlar”, diye devam eder Marx, “uzun doğum sancı­larının ardından kapitalist toplumdan henüz yeni çıktığı hâliyle komünist toplumun ilk evresinde kaçınılmazdır. Hukuk hiçbir zaman toplumun iktisadi yapısının ve bunun belirlediği kültürel gelişmişliğinin ilerisinde olamaz.”

Dolayısıyla, komünist toplumun (genellikle sosyalizm de­nen) ilk evresinde, “burjuva hukuku” tümüyle ortadan kalkmaz; sadece kısmen, sadece o ana kadar gerçekleştirilmiş olan iktisadi devrimle orantılı bir şekilde, yani sadece üretim araçları bakımından ortadan kalkar. “Burjuva hukuku”, üretim araçlarını bi­reylerin özel malları olarak görür. Sosyalizm ise üretim araçları­nı ortak mallara dönüştürür. “Burjuva hukuku” bu ölçüde -ama sadece bu ölçüde- ortadan kalkar.

Ne var ki, diğer kısmı söz konusu olduğunda, varlığını sür­dürür; ürünlerin ve çalışmanın toplumun bireyleri arasında paylaştırılmasının düzenleyicisi (belirleyici etmeni) olarak var­lığını sürdürür. Gerçi “çalışmayan yemek de yemesin” şeklindeki sosyalist ilke şimdiden hayata geçirilmiştir; “eşit miktarda emeğe eşit miktarda ürün” şeklindeki öteki sosyalist ilke de şimdiden hayata geçirilmiştir. Ama bu henüz komünizm değildir ve eşit olmayan bireylere eşit olmayan (gerçekten eşit olmayan) mik­tarlarda emek karşılığında eşit miktarlarda ürün veren “burjuva hukuku”nu henüz ortadan kaldırmaz.

Bu bir “kusurdur”, der Marx, ama komünizmin ilk evresinde kaçınılmazdır; çünkü ütopyacılığa düşmek istemiyorsak, kapi­talizm yıkılır yıkılmaz insanların hiçbir hukuk kuralı olmadan toplum için çalışmayı hemen öğreneceklerini düşünmemeliyiz ve kapitalizmin ortadan kaldırılması, böyle bir değişimin iktisa­di ön koşullarını bir çırpıda yaratmaz.

Ne var ki, elde “burjuva hukuku”nun kurallarından başka bir kural da yoktur. Bu nedenle, bunların yokluğu ölçüsünde, üre­tim araçları üzerindeki ortak mülkiyeti korurken çalışmada ve ürünlerin bölüşümünde eşitliği koruyacak olan bir devlete duyulan gereksinim varlığını sürdürür. Devlet, artık hiçbir kapital, hiçbir sınıf kalmadığında, dolayısıyla da baskı altıma alınabilecek hiçbir sınıf kalmadığında, yok olup gider. “Ama fiili eşitsizliği kutsayan “burjuva hukuku” korunmaya devam ettiğinden, devlet henüz tümüyle yok olup gitmiş değildir. Devletin tümüyle yok olup gitmesi için eksiksiz komünizme ulaşılmış olması gerekir.

4. Komünist Toplumun Üst Evresi

Marx devam eder;

“Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireyin işbölümüne köleleştirici bağımlılığı ve bununla birlikte aynı zamanda kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşıtlık ortadan kalktıktan sonra; çalışmanın kendisi, sadece bir geçim aracı olmaktan çıkıp, en önemli yaşamsal gereksinim hâline geldikten sonra; bireyin çok yönlü gelişmesiyle birlikte üretici güçler de arttıktan ve ortak zenginliğin tüm pınarları gürül gürül akmaya başladıktan sonra, ancak bu noktadan son, burjuva hukukunun dar ufku tümüyle aşılabilir ve toplum, bayraklarına şunlar yazabilir: Herkesten yeteneklerine göre, herkese gereksinimlerine göre!”

Engels’in “özgürlük” ve “devlet” sözcüklerinin bir araya getirilmesinin gülünçlüğü ile acımasızca alay ederken ileri sürdüğü görüşlerin doğruluğunu ancak şimdi tam olarak anlayabiliriz. Devlet var olduğu sürece, özgürlük yoktur. Özgürlük var olduğunda devlet olmayacak.

Devletin tamamen yok olup gitmesinin iktisadi temeli komünizmin gelişmesinin öylesine yüksek bir aşamasıdır ki, bu aşamada, kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşıtlık ortadan kalkar ve bunun sonucunda, modern toplumsal eşitsizliğin başlıca kaynaklarından biri sadece üretim araçlarının kamu mallarına dönüştürülmesiyle, sadece kapitalistlerin mülksüzleştirilmesiyle bir çırpıda ortadan kaldırılması da hiçbir şekilde mümkün olmayan bir kaynak ortadan kalkar.

Bu mülksüzleştirme, üretici güçlerin muazzam bir derecede gelişmesini mümkün kılacak. Ve kapitalizmin bu gelişmeyi daha şimdiden ne kadar inanılmaz bir şekilde geciktirdiğini, şimdiden ulaşılmış olan teknik düzeye dayalı olarak ne kadar büyük bir ilerleme sağlanabileceğini gördüğümüzde, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesinin kaçınılmaz olarak insan toplumunun üretici güçlerinin çok büyük bir gelişmesiyle sonuçlanacağını tam bir güvenle söyleyebiliriz. Ama bu gelişmenin hangi hızla devam edeceğini, işbölümünden kopma noktasına, kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşıtlığa son verme noktasına, çalışmayı “en önemli yaşamsal gereksinim”e dönüştürme noktasına ne kadar çabuk ulaşacağını bilmiyoruz ve bilmemiz mümkün değil.

İşte bu nedenle, sadece, devletin kaçınılmaz olarak yok olup, gideceğini söyleyebiliyor ve bu sürecin uzun süreliliğini ve komünizmin üst evresinin gelişme hızına bağımlılığını vurgulayabiliyor, ama devletin yok olup gitmesinin ne kadar zaman alacağı ya da bunun hangi somut biçimlere bürüneceği sorularını karşılıksız bırakıyoruz, çünkü bu soruları cevaplamak için elimizde hiçbir malzeme bulunmuyor. Devletin tümüyle yok olup gitmesi, toplum “Herkesten yeteneğine göre” ilkesini hayata geçirdiğinde, yani, insanlar, toplumsal ilişkilerin temel kurallarına uymaya, yeteneklerine göre gönüllü olarak çalışmaya başlayacakları kadar alıştıklarında ve emekleri, bunu yapmalarını sağlayacak kadar üretkenleştiğinde mümkün hâle gelecek. İnsanı, bir Shylock[6] katı yürekliliğiyle, birinin bir başkasından yarım saat daha fazla çalışıp çalışmadığını birinin bir başkasından daha az ücret alıp almadığını hesaplamak zorunda bırakan “burjuva hukukunun dar ufku” o zaman aşılmış olacak. O zaman, toplumun, ürünleri paylaştırırken, her bir bireyin alacağı miktarı düzenlemesine gerek kalmayacak; herkes, özgürce, “gereksinimlerine göre” alacak.

Burjuva bakış açısıyla, böyle bir toplum düzeninin “katıksız ütopya” olduğunu ileri sürmek ve tek tek yurttaşların emekleri üzerinde hiçbir denetim olmaksızın, herkese toplumdan istediği kadar yer mantarı, otomobil, piyano vb. alma hakkını vaat ediyorlar diye sosyalistlere dudak bükmek kolaydır. Bugün bile burjuva “bilgin”lerinin çoğu bu şekilde dudak bükmekle yetiniyor ve böylece hem cehaletlerini hem de kapitalizmi kendi çıkarları doğrultusunda savunduklarını açığa vuruyorlar.

Cehaletlerini açığa vuruyorlar, çünkü komünizmin gelişmesinin üst evresinin gelişini “vaat etmek” hiçbir sosyalistin aklının ucundan geçmemiştir; büyük sosyalistlerin, bu evrenin geleceği öngörüsüne gelince, bu, şimdiki emek üretkenliğini ve Pomyalovski’nin öykülerindeki[7] din okulu öğrencileri gibi kamu servetine “sırf eğlence olsun diye” zarar verebilen ve olmadık şeyler isteyen günümüzün sıradan insanını temel almaz.

Sosyalistler, komünizmin “üst” evresi gelene kadar, emeğin ölçüsü ve tüketimin ölçüsü üzerinde toplum ve devlet tarafından en sıkı denetimin uygulanmasını ister; ama bu denetim, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesiyle, işçilerin kapitalistler üzerindeki denetiminin kurulmasıyla başlamak ve bir bürokratlar devleti tarafından değil, silahlı işçilerin devleti tarafından uygulanmak zorundadır. Burjuva ideologlarının (ve onların Tsereteli’ler, Çernov’lar ve kafadarları gibi çanak yalayıcılarının) kapitalizmi kendi çıkarları doğrultusunda savunurken yaptıkları şey günümüz siyasetinin can alıcı ve yakıcı sorununun yerine, yani kapitalistlerin mülksüzleştirilmesinin, bütün yurttaşların tek bir dev “sendika’nın (bütün devletin) işçilerine ve çalışanlarına dönüştürülmesinin ve bu sendikanın bütün işlerinin gerçekten demokratik bir devlete, İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri devletine tamamen bağımlı kılınmasının yerine, uzak geleceğe ilişkin tartışmaları ve boş sözleri geçirmektir.

Kitaplar devirmiş bir profesör, onun ardından bir dar kafalı ve onun ardından da Tsereteli’ler ve Çernov’lar, saçma sapan ütopyalardan, Bolşeviklerin demagojik vaatlerinden ve sosyalizmi “getirmenin” olanaksızlığından söz ederken, aslında, “getirilmesi” hiçbir şekilde mümkün olmadığından hiç kimsenin vaat etmediği, dahası “getirmeyi” aklından bile geçirmediği, komünizmin üst aşamasını ya da evresini kastediyorlar.

Ve bu da bizi, Engels’in “Sosyal-Demokrat” adının yanlışlığı hakkındaki yukarıda aktardığımız sözlerinde değindiği, sosyalizm ile komünizm arasındaki bilimsel ayrım sorununa getiriyor. Siyasal açıdan, komünizmin ilk ya da alt evresi ile üst evresi arasındaki ayrım, zamanla, muhtemelen muazzam derecede büyüyecektir; ama bu ayrımı bugün, kapitalizm koşullarında vurgulamak gülünç olur ve bunu olsa olsa tek tek bazı anarşistler en önemli sorun olarak alabilir (o da, bugün hâlâ, Kropotkin’lerin, Grave’lerin, Cornelissen’lerin ve anarşizmin öteki “yıldız”larının, onurlu ve vicdanlı kalmayı başarmış birkaç anarşistten biri olan Ge’nin belirttiği gibi, “Plehanov’ari” bir şekilde birer sosyal şoven ya da “anarko-siperci”[8] olup çıkmalarından hiçbir ders almamış anarşistler kaldıysa tabii),

Ama sosyalizm ile komünizm arasındaki bilimsel ayrım açıktır. Marx, genellikle sosyalizm olarak adlandırılan şeye, komünist toplumun “ilk” ya da alt evresi diyordu. Üretim araçlarının ortak mallar hâline gelmesi ölçüsünde, “komünizm” sözcüğü burada da kullanılabilir; ancak bunun eksiksiz komünizm olmadığı unutulmamalıdır. Marx’ın açıklamalarının taşıdığı büyük önem, onun materyalist diyalektiği, gelişme teorisini burada da tutarlılıkla uygulamasında ve komünizmi kapitalizmin bağrından çıkıp gelişen bir şey olarak görmesindedir. Marx, skolastik felsefe yoluyla icat edilmiş, “uydurulmuş” tanımlar yerine ve sözcükler üzerine verimsiz tartışmalar (Sosyalizm nedir? Kapitalizm nedir?) yerine, komünizmin iktisadi olgunluk aşamaları denebilecek olan şeyin bir çözümlemesini sunar.

Komünizm, ilk aşamasında ya da ilk evresinde, henüz iktisadi olarak tümüyle olgunlaşmış ve kapitalizmin geleneklerinden ya da kalıntılarından tümüyle arınmış olamaz. Komünizmin, ilk evresinde, “burjuva hukukunun dar ufkunu” koruması şeklindeki ilginç görüngü bundan kaynaklanır. Kuşkusuz, tüketim mallarının bölüşümüne ilişkin burjuva hukuku, kaçınılmaz olarak, burjuva devletinin varlığını gerektirir; çünkü hukuk kurallarına uyulmasını zorla sağlayabilecek bir aygıtın yokluğunda, hukuk bir hiçtir.

Bunlardan da, komünizmde, bir süre boyunca yalnızca burjuva hukukunun değil, (burjuvazisiz!) burjuva devletinin bile varlığını sürdürdüğü sonucu çıkar.

Bu, bir paradoks gibi ya da sadece bir diyalektik bilmecesi gibi görünebilir; Marksizmde, onun olağanüstü derin içeriğini incelemek için en küçük bir çaba harcamamış kişiler tarafından, sık sık, bir diyalektik bilmecesi olmakla suçlanır.

“Ama gerçekte, yaşam, hem doğada hem de toplumda, yeninin içinde varlığını sürdüren eskinin kalıntılarını adım başı karşımıza çıkarır. Marx, bir “burjuva* hukuku kırıntısını keyfi bir şekilde komünizme sokmamış, kapitalizmin rahminden çıkan bir toplumda iktisadi ve siyasal açıdan neyin kaçınılmaz olduğunu göstermiştir.

Demokrasi, işçi sınıfının kapitalistlere karşı yürüttüğü kurtuluş mücadelesinde çok büyük önem taşır. Ama demokrasi, hiçbir şekilde, aşılmaması gereken bir sınır değildir; sadece, feodalizmden kapitalizme ve kapitalizmden komünizme giden yoldaki aşamalardan biridir.

Demokrasi, eşitlik demektir. Eşitliği doğru bir şekilde yorumlayarak, ondan sınıfların ortadan kalkmasını anlarsak, proletaryanın eşitlik mücadelesinin ve bir slogan olarak eşitliğin büyük önemi açıklık kazanır. Ama demokrasi sadece biçimsel eşitlik demektir. Ve üretim araçlarının mülkiyeti açısından toplumun bütün bireylerinin eşitliği, yani iş ve ücret eşitliği sağlanır sağlanmaz, insanlık kaçınılmaz olarak daha ileriye gitme, biçimsel eşitlikten gerçek eşitliğe geçme, yani “herkesten yeteneklerine göre, herkese gereksinimlerine göre” kuralını hayata geçirme sorunuyla karşı karşıya kalacaktır. İnsanlığın bu en yüksek hedefe hangi aşamalardan geçerek, hangi pratik önlemler aracılığıyla ilerleyeceğini bilmiyoruz ve bilemeyiz “Ama, sosyalizmi cansız, kemikleşmiş, asla değişmeyecek bir şey olarak gören sıradan burjuva sosyalizm anlayışının ne kadar büyük bir yalan olduğunu; oysa gerçekte, kamusal yaşamın ve kişisel yaşamın bütün alanlarında, ileriye doğru, önce nüfusun çoğunluğunu sonra da tümünü kucaklayan, hızlı, gerçek, hakiki bir kitle hareketinin ancak sosyalizmle birlikte başlayacağını kavramak önemlidir.

Demokrasi bir devlet biçimi, devlet türlerinden biridir. Dolayısıyla, her devlet gibi demokrasi de, bir yandan, kişilere karşı örgütlü, sistemli zor kullanımını temsil eder; ama öte yandan da, yurttaşların eşitliğinin, devletin yapısının belirlenmesi ve devletin yönetilmesi konularında herkesin eşit haklara sahip olduğunun resmen tanınması anlamına gelir. Ve bu da, gelişmesinin belli bir aşamasında, demokrasinin, ilkin, kapitalizme karşı devrimci bir mücadele yürüten sınıf, yani proletaryayı birleştirmesiyle ve proletaryanın, burjuva, hatta cumhuriyetçi burjuva devlet mekanizmasını, sürekli orduyu, polisi ve bürokrasiyi ezmesini, paramparça etmesini ve yeryüzünden silmesini ve bunların yerine, daha demokratik bir devlet mekanizmasını, ama, bütün halkın katıldığı bir milis oluşturma yolunda ilerleyen silahlı işçiler şeklinde bile olsa, yine bir devlet mekanizmasını geçirmesini mümkün kılmasıyla sonuçlanır.

Bu noktada “nicelik niteliğe dönüşür”; Bu düzeyde bir demokrasi, burjuva toplumunun sınırlarının aşılması ve onun sosyalist yeniden örgütlenmesinin başlaması anlamına gelir. Gerçekten de herkes devlet yönetimine katılırsa, kapitalizmin tutunacak dalı kalmaz. Diğer yandan, kapitalizmin gelişmesi de, gerçekten “herkes’in devlet yönetimine katılmasını mümkün kılan ön koşulları yaratır. Bu temellerden bazıları, en ileri kapitalist ülkelerde daha şimdiden ulaşılmış bir hedef olan herkesin okuma yazma bilmesi, ayrıca, posta hizmetlerini, demiryollarını, büyük fabrikaları, büyük ölçekli ticareti, bankacılığı vb. vb. kapsayan dev, karmaşık, toplumsallaştırılmış aygıt tarafından milyonlarca işçinin “eğitilmesi ve disipline sokulması”dır.

Bu iktisadi ön koşulların varlığında, kapitalistlerin ve bürokratların alaşağı edilmesinden sonra, üretimin ve bölüşümün denetlenmesi, çalışmanın ve ürünlerin hesapların tutulması işlerinde, kapitalistlerin ve bürokratların yerine, hemen, bir gecede, silahlı işçilerin, silahlı halkın tümünün geçirilmesi pekâlâ mümkündür. (Denetim ve muhasebe sorunu, mühendisler, tarım uzmanları ve benzerleri gibi bilimsel olarak eğitilmiş personel sorunuyla karıştırılmamalıdır. Bu beyler bugün kapitalistlerin istekleri doğrultusunda çalışıyor ve yarın silahlı işçilerin istekleri doğrultusunda daha da iyi çalışacaklar.)

Muhasebe ve denetim: Komünist toplumun ilk evresinin “harekete geçirilmesi” düzgün işlemesi için en çok gerekli olan şeyi budur. Tüm yurttaşlar, silahlı işçilerden oluşan devletin ücretli memurlarına dönüşür. Tüm yurttaşlar, ülke çapındaki ek bir devlet “sendika”sının çalışanları ve işçileri hâline gelir. Eşit şekil de çalışmalarından, kendilerine düşen işleri gerektiği gibi yapmalarından ve eşit ücret almalarından başka hiçbir şey gerekmez, Bunun için gerekli olan muhasebe ve denetim, kapitalizm tarafından son derece basitleştirilmiş ve okuma yazması olan herkesin yapabileceği, gözetim ve kayıt tutma gibi aşırı derecede basit işlemlere indirgenmiştir; bunlar için dört işlem bilgisi ve uygun makbuzları düzenleyebilir olmak yeterlidir![9]

Halkın çoğunluğu bu tür hesapları kendi başına ve her yer de tutmaya ve (artık çalışanlara dönüşmüş olan) kapitalistler ve kapitalist alışkanlıklarını koruyan entelektüel beyefendiler üzerinde bu tür bir denetim uygulamaya başladığında, bu denetim gerçekten evrensel, genel bir denetim ve gerçek bir halk denetimi hâline gelecek, bundan hiç kimse yakasını sıyıramayacak, “kaçılacak” hiçbir yer kalmayacaktır.

Bütün bir toplum, çalışma ve ücret eşitliğinin bulunduğu tek bir büro ve tek bir fabrika durumuna gelmiş olacaktır.

Ama proletaryanın, kapitalistleri alt ettikten, sömürücüleri alaşağı ettikten sonra, toplumun tümüne yayacağı bu “fabrika” disiplini, asla bizim idealimiz ya da nihai hedefimiz değil, yalnızca, toplumu kapitalist sömürünün tüm rezillik ve iğrençliklerinden tepeden tırnağa arındırmak ve ilerlemeye devam etmek için gerekli olan bir adım. Toplumun bütün üyelerinin ya da en azından büyük çoğunluğunun devleti kendi başlarını yönetmeyi öğrendikleri, bu işi kendi ellerinde aldıkları, çok küçük bir kapitalist azınlık, kapitalist alışkanlıklarını sürdürmek isteyen beyefendiler ve kapitalizmin iyiden iyiye bozduğu işçiler üzerinde denetim “kurdukları” andan başlayarak, her tür yönetim gereksinim: tümüyle ortadan kalkmaya başlar. Demokrasi ne kadar eksiksiz olursa, onun gereksizleşeceği an o kadar yakındır. Silahlı işçilerden oluşan ve “artık sözcüğün gerçek anlamıyla bir devlet olmayan” “devlet” ne kadar demokratik olursa, her tür devlet o kadar hızlı bir şekilde yok olup gitmeye başlar.

Çünkü tüm insanlar yönetmeyi öğrenmiş olduğunda ve toplumsal üretimi fiilen kendi başlarına yönettiklerinde, hesapları kendi başlarına tuttuklarında ve asalaklar, zengin çocukları, dolandırıcılar ve “kapitalist geleneklerin” diğer “bekçi”ler üzerinde denetim sağladıklarında, ülke çapındaki bu muhasebe ve denetiminden kaçmak ister istemez öylesine akıl almaz derecede zorlaşacak, öylesine ender bir istisna hâline gelecek ve herhalde öylesine hızlı ve şiddetli cezalandırmalarla karşılaşacaktır ki (çünkü, silahlı işçiler, duygusal entelektüeller değil pratik insanlardır ve kimsenin kendilerini oyalamasına kolay kolay izin vermeyeceklerdir), toplumsal yaşamın basit, temel kurallarına uyma zorunluluğu çok kısa bir süre içinde alışkanlığa dönüşecektir.

İşte o zaman komünist toplumun ilk evresinden üst evresine geçişin ve onunla birlikte devletin tümüyle yok olup gitmesinin yolu tamamen açılmış olacaktır.

Yazılış Tarihi: Ağustos-Eylül 1917

 

DİPNOTLAR:

[1] Bu bölüm şu çeviriden aktarılmıştır: V. I. Lenin. Devlet ve Devrim, çev: M. Halim Spatar ve Celal Üster. Yordam Kitap. İstanbul. Ocak 2016, s. 111-131. -Türkçe ed. (Elinizdeki Türkçe baskının editörü.)

[2] Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nden bir alıntı, der.

[3]Marx‘ın Fransa’da İç Savaşından söz ediliyor. ~der.

[4] Engels’in 18-28 Mart 1875’te August Bebel’e yazdığı mektuptan bir alıntı, der.

[5] Mihail Tugan-Baranovski. – Türkçe ed.

[6] Shakespeare’in Venedik Taciri adlı oyunundaki zengin Yahudi tefeci karakteri- Türkçe ed.

[7] Bir din okulunun, aşırı cehaletleriyle ve barbarca alışkanlıklarıyla kötü ün kazanan öğrencileri kastediliyor. Rus yazar N.G. Pomyalovski bu öğrencileri betimlemişti. – Türkçe ed.

[8] Aleksandr Ge (1879-1919), bir anarşist olmasına karşın, Birinci Dünya Savaşı sırasında anarşistlerin kendi emperyalist burjuvazilerini desteklemelerini mahkum etti. Birinci Dünya Savaşı’na “siper savaşı” da denmesinden esinlenerek, onları “anarko-siperci” olarak nitelendirdi. Bolşeviklerin “emperyalist iç şavaşa dönüştürme” sloganını benimseyerek enternasyonalist bir tutum takındı. Büyük Ekim Devriminden sonra Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesinde yer aldı.-çev.

[9] Devlet işlevlerinin en önemli bölümü işçilerin kendileri tarafından yapacak olan bu tür muhasebe ve denetim işlerine indirgendiğinde, devlet, bir “siyasal devlet” olmaktan çıkacak ve “kamu görevleri siyasal niteliklerini yitirecek ve basit idari görevlere dönüşecektir.” [Lenin]