Gündem Şiddet Sorun Cezasızlık Çözüm Koşulsuz Kadın Dayanışması – Çiğdem Altunok

Şiddet içeren toksik ilişkilerden kurtulup bağımsızlaşmanın yollarından en önemlisi kadının güçlenmesidir. Bu da erkeğin aşama aşama yıktığı kendine güveni yeniden inşa etme ve şiddetin gerekçesinin olamayacağını ve bu ilişkiye mecbur olmadığını anlamasından geçer. İlişkileri süresince etrafından koparılıp, yalnız bırakılan kadınların yeniden güçlenmelerinin yolu kadın dayanışmasından, kız kardeşlikten geçer.

Eric Fromm, “Özgürlükten Kaçış”[1] kitabına insanın neden kendi özgürlüğünü diktatörlerin eline bırakmaya ve bir robot gibi yaşamaya razı olduğu sorgulaması ile başlar. Kadınlar özelinde de kadının bağımsızlaşmayı içselleştirememesi ile başlayan teorik tartışmalar, şiddet gördüğü erkekten kopamamaya değin sorgulamalara varır. Bu sorgulamalar sırasında göz ardı edilen noktalardan biri; toplumsal cinsiyet rollerinin yerleşikliğinden ötürü, doğumundan itibaren korunmaya, sevilmeye ve bir kurtarıcıya muhtaç olduğu öğretilen kadınların gün gelip de artık kurtarılmayı beklemeden hayatları ile ne yapacaklarına kendilerinin karar verebilecekleri söylendiğinde, yaşadıkları özgürlük korkusudur.

Colette Dowling Sindirella Kompleksi’nde[2] “özgürlüğün ürkütücü olmasının telaşla geri kaçmamıza, güvenli, tanıdık, bildik bir yere sığınmamıza neden olduğunu” belirtir. Uzaklaşma fırsatımız varken ortaya çıkan geri çekilme eğilimine sebep olarak korkuyu göğüsleyip aşmaya alışık olmamamızı gösterir. Çünkü Dowling’e göre “kadınlar, çocukluktan itibaren sağlıksız ölçüde bağımlı olmaya özendirilmektedir. Erkeklere bu öz-yeterliliği bahşeden doğa değildir; eğitimdir. Erkekler, doğdukları günden itibaren bağımsızlık için eğitilir. Tam tersine kızlara ise bir çıkış yolları olduğu, bir gün, bir şekilde kurtarılacakları öğretilir.” Öte yandan gün gelir ve kadınların kendilerini bu sözde kurtarıcılar ve içinde bulundukları şiddet sarmalından kurtarmaları gerekir ve beklenir.

Şiddete Uğrayanı Değil Uygulayanı Yargıla

Bu beklentinin dozu kimi zaman şiddetin ve şiddet uygulayanın eleştirilmesinden çıkıp buna maruz kalanın yargılanmasına doğru artar. Fiziksel, cinsel, ekonomik ya da psikolojik formlarda şiddet içeren ilişkilerde kadın bağımsızlık korkusu temelinde ekonomik, fiziksel, toplumsal ve psikolojik gerekçelerle ilişkiye devam eder. Ekonomik koşullarının yetersizliği ve güvencesizlik, sosyal güvenlik politikalarının yokluğu ve kadınları kapsamaması, bir iş ve gidecek yerin olmaması sebepleri ile şiddete uğradığı evde kalan (kalmak zorunda bırakılan) kadınların varlığı, hepimizin malumu. Öte yandan çocuklarının olması da kadınlar için kuvvetli bir gerekçe olmakta.

Toplum gözünde “yuva yapan dişi kuş” rolünden bir anda çocuklarına rağmen yuvasını yıkan “ne biçim anne”ye dönme ihtimali kadınların korkulu rüyası oluverir. Kadınların evi terk etme sonrası tekrar “baba evine” dönecek olmaları, aile ve toplumdan görecekleri baskı da onları caydıran sebepler arasındadır. Hepimizin içindeki “kamu vicdanı” çalışmayan, çocuklu bir kadının şiddet gördüğü evliliğini bitirememesini yine bir derece anlar; ama iş, güzel, ünlü, genç, eğitimli ya da ekonomik özgürlüğü olan bir kadının sevgilisini devam eden şiddete rağmen terk etmemesine geldi mi içimizden ona parmak sallayan biri çıkıverir.

Çok sevdiğimiz annemiz, kız kardeşimiz, yakın arkadaşımız, iş arkadaşımız ya da yan komşumuzun nasıl olup da kendisine bu denli zarar veren bir ilişkiyi sürdürdüğünü anlayamayız. Bol “Neden, Nasıl?”lı sorularla sorgularız, yargılarız, kızarız. En çok da bu ilişkiyi bitirmesi için destek olduğumuz ama bir süre sonra yine o ilişkiye dönen kadınları anlamakta zorlanırız. Onu “kurtarmak” için harcadığımız zaman ve emek için hayıflanırız. Bu yargılama bazı dillerde “bundan böyle başına ne gelse müstehaktır”ı zikretmeye kadar varır. Uzattığımız eli tutmadığı için, başka ellerin şiddetine uğraması anlaşılır olmuştur artık.

Halbuki şiddetin en ağır biçimlerinden birisi hem en görünmeyen olmasıyla hem de diğer tüm şiddet türlerinde de arka planda uygulanması sebebiyle psikolojik şiddettir. Fark edilme ve ispatlanmasının güçlüğü, ölçülememesi ve normalleştirilmesi nedeniyle çoğu zaman göz ardı edilir.

Psikolojik şiddet ağırlıklı ilişkilerde, kadınlar çoğunlukla “çok aşık olundukları ve oldukları ve tutku dolu sevildikleri” efsanesini duyar öte yandan bu şiddetin sebebinin kendisi olduğuna inandırılırlar.

Bir tiyatro oyunundan gelen ve psikolojik işkence yöntemi olarak bilinen Gaslighting¹de karısına çeşitli oyunlar oynayarak zamanla kendisinden şüphe etmesine yol açan bir erkeğin yaptığı gibi, narsistik erkekler de sürdürdükleri manipülatif yollarla karşı tarafı kendisinden şüphe eder duruma düşürüp, sürekli kontrol ederek şiddeti günden güne derinleştirir ve kişiyi kendisine bağımlı kılar. Bu tür bir ilişki içerisinde kadına, kendini kimi zaman “kraliçe” gibi hissettirirken öte yandan insanlığını unutturan da yine bu adamlardır. “Seni benim kadar kimse sevemez”lerle kadını, “sensiz ben bir hiçim”le kendisini kadına bağımlı kılar. Böylece kadın bu ilişkinin bitişinin hem kendi hem de “sevdiği” erkeğin sonu olacağına kuvvetli şekilde inanır. Bu şekilde; kadınlar ilişkinin değil, ilişkideki şiddetin bitmesini istediklerinden bir türlü ilişkiyi sonlandıramaz ve kendilerini sürekli tekrar eden bir döngüde bulurlar. Bu döngüyü besleyen bir başka nokta da; şiddet uygulayan kişinin “öfke hali sonrası pişman olmuş, af dileyen, sevgi(!) dolu halleridir”. Kadınlar sıklıkla bu pişmanlığın büyüsüne kapılıp, bunun tekrarlanmayacağına ya da zamanla değişeceğine güvenmek ister ve devam ederler. Oysaki boşanmaların genel geçer sebeplerinden biri şiddetli geçimsizliktir. Çünkü şiddetin olduğu ilişkide sevgi olamaz. Çünkü şiddet olan ilişki şiddetsiz var olamaz.

1960’larda yapılan bir deney sonrası ortaya atılan “öğrenilmiş çaresizlik” kavramı da harekete geçememenin anlaşılmasına yardımcı olur. Öğrenilmiş çaresizliğe göre canlılar, geçmişteki tecrübelerinden dolayı değişimi gerçekleştirmenin zor ve neredeyse imkansız olduğunu ve yine davranışlarının bir olay ya da durumun sonucu üzerinde hiçbir etkisi olmadığını düşünerek değişime karşı pasif bir direnç gösterebilmektedirler.[3] Öğrenilmiş çaresizlik, kontrol dışı, rahatsızlık uyandıran olaylara sürekli maruz kalmanın sonucu olarak öğrenme yeteneğinde azalma görülmesi şeklinde de açıklanır.

Öfke Dansı kitabında Dr. Herriet Lerner[4] ayrılık huzursuzluğunun daha çok, ayrılığa ve bireyselliğe karşı içimizde duyduğumuz ve kendimizi ifade etmekten kaçınmamızın beklendiği ilk aile deneyimlerimizden gelen hoşnutsuzluğa dayandığını iddia eder. Lerner’e göre bu tür taleplere özellikle kız çocukları duyarlı olur ve özerk “ben”e sahip çıkmaktansa ilişkideki “biz”i korumada ustalaşabilirler.

Bağımsızlık kaygısı ile benliğine, kendine sahip çıkmayı öteleyen kadının uğradığı şiddet hayatında korku, endişe, ümitsizlik duygusu, çaresizlik, utanç, suçluluk duygusu gibi kısa süreli etkilerin yanında değersizlik ve yetersizlik duygusu, düşük özgüven, yakın ilişkilerde zorluk, kendine yabancılaşma, içine kapanma gibi uzun süreli etkiler bırakır.

Gündem Şiddet Sorun Cezasızlık

Kadir Has Üniversitesi’nin beş yıldır gerçekleştirdiği “Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması” kadınların en büyük toplumsal sorunu olarak kadınların yüzde 64’ünün erkeklerin ise yüzde 56’sının şiddeti 1. sıraya koyduğunu gösteriyor. Aynı araştırmaya göre, kadınların eşleriyle ilişkisinden duyduğu memnuniyet azalıyor. Şiddetin boşanma için yeterli bir sebep olduğu, aile bütünlüğü ve düzeni için göz ardı edilecek bir durum olmadığı düşüncesine destek oranı yıldan yıla artıyor. Koruma talepleri artsa da dava kabul oranları düşüş gösteriyor.[5] Yani kadınlar artık eskisinden daha fazla şiddet sorununun farkında ve kendilerinden uzak tutmak istiyor fakat öte yandan mahkemelerin koruma kararını vermekten kaçındığını görüyoruz.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun raporuna göre 2019’da erkek şiddeti sonucu öldürülen 474 kadının 114’ü boşanmak istemesi, barışma isteğini reddetmesi, arkadaşlık isteğini reddetmesi gibi kendi hayatına dair karar almak istediği için öldürüldü. Koruma kararı almış ve boşanma davası çıkışında, koruma kararı istediği halde verilmediği için, ayrılma veya boşanma isteği bahane gösterilerek, evlenme teklifini kabul etmediği gerekçesiyle kadınlar erkek şiddetiyle öldürüldü veya yaralandı. Ayşe Paşalı, Emine Bulut, Ayşe Tuba Arslan boşandıkları erkekler tarafından katledilmeleri ile tanıdığımız kadınlar. Raporda; öldürülen kadınların 134’ünün evli oldukları erkek, 25’inin eskiden evli olduğu erkek, 51’inin birlikte olduğu erkek, 8’inin eskiden birlikte olduğu erkek, 29’unun amcası, eniştesi, evli olduğu erkeğin babası, kardeşinin evli olduğu erkek gibi akrabalık ilişkileriyle bağlı olduğu kişiler, yüzde 19’u tanıdık, 15’i babası, 13’ü kardeşi, 25’i oğlu, komşusu gibi en yakınındaki erkekler tarafından öldürüldüğü belirtiliyor.[6]

Diğer bir önemli gerçek de, kadınların %61’inin evlerinde öldürülmüş olmasıdır. Bu veriler bize şunu gösteriyor ki; Covid-19 salgını sebebiyle “evde kal” çağrılarının yapıldığı evler kadınlar için hiç de güvenli yerler değil ve yine o evlerdeki erkekler kadınlar için başlıca tehlike. Bir başka acı gerçek ise; erkek şiddetinin kadınları kendi hayatlarına dair karar almaları, boşanmaları sonrası da devam etmesi. Tam da bu noktada mevcut yasal düzenlemelerin uygulanması hususundaki eksiklerden bahsetmemiz gerekiyor.

Kadına yönelik şiddetle mücadelenin önündeki en önemli engellerden biri, sistematik bir cezasızlık politikasıdır. Soruşturma ve kovuşturma süreçlerinin makul bir sürede bitirilmesi, adaletin gecikmemesi ve mağdur ve tanıklara yeterli koruma ve güvencenin sağlanması cezasızlıkla mücadele açısından elzemdir. Bu bağlamda suçla orantılı bir cezanın belirlenmesi, hapis cezalarının ertelenmemesi yahut adalet duygusunu sarsacak biçimde seçenek yaptırımlara çevrilmemesi, failin salt duruşmalardaki “iyi hal”i esas alınarak cezaların indirilmemesi, özellikle nitelikli cinsel saldırı durumunda hapis cezası yerine para cezasına hükmedilmemesi cezasızlık durumunun ortadan kaldırılması için gereklidir.[7] Yani kadınların şiddeti hayatlarından uzak tutmak istemeleri ve hak arama mücadelesine kalkışmaları kadar bu arayışa cevap bulabilmeleri, gereken korumadan faydalanabilmeleri de önemlidir ve hatta elzemdir. Zira şiddet görene koruma, uygulayana da yaptırım olmadığı ve hatta tam tersi olduğu müddetçe şiddet sarmalı hem evlerde hem de yasama ve yargıda devam edecektir.

Koşulsuz Kadın Dayanışması

Şiddet içeren toksik ilişkilerden kurtulup bağımsızlaşmanın yollarından en önemlisi kadının güçlenmesidir. Bu da erkeğin aşama aşama yıktığı kendine güveni yeniden inşa etme ve şiddetin gerekçesinin olamayacağını ve bu ilişkiye mecbur olmadığını anlamasından geçer. İlişkileri süresince etrafından koparılıp, yalnız bırakılan kadınların yeniden güçlenmelerinin yolu kadın dayanışmasından, kız kardeşlikten geçer. Şiddet sarmalının içindeki bir kadının buradan çıkmasını beklerken, bunu desteklerken bunun sanıldığı kadar kolay olmadığını aklımızdan çıkarmamamız gerekir. O kadının şiddet “mağduru”, bir “kurban” bizlerinse onu çekip çıkaracak “kahramanlar” olmadığımızı, özgürleşmenin ancak kişinin hür ve bağımsız iradesiyle, hazır olduğunda gerçekleşebileceğini unutmamalıyız.

Dowling, (2) özgürlüğün ve bağımsızlığın, başkalarından alınamayacağı, sadece, yoğun emekler sonucu içeriden geliştirilebileceğini ve buna ulaşmak için, kendimizi emniyette hissetmek amacıyla kelepçe gibi kullandığımız her türlü bağımlılıktan vazgeçmek zorunda olduğumuzu vurgular.

Aslolan kadınların önce kendileri sonra da diğer kadınlar için ayağa kalkmalarını sağlayacak desteği her koşulda sunabilmektir. Biz eğer zehirli ilişkilere son veremeyen, şiddet uygulayıcısına kendini mecbur hisseden kadınları yargılamaya başlar, bunu nasıl bir türlü bitiremediklerini anlayamadığımızı tekrar eder durur ve bir de aramıza mesafe koyarsak dayanışmayı koşula bağlamış oluruz.

Dilimizden “şiddet mağduru”nu atmış ve karşısına “hayatta kalan”ı koymuş olmamız bize dayanışmayı sadece sona ermiş şiddete uğrayanlar üzerinden örme şartı yaratmaz. Yetişkin bir kadının kendisine şiddet uygulayan bir erkeği affetmesini arzulamayacağımız gibi onu buna iten sebepleri, şiddeti meşrulaştıran eril zihniyeti ve cezasızlığı savunan hükümeti de görmezden gelemeyiz. Unutmayalım ki, bu “affediş” ya da yasal şikayetin geri çekilmesi suçun niteliğini değiştirmez. Kadın kurtuluş mücadelesinin esası, kadına yönelik şiddet suçu ve bunu uygulayan, aklayan, yayan eril zihniyete karşı mücadelesinde yatar.

Dayanışma tüm vazgeçişlere, korkulara inat şiddet riski altında olan, şiddete maruz bırakılan, bu şiddeti şikayet eden, etmeyen ya da edemeyen, hukuki mücadelesi devam eden ya da bunu sürdürmeyen, baskılar altında ezilen, tecavüz eden kişi ile evlendirilen bütün kadınların sesini yükseltmeye ve yalnız olmadıklarını göstermeye devam etmektir. Dayanışma, tüm kadınların arkasında değil, yanlarında koşulsuz, şartsız şekilde yer alıp onlarla birlikte omuz omuza yürümeye devam etmektir. Kadın dayanışmasını sekteye uğratmak için elinden geleni ardına koymayan eril zihniyete verilebilecek en kuvveti direniş bu olacaktır.

[1] Fromm Eric, Özgürlükten Kaçış, 1996.

[2] Dowling Collette, Sindirella Kompleksi, 1992.

[3] https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/437960

[4] Lerner Dr. Herriet, Öfke Dansı, 1985.

https://www.milliyet.com.tr/pembenar/aile-terapisti-volkan-pelenk/psikolojik-iskence-gaslighting-2907073

[5] https://www.evrensel.net/haber/391841/turkiyede-kadinlarin-en-buyuk-sorunu-siddet-issizlik-ve-kadin-erkek-esitsizligi

[6] http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2889/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-2019-raporu

[7] http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/tekmakale/2015-4/11.pdf