Covid-19 Virüsünün İşaret Ettikleri

Küresel kapitalizmin yaldızlarının bir bir dökülüverdiği bugünlerde, devlet ve sermayenin doğası da kitleler nezdinde açığa çıkıyor. Sınıf savaşımının şiddeti ve görünürlüğü artıyor.  Zengin ve yoksul arasındaki uçurum açlık koşullarından daha da ileri giderek, ölüm-kalım gerçekliğine dönüşüyor ve yaşamsal bir mana kazanıyor.

1.Arafın Yeni Adı: Covid-19

Antonio Gramsci, “eski dünya ölüyor, yeni dünya doğmak için mücadele ediyor” diye kelimelere dökmüştü “Interregnum” olarak tanımladığı o melez, ara dönemi.

İki dünya arasında arafta kaldığımız bir ara dönemin, her şeyin mümkün hale geldiği, geleceğin izlerini taşıyan bir zamanın içindeyiz.

Şimdilerde bu arafın yeni bir adı, şimdiyi ve geleceği yatay ve dikey kesen küresel bir belirleyeni var: “Koronavirüs.”

2020 yılının ilk günlerinden itibaren gündemimize giren, bugünlerde iki yüzden fazla ülkede kitlesel ölümler ve vaka artışlarıyla birlikte seyreden, 10 Mart tarihi itibariyle, Dünya Sağlık Örgütü’nün “Pandemi” olarak ilan ettiği küresel bir salgın iklimini yaşıyoruz.

Kolektif olarak distopik bir filmin içine çekilivermişiz hissi veren ve ama gerçekliğin ta kendisi olan Covid-19, 2020 dünyasının ve belki de daha sonrasının ana gündemi, baş aktörü konumunda.

“Felaket kapitalizmi” diye tanımladığımız sermayenin karakteristiği, şimdilerde dünya halklarının gündelik deneyimi haline gelmiş vaziyette.

Yeni bir durumla karşı karşıyayız. Büyük bir krizin içinde ve henüz başındayız. Ekonomik, siyasal, toplumsal, psikolojik, kültürel çok yönlü kritik sonuçlara gebe olan, birçok alt-üst oluşu içerisinde barındıran bu küresel kriz, aynı zamanda varoluşsal bir karaktere sahip.

2.Yeryüzünün Üzerinde Dolaşan Hayalet

Halihazırda, kapitalizmin kendi krizinden çıkış stratejisi olarak devreye sokulan neo-liberal politikaların bir ürünü olarak, çoklu kriz ahvalinin derinleştiği bir momentumu yaşıyor, neo-liberal saldırılarla uç veren açlık, yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik, susuzluk, hava kirliliği, orman yangınları, seller, fırtınalar, canlı türlerinin yok oluşları, tarih, doğa, bellek yıkımı ve savaşlarla, yani siyasal, ekonomik, ekolojik krizler denkleminin getirdikleriyle yaşam mücadelesi veriyorduk.

Sermayenin krizinin yapısallaştığı, neo-liberalizmin süreğen bunalımının kendi sınırlarına gelip dayandığı bu uzun erimli an’ın içerisinde, bir yandan egemen güçlerin işçi, yoksul, göçmen, kadın, doğa düşmanı, muhafazakar, otoriteryan, faşist yönetim biçimlerinin iktidardaki suretlerini; bir yandan da bu gidişata karşı Fransa’dan, Latin Amerika’ya, Lübnan’dan Irak’a, İran’dan Endonezya’ya, Hindistan’dan Macaristan’a dünya halklarının kitlesel isyanının tezahür ettiği bir ikili gerçekliği deneyimliyorduk.

İşte, Covid-19, dünya ölçeğinde kapitalizmin yıkıcılığı karşısında dünya halklarının kitlesel isyanlarının yeni bir öznellik talebiyle güç biriktirerek devam ettiği, yeryüzünün üzerinde bir süredir başkaca fikirlerin dolandığı bir dönemin içinde baş gösterdi.

Ve şimdi Covid-19 adeta bir turnusol kağıdı yahut bir ayna gibi, kitleler nezdinde kapitalizmin gerçek yüzünü şimdiye değin belki de hiç olmadığı kadar açık etmeye, her şeyi çırılçıplak ortalığa saçmaya başladı.

Her ne kadar birileri, bütün dünyayı aynı anda vuran virüsün adaletinden, sınıf tanımazlığından dem vurmaya çalışsa da, virüs sınıfsallığıyla geldi.

3.Karantina Bir Sınıf Ayrıcalığı

Dünya nüfusunun yarısına yakının kısmen ev içine çekildiği, küresel bir karantina halini yaşıyoruz. Ancak karantinanın sınıfsal bir karakteri var. Dünyanın hemen her yerinde insanlar sınıfsal statüsüne göre, karantinaya girme hakkı(!) kazanıyor. Başta da, Türkiye’de.

Türkiye’de salgınla mücadele startı, oldukça geç kalınmış bir zaman diliminde, 11 Mart tarihi itibariyle verildi. Halihazırda devam eden devlet içi fraksiyonların geriliminin gitgide tırmandığı, ekonomik ve siyasal krizin alabildiğine derinleştiği bir dönemin içinde bu start verilmiş oldu. Bir yandan faşizmin kurumsallaşması adımlarının hızlandırıldığı öte yandan restorasyoncu güçlerin kendi adımlarını farklı eksenlerden atmaya çalıştığı, AKP’den kopan yeni partilerin programlarını deklare ettiği, siyasal iklimin oldukça hareketli olduğu bir atmosferde, ülke gündemine yerleşiverdi Covid-19 ile mücadele. Ancak ülkenin mevcut siyasal gündemine içkin bir şekilde ilerleyen ve önleyici ayaklar üzerine oturmayan oldukça yüzeysel ve yapay bir mücadele stratejisiyle gündemimizdeki yerini almış oldu virüs ve karantina.

“Evde Kal/Hayat Eve Sığar” bu dönemin ana sloganları olarak egemenler tarafından öne çıkarıldı. Virüse karşı ana önlem olarak bol kolonya soslu “evde kal” sloganı, “herkesin kendi OHAL’ini ilan edip kendi kendisini karantinaya alması” söylemiyle göndere çekildi. Ancak, en temel insani yaşamsal ihtiyaçların -sağlık, barınma, ısınma, su, elektrik, yeme-içme vs- neo-liberal uygulamalar çerçevesinde metalaştırılıp, özelleştirildiği küresel bir neo-liberalizm ikliminde evde kalmak da hastalıkla mücadele de neo-liberal saldırılardan artakalanlara erişim ve sınıfsal aidiyetlere göre farklılık arz ediyor.

4. Virüs ve Devletin Bekası

Hükümetin salgınla mücadeleye ayırdığı kaynak sadece 100 milyar lira, bu kaynağın hemen hepsi sermayeyi desteklemek üzere ayrılmış durumda. Açıklanan Covid-19 ile ekonomi paketinde büyük sermaye dışında kalanlar için ise zaten yer yok. Sağlık emekçileri başta olmak üzere, işe gitmeye ve üretim çarklarını döndürmeye zorlanan milyonlarca işçi için, bırakalım salgına karşı önlem almayı iktidarlardan beklenen “dostlar alışverişte görsün”cü söylemler bile dillendirilmiyor. En basitinden maske ve eldivenler bile devlet tarafından karşılanmıyor.

Onun yerine milli dayanışma ve seferberlik duyguları harekete geçirilmeye çalışarak, “Biz bize yeteriz” temalı IBAN numaralı destek kampanyası ile temenni siyaseti güdülüyor. AKP iktidarının bugüne değin ustaca yönettiği kimliksel-kültürel yarılma ahvali şu ana dek işlemedi, virüsün yarattığı yıkım alt sınıflarda İslamcı-Laik tanımıyor, doğrudan sınıfsal saldırılara maruz kalıyor herkes, dolayısıyla cepheleşme tümüyle sınıfsal olarak yaşanıyor.

O arada yerel yönetimlerle verilen savaşım bir yandan kayyımlarla sürdürülürken, bir yandan da iktidar partisinden olmayan yerel yönetimlerin-başta İstanbul-Ankara-İzmir olmak üzere- yürüttüğü salgınla mücadele ve dayanışma kampanyalarına, krizde olan devletin sopası gösterilerek hükümete yeni nefes boruları açılmak isteniyor.

Ancak, iktidarın halihazırda içerisinde bulunduğu çoklu krizler ve iktidarı da aşan devlet krizi ortadan kalkmış durumda değil, tersine krizler yapısallaşıyor, çelişkiler daha da belirginleşiyor. Hegemonya savaşımı müthiş bir hızla sürüyor.

Dolayısıyla içerisinde olunan ekonomik ve siyasi krizin yerine koronavirüs krizi ikame edilerek, krizi fırsata çevirmeye çalışıyor, mevcut krizleri görünmez hale getirme politikasını devreye sokuyorlar. Bu politika kapsamında, bizzat devlet güçleri tarafından müsrifçe kullanılarak tahrip edilen “devletin bekası” lafzı yine ve yeniden, bu kez Covid-19 ile mücadele başlığı altında masadaki yerini almış durumda.

Ancak devletin, devlet olma yükümlülüklerinin içi doldurulamıyor, devlet ve kurumları toplum için çözüm üretemiyor. Dahası, devlet, dayanışma kavramının içini boşaltarak ikameci bir mantıkla, dayanışma kavramına format atarak, kendi tekeline almaya çabalıyor. Ve ama tabii devlet kavramının bile topyekün bir devlet olmadığı koşullarda.

Halihazırda bir açmaza dönüşen kamu ve özel kurumlar ikiliği, herkes tarafından görünür hale geliyor, içerisine soluduğumuz olağanüstülük diliminde daha da işlevsizleşip, çözülüyor. Sistemin pas tutmuş damarları, beklentileri karşılayamadıkça daha da tıkanıyor ve üst yapıda yeni kriz alanlarına dönüşüyor.

Üstelik, Covid-19 salgını öncesinde gün yüzüne çıkmaya başlayan yönetememe krizi daha da görünür hale geliyor. İktidar, krizi yönetemiyor. Özellikle iki günlük sokağa çıkma yasağının ilan ediliş biçimi ve ardından ortaya çıkan kaotik tablo durumun vahametini tüm çıplaklığıyla açık ediyor.  Yaşanabilecek çeşitli olasılıklar gözetilmeksizin, halk sağlığı tümüyle hiçe sayılarak, adeta salgına ve kitlesel ölümlere davetiye çıkarırcasına, karantina koşullarının organize edilememesinin yarattığı durumun telafisi mümkün olmayan çok ağır sonuçlara gebe olduğu şimdiden anlaşılıyor.

Küresel kapitalizmin yaldızlarının bir bir dökülüverdiği bugünlerde, devlet ve sermayenin doğası da kitleler nezdinde açığa çıkıyor. Sınıf savaşımının şiddeti ve görünürlüğü artıyor.  Zengin ve yoksul arasındaki uçurum açlık koşullarından daha da ileri giderek, ölüm-kalım gerçekliğine dönüşüyor ve yaşamsal bir mana kazanıyor. Zira, aslında her daim doğası gereği burjuvazinin varlık ilkesi olan ancak küresel salgın koşullarında kolektif bir görünürlük kazanan şekilde, iktidar, emekçi sınıfa iki seçenek vaat ediyor “ya açlık ya ölüm.” Ancak egemenler muktedir, gelecek de mukadderat değil. Dolayısıyla “hangi kıvılcımın yangını alevlendireceğini bilemediğimiz”* bir isyanın ortaya çıkması kaçınılmaz.