ÇHD İşçi Komisyonu: “İş Hukukunda İşçilerin Haklarının Esas Alındığını Söylemek Mümkün Değil”

El Yazmaları’nın notu: Covid-19 salgını hızla yayılıp hayatın tüm alanlarını kaplarken, işçi sınıfı dünyanın her yerinde çalışmaya zorlanıyor. Bu koşullar altında çalışmak zorunda bırakılan, iradesi dışında ücretsiz izne çıkarılan, işten atılan işçilerin hukuki süreçte neler yapabileceğini ve dünyadaki benzer süreçleri Çağdaş Hukukçular Derneği ile konuştuk. Siz sevgili okurlarımızın ilgisine sunarız.

 

Covid-19 günlerinde, işçilerin taleplerine cevap üretebilmek adına (Çağdaş Hukukçular Derneği) ÇHD İşçi Komisyonu’nu kurdunuz. Komisyonunuza başvuran işçilerin talepleri nelerdir? Hangi iş kollarında ne gibi sorunlar yaşanıyor?

ÇHD İşçi Komisyonu, dönem dönem yaşadığı aksaklıklara rağmen uzun yıllardır faaliyet yürüten bir komisyondur. Tabi, bu günlerde işçilerin yaşadığı yoğun hak ihlalleri nedeni ile ana gündemimizde Covid-19 günlerinde işçi hakları var.

Devletin, işçilerin yaşam hakkına aykırı olarak üretimin devamı yönündeki iradesi ve işçilere ekonomik destek sağlamaması nedenleri ile bugün milyonlarca işçi, ölümcül hastalık riski ile çalışmaya zorlanmaktadır. Salgın nedeniyle çalıştırılmayan işçilerin bir kısmı ise rızaları dışında yıllık izne veya ücretsiz izne çıkartılmakta, bir kısmı ise işten çıkartılmaktadır. Bu durumun karşısında sağlık, gıda, perakende, ulaştırma, hizmet gibi hayatın devamının sağlanması noktasında kritik öneme sahip sektörlerdeki işçiler ise olağan çalışma düzenlerinden farklı olarak daha yoğun bir çalışma temposuna mecbur bırakılarak çalıştırılmaktadır. Beyaz yakalı olarak tabir edilen bu dönemde evden çalıştırılan işçilerin evden çalışmasının, işverenin talimatları doğrultusunda günün tamamına yayıldığı ve yoğunlaştığı bilinmektedir.

İşçilerin bu süreçteki en büyük kaygıları işsiz kalmaktır. Komisyonumuza başvuran işçiler, iş güvenliği alınmaması halinde hakları, işverenin kendilerini işten çıkartıp çıkartamayacağı, işten çıkartılmaları halinde işsizlik maaşından faydalanıp faydalanmayacakları, rızaları dışında ücretsiz veya yıllık ücretli izne çıkartıp çıkartılamayacakları, işverenin maaştan kesinti yapabilmesinin mümkün olup olmadığı, sokağa çıkma yasağı kapsamındaki işçilerin hakları, kısa süreli çalışma düzeninin uygulanması konularında bilgi edinmek istemektedirler. İşçilerin talepleri, ücretli izin kullanmak, işsiz kalmamak, ailelerinin geçimlerini sağlayabilmek ve sağlıklı bir ortamda çalışmaya devam edebilmektir.

Sağlık emekçilerinin, yaşanan salgın ortamında en çok zorlanan ve işleri dolayısıyla hayatlarının tehlikede olduğu, tüm bunlara karşın halk sağlığı için yetersiz olanaklar karşısında çalışmalarını kesintisiz olarak sürdürdükleri de bilinmektedir. Gıda, perakende, ulaştırma ve hizmet sektörlerinde de durumun farklı olmadığı, değişiklik olmaksızın işlerin devam ettiği, hatta üretim baskısının arttığı görülmektedir. Tekstil atölyeleri, inşaatlar, sanayi tipi üretim hatlarında da işçilerin çalışmalarına aralıksız ve koruyucu tedbirlerden faydalanmaksızın devam ettikleri tespit edilmiştir.

Bütün dünyada çevre kirliliğinin daha yoğun yaşandığı kentler, virüsün yıkıcı etkileri daha derin yaşıyor. Sanayiye bağlı kirlilik, o kentte yaşayan özellikle işçi sınıfının bu virüsü basit bir tedavi ile atlatmasını engelliyor. Akciğerleri zaten çalışma ve yaşama koşulları nedeniyle çoktan zarar görmüş milyonlar ölümle yüz yüze.

Dünya ölçeğinde yaşanan bu küresel salgın sürecinde, diğer ülkelerde yaşayan hukukçularla da görüşmeler, telekonferanslar yapıyorsunuz. Bu ortak toplantılardan çıkan sonuçlar neler ve bu ortaklaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hükümetler el birliği ile yanlarına ana akım medyayı da alarak, bu virüsü “sınıflar üstü bir felaket” olarak sunmaya çalışıyorlar. Ancak satır aralarında geçen haberler ve bizlerin uluslararası alanda oluşturduğumuz yan yana gelişler durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Aksine, bizler bu virüsün, neoliberal kapitalizmin aynası olduğunu düşünüyoruz.

Şimdi biraz – önem sıralamasına girmeksizin – bütün ülkelerde yaşanan ortaklıkların bir kısmını alt alta sıralamaya çalışalım:

Bütün dünyada çevre kirliliğinin daha yoğun yaşandığı kentler, virüsün yıkıcı etkileri daha derin yaşıyor. Sanayiye bağlı kirlilik, o kentte yaşayan özellikle işçi sınıfının bu virüsü basit bir tedavi ile atlatmasını engelliyor. Akciğerleri zaten çalışma ve yaşama koşulları nedeniyle çoktan zarar görmüş milyonlar ölümle yüz yüze.

Mesela Türkiye’de neden Zonguldak’ta önlem alınmak zorunda kalındı sorusunu soralım. İtalya’da virüsün en çok etkilediği bölge ile Zonguldak arasında paralellik olduğu söyleniyor. Bu anlamda öncelikle bu virüs hepimize sanayi merkezli kirliliğe ilişkin bir şey anlatmaya çalışıyor.

Diğer yandan, karantinayı en sıkı şekilde uygulayan ülkelerden, sürü bağışıklığından dem vuranlara, yahut beceriksizce ne yaptığını bilmeyenlere kadar, tüm devletlerin önceliğinin “ticari hayatın sürekliliğini korumak” olduğunu görüyoruz. Bu anlamda bütün ülkelerde bir kısım evinde oturabilirken, özellikle işçi sınıfının üretime bağlı çalışan kesimlerinin hemen hemen her ülkede karantinanın istisnası olarak kabul edildiği görülüyor.

Yapılan toplantılarda ortaya çıkan bir başka ortaklık ise, devletlerin aldığı “önlemlerle” ilişkili. Kısa çalışma hemen her ülkede yaygın ve ortak bir önlem olarak göze çarpıyor. Ancak bununla beraber üretim alanının neoliberal dönüşümünün bir sonucu olarak esnekleşmeye uyumlanan iş kanunlarının dolaysız sonucu iş güvencesinden yoksunluk olarak göze çarpıyor. Tüm ülkelerde iş kaybı bugün baskın bir gündem… Ve hemen hemen hiçbir ülkede işini kaybedenleri koruyacak ve geçici olmayan mekanizmalar söz konusu değil.

Yine sınıfın beyaz yaka olarak tarif edilen kesimleri açısından da çok tehlikeli bir süreç yaşanıyor. Virüsün ortaya çıkarttığı fiziksel izolasyonun (biz buna sosyal izolasyon demeyi doğru bulmuyoruz) bir sonucu olarak, beyaz yakalı birçok işçi evden çalışmakla karşı karşıya. Ancak hemen her ülkede, bugün istisna gibi görülen bu durumun esasta işverenler için görülmemiş esneklikte bir çalışma rejimini kural haline getirme olanağı yaratacağı kaygısı hakim. Şu an evden çalışanların, yeniden işyerlerine geri dönüp dönmeyeceklerinin bir güvencesi yok.

Bugün bu tablonun acı sonuçlarını İtalya’dan dinledik. Doktorlar solunum cihazına bağlanacak kişiler arasında karar verme yükü ile karşı karşıya kaldı. Çünkü bütün dünyada solunum cihazından daha çok cep telefonu, daha çok tablet ve daha çok tüketilebilir ürün bulunuyor!

Bu noktada sağlık sektörü ve sağlık sektöründe istihdam edilen her kademe sağlık emekçilerinin durumu yine temel bir ortak nokta. Bütün dünyada sağlık sektöründe uygulanan özelleştirme politikaları, bugün salgının sonuçlarını çok yönlü ağırlaştıran bir faktör olarak ortaya çıktı. Bunu şöyle açıklamaya çalışalım:

  • Sağlık emekçileri can güvenliğinden yahut enfekte olma riskinden korunabilecek olanaklardan yoksun çalışmak zorunda. Tüm dünyada virüsten en çok etkilenen kesim sağlık çalışanları. Yalnızca doktorlar değil, hemşireler, hastabakıcıları, hastanelerde çalışan temizlik işçileri, güvenlik işçileri, ambulans şoförleri…
  • Diğer yandan bugün salgın karşısında gündeme gelen sıkı önlemlerin temel nedeni “sağlık sistemi üzerindeki yükü hafifletmek” olarak açıklanıyor. Bu ne anlama geliyor? Biz sağlık sektörünü yıllar önce özelleştirdik, kapasitesini düşürdük, yeterli yoğun bakım ünitemiz yok, hastanemiz, doktorumuz, olanağımız yok… Bugün bu tablonun acı sonuçlarını İtalya’dan dinledik. Doktorlar solunum cihazına bağlanacak kişiler arasında karar verme yükü ile karşı karşıya kaldı. Çünkü bütün dünyada solunum cihazından daha çok cep telefonu, daha çok tablet ve daha çok tüketilebilir ürün bulunuyor!
  • Sağlık alanında açığa çıkan derin sınıfsal eşitsizliğin diğer bir yanı ise, açık ki sağlığa erişim ile ilgili. Sorgulamak zorundayız. Neden İngiltere’de bir göçmen işçi ağır belirti göstermeden test olamazken, İngiltere prensi o teste erişebiliyor? Neden Türkiye’de futbolcuların Covid-19 durumu hemen tespit edilirken, sürekli sosyal medyada “bir türlü test yapmıyorlar” serzenişleri duyuyoruz. Zira o teste erişmek de sınıfsal!

İşin başka bir yanı ise göçmen ve mülteciler. Bütün dünyada en korkunç koşulları paylaşanlar… Söylemlerin dahi nasıl bir eşitsizlik içerdiği buradan anlaşılıyor. Belgesiz olanlar sağlık hizmetine erişemiyor. Midilli Adası’nda kurulu Moria Kampı’nda kapatılmış göçmenler “el yıkayacak suyumuz yok” diye sesleniyorlar dünyaya. Bütün ülkelerin – Portekiz gibi birkaç istisna dışında- ilk uygulaması sığınma başvurularını durdurmak oldu.

Elbette diğer bir başlık ise kadın emeği meselesi. Ev içi ücretsiz emeğin tüm yükü kadınların omuzlarında ve yine işten ilk çıkartılıp eve gönderilenler de kadınlar.

Başta da dediğimiz gibi, önem sıralamasına bağlı olmadan verdiğimiz bu örnekler artırılabilir. Ancak uluslararası toplantılar gerçekleştirdiğimizde ilk öne çıkan başlıklar bunlar.

Peki bizler dünyanın farklı yerinden avukatlar olarak neler yapıyoruz, yapmaya çalışıyoruz?

Şu birkaç haftadır öncelikli derdimiz sık sık yan yana gelerek ortak talepler formüle etmeye çalışmak. Ortaklaşmış acil hareket planımız içerisinde, birbirimize karşı sorumluluğumuzun gereği olarak göçmenler öne çıkıyor. Yine hemen her ülkede, salgının işçi sınıfı üzerindeki etkileri temel bir konu. Bir yandan da meslek sorunlarına eğilmeye çalışıyoruz. Yakın zamanda güvencesizleşen avukatlar ve meslek alanındaki neoliberal dönüşümün güvencesizleştiren yanına ilişkin bir tartışma düzenleyerek bu konudaki ortak sorunlarımızı tespite çalışacağız.

Salgın hepimiz için kötü bir deneyim. Ama açık ki bazılarımız için daha kötü… Bizlerin derdi, bu salgının ifşa ettiği korkunç eşitsizliği daha da görünür kılarak, salgından sonrasına nasıl bir ortak programla çıkabileceğimizi belirlemek.

Korona virüs salgını nedeniyle işverenler hangi tedbirleri almak zorundadır?

Koronavirüsü salgını, işyerleri ve işçiler yönünden, İş Sağlığı Ve Güvenliği Kanunu’nun 13. maddesinde ifade edildiği şekilde ciddi ve yakın tehlike kapsamındadır. Bu nedenle, ülke genelindeki tüm işyerlerinde gerekli iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin alınması yasal zorunluluktur. Salgın ortamında işverenin birincil görevi işçilerin yaşam haklarının pozitif yükümlülüklerle korunmasını sağlamaktır. Çalışma ortamlarının steril hala getirilmesi, işçilerin ve ailelerinin koruyucu sağlık tedbirlerinden faydalanabilmesi için gerek parasal gerek ayni her türlü tedbiri ulaşılabilir kılmaktır.

Salgın boyunca işverenlerin işçileri zorla ücretsiz izne çıkarmaya “hakları” var mı? Bu durumda işçiler neler yapabilirler?

İşverenin, işçinin rızası olmaksızın işçiyi ücretsiz izne çıkartması mümkün değildir. İşçinin rızasının ise işverenin baskısı etkisinde olmaksızın açık şekilde ortaya konması gerekmektedir. Yaşanan süreçte işçilerden öğrendiğimiz kadarıyla işverenler işçilere zorla ücretsiz izin belgeleri imzalatarak ücretsiz izne çıkartmaktadır. İşverenin baskısıyla imzalanan ücretsiz izin belgeleri geçersizdir. İradesi dışında ücretsiz izne çıkartılan işçi, işveren tarafından haksız olarak işten çıkartılmış kabul edildiğinden, kıdem ve ihbar tazminatı talep edebilecek veya işe iade davası açabilecektir.

Koronavirüsü salgını nedeni ile milyonlarca işçinin işsiz kalma tehlikesi bulunduğundan, salgın dönemi boyunca işten çıkartmalar yasaklanmalı ve tüm işçilerin, işsizlik fonundan yararlanmaları için gerekli yasal düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır.

Salgın boyunca işverenlerin işçileri işten çıkarma oranları artmış durumda, yasal olarak böyle bir hakları var mı? İşten çıkarılan işçilerin hakları nelerdir?

4857 s.İş Kanunu’nun 25/3.fıkrasında da, bu kez, “İşçiyi işyerinde bir haftadan fazla süre ile çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir sebebin ortaya çıkması” halinde, işverenin, iş sözleşmesini derhal sona erdirebileceği düzenlenmiştir. Madde metninden de anlaşılacağı üzere, işverenin, iş sözleşmesini feshetmesi için gerekli olan “zorlayıcı sebepler”in işçiden kaynaklanması gerekmektedir (Örn; sokağa çıkma yasağı veya karantina gibi nedenlerle işçilerin bir haftadan fazla işe gidememesi). Bu durumda da, işçi, kıdem tazminatına hak kazanacaktır. Ancak, İş Mahkemeleri tarafından, bu durumda işçilerin ihbar tazminatına hak kazanamayacağı kabul edilmektedir.

Koronavirüsü salgını nedeni ile milyonlarca işçinin işsiz kalma tehlikesi bulunduğundan, salgın dönemi boyunca işten çıkartmalar yasaklanmalı ve tüm işçilerin, işsizlik fonundan yararlanmaları için gerekli yasal düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır.

Yine, İş Kanunu’nun 24/3.fıkrasında ise, “İşçinin çalıştığı işyerinde bir haftadan fazla süre ile işin durmasını gerektirecek zorlayıcı sebepler” ortaya çıkması halinde, işçinin, iş sözleşmesini derhal sona erdirebileceği düzenlenmiştir. Madde metninden de anlaşılacağı üzere, işçinin, iş sözleşmesini feshetmesi için gerekli olan “zorlayıcı sebepler”in işyerinden kaynaklanması gerekmektedir. Bu durumda, işçi, kıdem tazminatına hak kazanacaksa da ihbar tazminatına hak kazanamayacaktır.

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de hızla yayılan Koronavirüsü salgınının, işçinin çalışmasına veya işyeri faaliyetinin devam etmesine engel farklı fiili durumlar yarattığı gerçekliği karşısında, olayın özelliğine göre ilgili durumların, “zorlayıcı sebep” olarak nitelendirilmesi mümkündür.

Şimdiye kadar olan süreçte hukukun işverenlere nazaran işçilerin haklarını esas aldığını söyleyebilir miyiz?

“İşçi lehine yorum” ilkesinden hareketle, bireysel iş hukuku mevzuatının, bir kısım hukukçular tarafından teorik olarak, mahkemelerin ise pratikte işçi lehine uygulama geliştirdiği söylenmektedir. Ancak, iktidarın ve yargının iş cinayetlerinin üstünü örtmeye çalışması, Yargıtay’ın, hakkın özüne aykırı olarak işçi aleyhine içtihatlar oluşturması, uzun yargılama ve şirket ortaklarının işçilik alacaklarından sorumluluğunun olmaması gibi bir dizi somut gerçekten hareketle, bugüne kadar bireysel iş hukukunda işçilerin haklarının esas alındığını söylemek mümkün değildir.

Diğer yandan, Koronavirüsü tehdidine rağmen milyonlarca işçinin, devlet ve işveren baskısı ile çalışmaya zorlanması; bu dönemde, ücretli izin kullandırılan işçiler yönünden, İş Kanunu’nda işçi aleyhine değişiklik yapılarak, işverenlerin telafi çalışması kapsamında ücret ödemeden fazla mesai yaptırılma sürelerinin uzatılması da dikkate alındığında, bugün de iş hukukunda işçilerin haklarının esas alındığını söylemek mümkün değildir.

Bu nedenle, bugün, işçilerin sorularının ve sorunlarının cevabını tek başına teknik hukukta aramak yüzeysel ve eksik kalacaktır. İşçi sınıfının tarihsel deneyimlerinden de hareketle, bugün, işçilerin içinde oldukları ve yaşadıkları sınıf sorununu, bireysel çabaları ile değil, ancak örgütlü mücadeleleri ile aşabileceklerine inanmaktayız.