Şeffaflık Toplumu Doğrultusunda Benliğimizin Tüketime Sunulması

Bu “şeffaflık toplumunda”, sen bir birey olarak örneğin sosyal medyada görünürlüğü ve ifşayı tercih etmesen bile, etmeyişin üzerinden bir şeffaflık sağlanmış oluyor. O zaman şeffaflığın getireceği tahayyül edilen özgürlük bunun neresinde?

 

Her “şey”in anlık bir tüketimi olduğu bir çağda, ilişkilerin dahi tek kullanımlık cafcaflı paketlerle sunulmuş olduğu bir dünya düzeni içerisinde, insanlar bir özne olarak acaba ne kadar farkındalar, adeta bir nesne gibi tüketildiklerinin? İşte bu soruya cevap verilmeye başlandığında bir başka soru geliyor akıllara: Şeffaf olan toplum aslında o kadar da şeffaf değil mi aslında?

Şeffaflık toplumunun bizlere dayattığı “şey”lerden biri: Aynılaşma.

Ötekileşmeyi ötelediği için bizlere sevimli gibi görünen bu özellik aslında, ben ve “o” ilişkisinde “ben”i sergilemekte ve “o” ile kurulan ilişkiyi sıradanlaştırmakta.

Bu aynılaşmayı getiren şeffaflık; Benjamin’in “kült değeri” dediği durumu, sergi değeri haline getirip bu sergilenişin bir tür olumlanmasından ibaret.  Halbuki, olumsuzlukların, olumlular karşısında bir değere sahip olduğu da düşünülebilir. Yani, şeffaf toplumdaki olumsuzlukların göz ardı edilmesi, aslında bunlara da ihtiyaç duyulduğunu özne nazarında gizlemekte.

***

Kendimizle başkaları arasındaki mesafeyi aradan kaldırırken aslında kendimizi başkalarının tüketimine sunmuş olmuyor muyuz? Bir beğendirme çabası içerisinde reklamvari hayatlarımızla bedenimizin teşhir edildiği bu sistem düzeneği içerisinde ne kadar özgürüz aslında?

Bugün, tüketilen birçok teknolojik faaliyet neticesinde, Facebook, Instagram gibi paylaşım siteleri aracılığıyla belki on yıl öncekinden çok daha farklı bir görünürlük söz konusu. Herkesin gözü bir başkasının gözünde oluyor. Bu durumda özgürlük ne derece salık olabilir? İnsan ruhu, ötekinin bakışından uzak, kendi başına kalabileceği alanlar aramaktadır. Ancak şeffaflık toplumundan söz edildiği zaman bu “ötekinin bakışından” kaçma eylemi, öznenin bu şeffaflık toplumunda aktif bir üye olması sebebiyle son derece zor bir iş.  Ancak insanın benliğinin bütünüyle ışıklanması, tıpkı bir fotoğraf gibi onun yanmasına, ruhunun iç çekişmesine sebep olabilir.

Beğenmek için görünmek, görünmek içinse teşhir etmek gerekir ki Han, artık herkesin kendisini ortalığa dökme yarışına girdiğini söylüyor:

“Teşhircilik toplumunda her özne kendi reklam nesnesidir, her şey sergi değeriyle ölçülür.” Bu durumda, ifşa etmenin dayanılmazlığı, şeffaflık dayatmasının kaçınılmaz sonucu olarak karşımıza çıkar. Böylece kendisini tüketime açan birey, Han’a göre diğer her şeyle birlikte “özgürlüğünü feda eder.”

 

Han, artık herkesin kendisini ortalığa dökme yarışına girdiğini söylüyor: Teşhircilik toplumunda her özne kendi reklam nesnesidir, her şey sergi değeriyle ölçülür.” Bu durumda, ifşa etmenin dayanılmazlığı, şeffaflık dayatmasının kaçınılmaz sonucu olarak karşımıza çıkar. Böylece kendisini tüketime açan birey, Han’a göre diğer her şeyle birlikte “özgürlüğünü feda eder.”

 

Ancak ne var ki tüm olan biten bu feda edişle kalmamakta; her şey ve herkes saydamlaştığında ortaya çıkanın özgürlük olmadığını söyleyen Han, bu kitapla aksine örtülü veya açık şiddetin bizi kuşattığını hatırlatıyor. İşte bu noktada şeffaflığın bir tür dayatma olarak karşımıza çıkıp; bir elektrikli süpürgenin tozları hızlıca içine çekmesi gibi, özneleri de kendi belirlediği normların içerisine çekiyor. Başka bir deyişle bütünüyle saydam olan, aslında görünmez ve keskin sınırların varlığına işaret ediyor. Bunu, durmaksızın işletilen denetim mekanizması diye açıklayan yazar, şeffaflığın bu yaşam şartları içerisinde egemen sistemi sabitleştirdiğini belirtiyor. Peki, bu ne demek?

Şeffaflaşmanın bir gerek olması durumu, özneler üzerinde bir tür açık şiddet değil midir?

Han’a göre hepimiz dijital panoptikona hapsolmuş durumdayız; iletişim ve bilgiye erişimde her türlü engelin ve sınırın kaldırılması, aynı zamanda toplumu daha kolay hizaya sokmayı sağlıyor. Yani bildiğimizi ve özgür olduğumuzu zannederken pek de kolay fark edemediğimiz şekilde denetim çarkına giriyoruz. Tüm bildiklerimizi ve kişisel bilgilerimizi, şeffaflık havuzuna gönüllü olarak aktararak bu sürece bizzat katkı sunuyoruz. Bu sebeple de bizim için şeffaf olmak, görünürlüğümüzün zorunlu ifşası haline geliyor.

İşte tam bu noktada, Han, vitrinde olmak uğruna kendimizi saydamlaştırıp mahrem alanlarımızı çabucak daralttığımızı ve şeffaflık totalitarizmine kurban olduğumuzu söylüyor.

Çok açık bir örnekle düşünecek olursak, bir bireyin 15 Temmuz mitinglerinde boy gösterip bunu sosyal medya aracılığıyla paylaşması onun hakkında bir şeyler söylemekteyken, 15 Temmuz haftasında buna benzer bir fotoğraf paylaşmayan insan hakkında da bir söylemde bulunulmasına yol açıyor.

Böylece kişisel bilgilerimiz aslında gerek toplum gerekse de devlet bilgi havuzu nezdinde aşikâr sayılmış oluyor.

Yani bu “şeffaflık toplumunda”, sen bir birey olarak örneğin sosyal medyada görünürlüğü ve ifşayı tercih etmesen bile, etmeyişin üzerinden bir şeffaflık sağlanmış oluyor. O zaman şeffaflığın getireceği tahayyül edilen özgürlük bunun neresinde?

 

Kaynakça

Han, Byung-Chul. Şeffaflık Toplumu. Çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, İstanbul, 2017.