Virüsler, Malthusgiller, Egemen Sınıflar ve Nüfus Sorunumuz

Modern kapitalist sistem bu mülksüzleştirme üzerine kendisini inşa etti. Sistem, küresel olarak yayılırken, gezegen çapında milyarlarca insanı mülksüzleştirdi, proleterleştirdi, yoksullaştırdı. Çok büyük miktarda nüfusu topraktan kopararak kentlere yığdı. Bu büyük nüfusu sağlık, ulaşım, barınma gibi her türlü insani ihtiyaca erişemeyecek kadar mülksüzleştirilmiş, insani gelişim olanaklarından yoksunlaştırılmış, türlü tehditlerle karşı karşıya bırakılmıştı. Şimdi bu tehditlerden bir büyüğü –korona virüs- gelip savunmasız durumdaki işçileri, emekçileri, yoksul yığınları vurmaya başlayınca da kendilerine “ne haliniz varsa görün” deniliyor.

Salgınla beraber TV’lerde profesör enflasyonu yaşanıyor. Gerçek anlamda bilimsel yaklaşıma sahip üç beş değerli bilim insanını saymazsak, yaşanan profesör enflasyonu iktidarın yükseköğretim politikalarının geldiği noktayı çıplak şekilde ortaya koyuyor.

Koronavirüs Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Mehmet Ceyhan katıldığı bir TV programında koronavirüs ile ilgili yaptığı değerlendirmede gıda kaynaklarının aritmetik olarak (kastettiği şey, gıda miktarının 1, 2, 3, 4, 5, 6… dizisi şeklinde arttığı), insan nüfusunun ise geometrik olarak arttığını (kastettiği şey insan nüfusunun 1, 2, 4, 8, 16, 32… dizisi şeklinde katlanarak arttığı) söyledi. Profesör, Allah’ın virüsleri yaratma sebebi olarak insan nüfusunun kontrol altına alınması amacı taşıdığını, aksi halde insan nüfusunun kontrolsüz bir şekilde artacağını da ekledi.

Gelen tepkiler üzerine de sosyal medya hesabı üzerinden argümanlarını savunmaya devam etti ve argümanını İngiliz Thomas Malthus’un 18 ve 19. yy’da ortaya koyduğu ve o dönem büyük tartışma yaratan nüfus teorisine dayandırdı. Bu nüfus teorisi egemen sınıfların can damarıydı.

Bilim ve teoloji arasındaki karşıtlığa dayalı geleneksel refleksler hemen harekete geçti ve “dinden arındırılmış bilim” ilk dillendirilen talep oldu. Sosyal medyaya yansıyanlara bakılacak olursa “virüsleri Allah yollamaz, onlar evrimle var olurlar, bir profesör ya bilime inanır ya da dine vs.”

Oysa Malthus’un teolojik yaklaşımından önce onun teorisinin sınıfsallığı çok daha mühim bir noktada duruyordu. Çünkü Malthus kapitalist sınıfın en sevdiği figürlerden biri ve onun teorisi fazlasıyla emek sömürüsü ile ilgiliydi.

Doğal Teoloji ve Malthus

İngiliz “Papaz Doğacı” Thomas Malthus tarafından 18 yy. sonu ve 19.yy’ın başında ortaya atılan ve 200 yılı aşkın süredir bayatlamayan argümanlara göre nüfus yüksek bir oranla arttığı ve ama geçim kaynakları aritmetik olarak arttığı için dönem dönem fazla nüfustan kaynaklı kıtlıklar yaşanması, kitlesel ölümlerin gerçekleşmesi, birtakım “fazlalık nüfusun” ortadan kalkması doğaldır.

Aydınlanma sonrası dönemde din ile doğa bilimlerini uzlaştırma çabalarının bir ürünü olarak ortaya çıkan doğal teoloji, doğanın araştırılması yoluyla Tanrı’ya ulaşma çabalarını geliştirecek; daha sonra kapsamını genişletecek, devlet ve ekonomi gibi fenomenleri açıklamak için de kullanılacaktı. Hepten materyalist bir düşünüş biçimi yerine, din ile doğal bilimleri uzlaştırarak yeni kapitalist dünyanın yerleşiklik kazanmasını sağlayacak düşünüş biçimleri daha revaçta olacaktı. Ama söz konusu dogmalar sadece dinsel olmak zorunda da değildi.

Başlarda dinsel dogmalara karşı pozitif bilimleri koyarak eski dünyanın düşünüş biçimlerine karşı devrimci bir silah olarak işlev görecek olan Aydınlanma, sonrasında yükselen sınıf mücadelelerinin de etkisiyle burjuvazinin elinde başka dogmalar üreten bir araca dönüşecekti. Örneğin ekonomi politiğin kutsal kavramı “homo economicus” böyle bir dogmaydı. Tüm burjuva iktisadı, Aydınlanma sonrası üretilen “iktisadi sistem içerisinde kendisi için maksimum fayda sağlama amacıyla hareket eden, doğası gereği bencil ve sınırsız ihtiyaçları olan insan doğası” mitinin üzerine yükselmişti.

Sonuç itibariyle ortaya 18.yüzyıl faydacılığı ile dinsel teolojinin kaynaştığı yer yer seküler yer yer dinsel burjuva ideolojisi çıkmış oldu. Papaz Malthus’un sınıf sömürüsüne dayalı kuramı bu kaynaşmanın bir ürünüydü.

Malthus ve Mülk Sahibi Sınıflar

Malthus’un dayandığı zemin, burjuva ideolojisiydi. Her türlü tarihsel bakıştan soyutlanmış, durağan, mutlak, mekanik görüşlerdi. Gelirin dağılımıyla ilgili adaletsizlikleri, doğal, ezeli ve ebedi, mutlak gerçeklikler olarak görmeye dayalıydı.

Aslında profesörümüz dile getirmiyor ama Malthus yukarıdaki nüfus ve gıda konusundaki tezlerden çok daha fazlasını ortaya koyuyor. Doğal teolojiden yola çıkan Malthus, doğal teolojinin yoksullara yardımı içeren, yoksullarla dayanışmayı öngören (çünkü yoksullara yardım edilmesi tanrının istediği bir şeydi) içeriğini de dışlayacak, yoksulların, yardım yerine “çalışma evlerine” gönderilerek ıslah edilmesini önerecekti.

Yoksulların ahlaki değerlerden de yoksun olmalarının çeşitli sonuçlar doğurduğunu ileri süren Malthus, alt sınıfların ailelerinin geçimlerini sağlayacak duruma gelmeden (aslında kapitalist sistemde bu hiçbir zaman mümkün olmuyor) evlenmelerinin ve çoğalmalarının Tanrı’nın yasalarına uyulmaması olarak yorumluyordu. Bu kişilerin, “Tanrı’nın yasaları olan doğanın yasalarının tekrar tekrar verdikleri öğüde uymadığı için kendisini ve ailesini açlığa mahkûm ettiğini; kendi emeğinin hakkıyla satın alabileceğinin dışında, toplumdan en küçük parça yiyecek talep etme hakkının bulunmadığını öğrenmiş olması gerektiği”ni[1] söylüyordu. Bu yüzden onlara yardım etmek yoksulların hatalarını teşvik anlamına geliyordu.

Marx ve Engels Malthus’un nüfus kuramının sınıfsal içeriğini görmüşler, kuramı çeşitli zamanlarda maddeci temelde eleştirmişlerdi.

Marx, nüfus artışının maddi temelleri üzerinde durmuştu. Kapitalist üretimin mantığı, büyük bir genç emekçi nüfus fazlasına ihtiyaç duyar. Bu yüzden nüfus artışı teşvik edilir. Öte yandan ilk kapitalist dönemle birlikte sömürü, çok yüksek ölüm oranına ve işçilerin ömürlerinin kısalmasına yol açmıştı. Böylece bu durum işgücünün yeniden üretiminin hızlanmasına neden olmuştu (Nitekim Erdoğan’ın en az üç çocuk diretmesinin altında tam da bu mantık yatıyor).

Marx, doğurganlığın artmasını, yoksulluğun nedeni olarak görmez, aksine, yoksulluğun bir sonucu olarak ortaya çıktığı konusunda ısrar eder. Yoksulluğu üreten koşullar ortadan kalktıkça, geçim araçlarına erişim yükseldikçe doğum oranlarının düşeceğini söyler. Yoksulların çok çocuk yapmaları keyfi bir durum değildir. Çocuk geleceği garanti altına almanın bir yolu olarak görülür. Yoksullar sosyal haklara kavuştukça çocuk sayısı düşer. Bugün ABD, Almanya, Japonya, İspanya, Güney Kore gibi ülkelerin nüfus artış hızı en yavaş ülkelerin başında gelmeleri rastlantı değil. Belli bir refah seviyesi beraberinde nüfus geçişini sağlar ve zaten kimse beş çocukla, dört çocukla, bunların bakım yüküyle, ebeveynlerin yaşamlarından aldıkları zamanla uğraşmak istemez.

Engels, Malthus’un nüfus yasasına itiraz ederken ilk olarak “bu düşünce çizgisinin ima ettiği sonuç, yoksullar fazlalık olduğundan, açlıktan ölmelerini olabildiğince kolaylaştırmaktan, onları, hiçbir şeyin dertlerine çare olmayacağına ve bütün bir sınıf olarak çoğalmalarını mutlak asgaride tutmak dışında kurtuluşları bulunmadığına ikna etmekten başka, onlar için hiçbir şey yapılmaması gerektiğidir.”[2]

Engels Malthus’un nüfus teorisine itirazını bilimsel ilerlemenin de geometrik olarak arttığını ileri sürerek sürdürüyordu. Engels, bilimin de nüfusla birlikte geometrik bir hızla arttığını, bu yolla tarımsal üretimi genel olarak üretimle birlikte devrimci bir tarzda dönüştürdüğünü ve yiyecek üretme yeteneğini büyük ölçüde artırma eğiliminde olduğunu söylüyordu.

Friedrich Engels asıl ahlâksızlığın alt sınıfların cinsel arzularıyla ilgili olmaktan ziyade, insanın varoluşunu sağlayan ilk koşul olan toprağın bireysel mülkiyete geçirilerek büyük kitlelerin topraktan kovulmasından başka bir şey olmadığını söyler. İlk günah, özel mülkiyet düzenine aitti.

Modern kapitalist sistem bu mülksüzleştirme üzerine kendisini inşa etti. Sistem, küresel olarak yayılırken, gezegen çapında milyarlarca insanı mülksüzleştirdi, proleterleştirdi, yoksullaştırdı. Çok büyük miktarda nüfusu topraktan kopararak kentlere yığdı. Bu büyük nüfusu sağlık, ulaşım, barınma gibi her türlü insani ihtiyaca erişemeyecek kadar mülksüzleştirilmiş, insani gelişim olanaklarından yoksunlaştırılmış, türlü tehditlerle karşı karşıya bırakılmıştı. Şimdi bu tehditlerden bir büyüğü –korona virüs- gelip savunmasız durumdaki işçileri, emekçileri, yoksul yığınları vurmaya başlayınca da kendilerine “ne haliniz varsa görün” deniliyor.

Virüs Musibeti, Oxfam Raporu ve Dünya Kaynakları

Tevekkeli değil, yine bir kriz anı, yine fatura yoksullara, geniş bir nüfusa kesilirken, en gerici burjuva ideolojisine sığınılıyor. Malthus hortlatılıyor, kapitalist yağma dünyasının doğası, bir anda ezeli ve ebedi doğa kanunlarına dönüştürülüyor.

Virüsün toplumsal alanda yarattığı sarsıntı, ki hemen öncesinde dünya geneline yayılan isyanlara tanık olmuştuk, kapitalist dünyanın geniş bir kesimce sorgulandığı bir zemin oluşmuştu. Kitleler sağlık sisteminin neden bu şekilde işlediğiyle yüzleşiyorlar, devletin sınıfsal doğasını keşfediyorlar, ekolojik krizin ölümcüllüğü gerçeğiyle karşı karşıya kalıyorlar. Burayı manipüle etmek için, Sosyal Darwinizm temelli, bir adım sonrası faşizm olan ideolojiler harekete geçirilmek isteniyor.

Kapitalist dünyada, küresel mülkiyetin dağılımı konusunda yaşanan adaletsizliklerin geldiği boyutu anlamak açısından 2019 Oxfam raporuna bakmak yeterli olacaktır. Rapora göre 2019 yılında dünya genelindeki en zengin 2 bin 153 kişinin serveti, dünya nüfusunun yüzde 60’ına tekabül eden en yoksul 4,6 milyar kişinin toplam servetinden fazla. [3]

Rapor dünyanın en zengin 22 erkeğinin Afrika’daki tüm kadınlardan daha fazla servete sahip olduğunu vurguluyor. Yine rapora göre kadınlar ve kız çocukları hiç ücret almadan bir yılda tam 12,5 milyar saat çalışıyor, buna karşılık küresel ekonomiye 18,8 trilyon dolar katkı sağlıyor.

Bu konuda net bir uzlaşma olmamakla birlikte buraya bir de dünya kaynaklarının tam kapasiteyle çalışmalarının dünya genelindeki nüfusa yetip yetmeyeceği tartışmasını eklememiz gerekiyor. Kimi kaynaklara göre dünya kaynakları 11 milyar insana, kimi kaynaklara göre 13 milyar insana yetecek kadar geçim aracı üretebiliyor. Yani en kötü senaryoyu baz alsak bile, şu anda dünya geneline yayılmış kitlesel yoksulluğu, kaynakların adaletsiz dağılımıyla açıklamamız kaçınılmaz. Dünyada kıtlık yok, bolluk var; ama bir yanda milyarlarca yoksul varken, diğer yanda dünya zenginliğine el koymuş mülk sahibi sınıflar var.

Ülkemizde son yirmi yılda toplamı Belçika yüzölçümü kadar olan tarım arazisi terk edildi. Nedeni kapitalist tarım politikaları ve üretici çiftçilere verilen tarım teşviklerinin durdurulması. Buna rağmen üretimin hacmi azalmadı elbette. Aksine arttı. Zaten günümüz tarım teknolojilerinin ulaştığı düzey topraksız tarımı bile mümkün kılıyor. Dolayısıyla bir kıtlıktan bahsetmek mümkün değil. Aksine kaynaklar son derece yeterli.

Şüphesiz bu bakış açısı dünyadaki ekosistemlere araçsal bir bakış açısı barındırıyor ve oldukça insan merkezli. Sosyalistler, nüfus ile ilgili tartışırken ekolojik dengeleri de hesaba katmalılar.

Nüfus Bizim İçin Acil Bir Mesele Değil Mi?

İki milyon yıl öncesinden M.S. 1825 yılına gelene dek insan nüfusu 1 milyara ancak varabildi. 1825’ten 1925’e kadar nüfus 2 milyara, 1925’ten 1960’a 3 milyara, 1960’tan 1975’e kadar 4 milyara, 1980’lerin sonunda 5 milyara, 2000’lerin başında 6 milyara[4] ulaşırken, bugün de 8 milyar sınırına doğru gidiyor. Yaşam kalitesi de artış gösterdi ve ortalama beklenen yaşam süresi 20.yy’ın başından bugüne 32’den 66-67’ye yükseldi. [5]

Nüfus artışının ve nüfusun küresel dağılımının belli bir düzene sahip olmadığı açık. Örneğin Almanya, İtalya ve Japonya nüfusları küçülürken nüfuslarındaki yaşlı oranı artıyor. Bu da beraberinde yaşlanmayı, buna bağlı olarak da bakım ve bakıma ayrılacak kaynaklarla ilgili sorunları getiriyor. Öte yandan Arap dünyasında ve Sahra altı Afrika’da istihdam dışı ya da istihdam öncesi genç nüfus yığılmaları söz konusu. Bu da büyük göçlerin yaşanacağı anlamına geliyor.[6] Dünyada kayıtlı işsiz genç nüfusun en yüksek olduğu bölgeler Orta Doğu ve Kuzey Afrika iken, refah Doğu’dan Batı’ya, Güney’den Kuzey’e giderken artıyor.

Bu benzeri görülmemiş artış ve nüfus yığılması gezegen genelindeki ekosistemler üzerinde baskılar yarattı. Her şeyden önce yerleşim yerleri genişledi. Enerji kaynaklarının hızlı tüketiminin önü açıldı. İhtiyaçlar hiyerarşisi genişledi.

Amerikan tüketim kültürü örneğin, küresel trend haline geldi. Sorun şu: Dünya nüfusunun tamamına yetecek kaynaklarımız var, ama dünya nüfusunun tamamı Amerikan tüketim alışkanlıkları kazanırsa ne olur? Git gide arttırılan ihtiyaçlar, sürekli çeşitlendirilen ve hep seferinde ihtiyaçtan çok daha fazla üretilen metalar dünya nüfusu tarafından tüketilirse ortaya büyük bir yıkım çıkacak, ekosistemler diye bir şey kalmayacaktır. Yani kapitalist dünyada nüfus şimdilik görece var olan potansiyelden daha az sorunlarla karşı karşıya.

Engels’in bilimin geometrik olarak geliştiğine dair iyimser yorumu şimdilik gerçekleşmiş olabilir. İnsan nüfusu arttıkça, insanlık geçim araçları üzerinde devrimler yaratarak kaynakları geliştirmeyi başarmıştır. Ama bunun aslında tarih boyunca hep ağır bedelleri olmuştu. Kıtlıklar yaşandı, savaşlar oldu. Büyük salgınlar, türlü felaketlerden sonra bu “devrimler” gerçekleşebildi. Ama sorunlar hiç bitmedi ve bugün yaşadığımız koronavirüs krizi bizlere son sözü hep doğanın söyleyeceğini tekrar hatırlattı.

Ekolojik Bir Sosyalizm

Var olan kaynaklar herkese yeterli. Sorun bölüşümle ilgili. Ama var olan üretim sistemini de, var olan kapitalist rasyonaliteyi de sorgulamamız, onu terk etmemiz, yeni bir akılcı uygarlık kurmamız gerektiği de açık. Kimsenin açlıktan ya da koronadan ölmesini gerektirecek bir imkânsızlık şu anda yok. Aksine bolluk var. Ama öte yandan gezegen üzerinde nüfus baskısı giderek gündemimize girmeye başlayacak. Meseleyi salt bölüşüm sorunu üzerinden değerlendiremeyiz.

Ve ayrıca, sosyalizm çoğu zaman insan ihtiyaçlarının planlanması çerçevesinde değerlendirildi. Bu, bugün gerekli ama yetersiz. Artık gezegen üzerinde yaşayan her bir canlının, toprağın ve hatta cansız kaya parçalarının var olma haklarını gözeten bir koruyucu planlamaya ihtiyaç var.

Üretim mantığının hepten değiştirilmesi, tüketim ve kâr realizasyonu için değil, insanların ihtiyaçları için üretimin hayata geçirildiği ekolojik bir sosyalizm tahayyülü…

Ana kararların piyasa veya devlet bürokrasisi tarafından değil, nüfusun kendisinin aldığı, bazı üretim alanlarının ortadan kaldırıldığı (mesela kömür, petrol sektörleri) bir ekolojik sosyalizm… İşçilere ciddi anlamda serbest zaman kazandıracak, kısa çalışma saatleri sayesinde herkesin istihdam edilebileceği, yoksulluk sorunun ortadan kalkacağı bir program…

Üretenlerin yönettikleri, doğayı gözeterek yönettikleri bu düzen, karanlık virüslü kapitalist dünyanın zıddıdır. O, gezegenin kurtuluş formülüdür.

[1] Bkz. Marx’ın Ekolojisi: Materyalizm ve Doğa, John Bellamy Foster, Epos Yay.

[2] Akt. Foster, a.g.e.

[3] https://www.oxfam.org/en/press-releases/worlds-billionaires-have-more-wealth-46-billion-people

[4] Dünyanın Yeşil Tarihi, Clive Ponting, Sabancı Üni. Yay.

[5] Dünya, Bir Kılavuz, Göran Therborn, Versus yay.

[6] Therborn, a.g.e.