İrfan Kaygısız: Solun İşçi Sınıfıyla Olan İlişkisi Bir “Temenni İlişkisi” Olmaktan Öteye Gitmeli

Başta sınıfın amiral gemisi Metal sektöründe TİS sürecinde yaşanan hareketlilik olmak üzere, derinleşen krizle birlikte işçi sınıfının irili ufaklı birçok eyleme imza attığına tanık oluyoruz. Öte yandan dünyanın farklı coğrafyalarına yayılan ve önemli bir çoğunluğunu işçi sınıfının oluşturduğu isyan dalgalarının yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Dünyayı etkisi altına alan isyanların yanı sıra, içeride sınıfın artan hoşnutsuzluğuna bağlı olarak yükselmekte olan tepkisini, sınıf hareketinin ve sosyalist hareketin içinde bulunduğu durumu, DİSK Birleşik Metal İş Sendikası örgütlenme uzmanı İrfan Kaygısız ile konuştuk.

Olağanüstü bir siyasal iklimin içerisindeyiz. Türkiye’de ve hem toplumsal hem siyasal alana yayılmış olan çok yönlü bir kriz ahvali var. İktidar bloku, ekonomik krizi, faiz-enflasyon denklemi üzerinden palyatif reçetelerle de olsa bir şekilde ötelemeye çalışıyor. Hem enflasyon oranları açısından hem işsizlik oranları açısından -özellikle de genç ve kadın işsizliğinde tarihi zirvelerin yaşanıyor. Yoksulluk, işsizlik, artan vergiler, pahalılık gündemi artık krizin derinleştiği siyasal atmosferde, işçi sınıfının emekçilerin hayatına bir öz yıkım olarak geri dönüyor. İntiharlar gündemimize daha geniş ve yakıcı bir şekilde girmiş durumda. Böylesi bir düzlemde, hem iktidar bloku açısından hem de işçiler emekçiler açısından, Türkiye’nin gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Siyaseten bakıldığında AKP’nin yıpranmış olduğu genel bir kabul.

Bu hem iktisadi hem de politik açıdan böyle ancak hemen gideceği yönündeki değerlendirmeleri abartılı bulduğumu belirtmek istiyorum.

Yani yıpranmış olmak başka bir şey hemen yıkılacak olmak başka bir şey.

AKP uzun süredir yıpranıyor; AKP MHP blokunun yıpranmışlığı iktidarı hemen çabukça vereceği anlamına gelmiyor.

AKP-MHP blokunun gidişi, esas olarak muhalif hareketin politikasına ve mücadelesine bağlı.

Birincisi; sermayedarlar bu krizden çok etkilenmiyorlar- nasıl etkilenmiyorlar- bu hiçbir sorun yaşamıyorlar anlamına gelmiyor, karlarında düşüş var elbette ama iktidar tarafından bir dolu teşvikle sübvanse ediliyor.

Zarar etmiyorlar, karlarda azalma var, bu kar oranlarındaki düşüş tam da Marksistlerin söylediği kar oranlarındaki düşüş meselesi; yani kar ediyorlar, karın oranında azalma yaşanıyor. Sermayenin yaşadığı sorunları da devlet sübvanse ediyor, çok çeşitli teşvik mekanizmaları var bu teşvik mekanizmalarıyla kendilerinin yaşadığı kimi sorunları devlet belli ölçüde çözüyor.

Bunun önemli bir kaynağı işsizlik sigortası fonu, işsizlik sigortası fonu son aylarda artık daha çok sermayeye kaynak aktarma fonuna dönüştü.

Eskiden de vardı bu destek politikası ama son bir iki yıl içerisinde daha açık görünür, rakamlarla tespit edilir hale geldi ve işsizlik sigortası fonu sermayeyi destek fonu haline döndü. Prim desteği, asgari ücret desteği, yatırım desteği, kısa çalışma ödeneği vb. birçok farklı isim altında müthiş destekler var. Büyük ölçekli fabrikaların kapanmamasında bu destek mekanizmasının, kaynak aktarma mekanizmasının etkisi fazla.

Bir kısmı bundan; bir diğeri de, temel olarak bildiğimiz yönelim, işten çıkarma ve esneklik politikaları.

Kitlesel işten çıkarmalar çok yapılmıyor, daha çok parçalı bir işten çıkarma süreci işliyor bunun şu nedenle yapıldığını düşünüyorum açıkçası.

Büyük kitlesel işten çıkarmalar demek, aynı zamanda bir yerde kolektif eylemlilik demektir; çok sayıda işçinin katıldığı büyük çapta eylemlilik demektir; mücadelenin görünür hale gelmesi demektir, devlet bunu istemiyor. Dolayısıyla, patronlar da devletin bu yöndeki baskısından korkuyor ve bu nedenle örneğin 100 kişiyi işten çıkaracaksa her ay 10’ar 20’şer işçi çıkartıyor, yani sürece yayan bir davranış biçimi söz konusu. Bu eskiden böyle olmazdı, bu dönemde sermayenin yeni davranış biçimlerinden bir tanesi. Devletin baskısından çekiniliyor.

Devlet diğer toplumsal alanlarının dışında bir de emek cephesinden bir muhalefet dinamiğinin ortaya çıkmasını istemiyor. Emek cephesinde mücadelenin toplumsal meşruiyeti doğrudan siyasal alana göre daha fazladır ve marjinalize edilmesi ya da şiddetle bastırılması diğer alanlara göre daha zordur.

Kimi fabrikalardaki yüksek sayıdaki işçi çıkarmaların ise; bir kısmını standart davranış olarak görmek söz konusu. Özellikle, geçici istihdam biçimleriyle çalışanların işten çıkarılması, bir anlamda alışık olunan bir durum. Ayrıca, sendikalı işyerlerindeki işten çıkarmalar, anlaşmalı gerçekleşiyor, işçilere özendirici ek ödemeler yapılıyor. Bu mekanizma nedeniyle de eylemlilik gerçekleşmiyor.

Onun dışında 2009 krizi gibi kitlesel bir şekilde işten çıkarmalar olmuyor; bu durum işten çıkarmalar olmuyor anlamına gelmiyor elbette, işsizlik rakamları ortada, yaygın bir işten çıkarma hali var ama bu durum parçalı bir şekilde ilerliyor.

Bu arada kriz derken bir anda çok sayıda fabrikanın kapanması gibi bir durum bekleniyor, ama yaşadığımız süreç zaten krizin kendisi, işsizlik gibi rakamlar da bunun göstergesi.

Bu da başka bir beklentinin nedeni olabilir. Çünkü 2009 kriz sürecinde dünyada ve Türkiye’de büyük ölçekte işyeri banka vb. kapanmalar gerçekleşti. Dolayısıyla bazı kesimlerde şimdi böyle bir beklenti var, böyle bir algıdan dolayı farklı bir beklenti var. Kriz gelecek beklentisi. Oysa kriz yaşanıyor.

Yoksullaşma alabildiğine artmış durumda, ücretler reel olarak çok geriledi, resmi enflasyonla gerçek enflasyon arasındaki makas çok açıldı. Gerçek enflasyonla devletin enflasyonu arasında her zaman bir makas olurdu ama o makas bu dönemki kadar hiç açılmamıştı.

Eskiden de birçok kişi TÜİK’in açıkladığı enflasyona inanmazdı ancak, özellikle son bir yılda enflasyonun bastırılması girişimi nedeniyle inançsızlık arttı.

Dolayısıyla resmi enflasyona göre ücret alanlar ciddi bir yoksullaşma sürecine girdi ve reel ücret kayıplarına uğramaya başladılar. Asgari ücret alanlar başta olmak üzere, enflasyona endeksli ücret zammı alanlar çok fazla yoksullaştılar.

Yoksulluğun sonuçlarına öfke biçimlerinden biri intiharlar, giderek artıyor ve içe patlama şekliyle gerçekleşiyor.

Bu kişilere mücadele alanları yaratma, kendini ifade etme ve tepkisini gösterme kanalları yaratamamış olunması bizim zaafımız; dolayısıyla bireysel öfke ve içe patlamalar şeklinde tepkiler giderek yaygınlaşıyor ya da görünür hale geliyor.

Bir yandan da işçilerin mücadelesi artıyor.

Ama işçi mücadelesinin artması sınıf mücadelesinin yükseldiği anlamına gelmiyor.

Bu ikisi arasındaki farkı muhalifler, sosyalistler olarak çok koyamıyoruz; işçi mücadelesi yükseliyor, çünkü işten atmalar gibi, ücretlerin, tazminatların ödenmemesi gibi saldırılar çok yoğun, işçilere dönük saldırılara işçiler de elbette tepki gösterecek ve bu tepkileri çeşitli biçimlerde ifade ediyorlar.

Bu patlayan parçalı tepkinin doğrudan politik bir muhtevası yok. İktisadi mücadeleler parçalı, dağınık, başlayıp sönen ve dolayısıyla politik bir mücadeleye dönüşemiyor.

Bu bakımdan bir işçi hareketi tepkiselliği var, kriz dönemlerinde de artar doğaldır; ama burada sınıf mücadelesi yükseliyor diyebilecek durumda değiliz.

Yanı başımızdaki mayalanmayı görebiliyoruz, Türkiye açısından da geçerli bir mayalanma süreci bu. Bardağı taşıran son damlanın ne olacağı, ne zaman topyekûn bir isyan haline gelebileceğini kestirebilmek güç. Ama o döneme hazırlığın kendisi önemli, bu da geçmiş deneyimlerden dersler çıkararak olacak açıkçası.

Dünya ölçeğinde bir isyan dalgası, halkların kitlesel bir arayışı söz konusu, bu Türkiye için de geçerli. Neo-liberalizmin buhranı giderek derinleşiyor ve sürdürülebilir bir durum olmadığı belirgin hale geliyor. Fransa’dan Şili’ye İran’dan Irak’a Hindistan’a, dünya halkları bu döneme özgü eylem ve direniş biçimleriyle öne çıkıyorlar. Bu isyan iklimini ve giderek kitlesel özgürlük arayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, son yıllarda giderek daha da kitleselleşen başkaldırılar, öfkeler, tepkiler dünyaya yayılmış durumda.

Hepsi aynı içerikli olmasa da, kapitalizmin işleyişine karşı duyulan bir öfke söz konusu.

Burada öncelikli olarak, neo-liberal politikalar olarak ifade edebiliriz; ama kapitalizmin toplamda orta sınıf dediğimiz kesim de dâhil olmak üzere toplumun geniş kesimleri için yarattığı olumsuz sonuçların ve buna olan öfkenin görünür hale gelmesi söz konusu. Bunların bir kısmının daha siyasal talepleri ve mücadeleleri var, bir kısmı daha ulusalcı refleksler gösteriyor. Ancak oldukça önemli bir başkaldırı var.

Toplamda bir öfke, hoşnutsuzluk hali dünya ölçeğinde yayılmış durumda; ama kritik soru şu, bu durum dönem dönem oluyor ancak sonra sönüyor, dönem dönem yükselen hareketlerin sonucunda çeşitli ülkelerde parlamenter düzeyde tırnak içinde “sol” iktidara geliyor; örneklerini Avrupa’da, Latin Amerika’da yaşadık.

Ancak iktidara gelenler sistem içi iktisadi politikalarla sorunu çözeceklerini, yöneteceklerini sanıyorlar, küçük törpülemeler dışında mevcut sistemin sürdürücüleri haline geliyorlar, sistemle bütünleşiyorlar, ona eklemleniyorlar.

Kitleler de beklentilerinin gerçekleşmemesi nedeniyle, soldan uzaklaşıyor ve sonraki dönemlerde de sağa yöneliyor ya da faşizmin kitle tabanı haline geliyor, böyle bir risk söz konusu.

Dolayısıyla yükselen hareketleri biraz buradan da değerlendirmek lazım, sistemi yeniden tesis edici siyasal aktörlere karşı da uyanık olmamız lazım.

Bütün bunlara rağmen öfkenin ortaya çıkıyor ve büyüyor olması çok önemli. Bu süreç bir yerlere evrilebilir, dahası sol-sosyalist hareketlerle temaslar olabilir; aynı zamanda solun da hem nicelik hem nitelik anlamında hegemonya kurmasının da nesnelliğini oluşturan bir durum açığa çıkabilir.

Ama burada bence çok da tartışmadığımız esas şey muhalif hareketlerin nereye evrildiği evrilebileceği hususu, başkaldırılar bize hoşnut geliyor, bunun üzerine çok konuşuyoruz ancak sonrasına dair olan değerlendirmelerde yetersiz kalıyoruz diye düşünüyorum. Kahramanlık hikâyeleri güzel ama ders çıkarma konusunda oldukça eksiğiz. Dolayısıyla bir sonraki başkaldırı için de “hazırlıksız” yakalanmış oluyoruz.

Örneğin,  Türkiye’de Gezi örneğinde, bütün sosyalist hareketler kendilerince örgütsel formlara dair bir farklılığı sözel olarak ifade ettiler ama benim gördüğüm kadarıyla, hiçbir toplumsal örgütün, siyasal örgütün sonrası öncesinden çok da bir programatik, örgütsel farklılığının olmadığı.

Yaşadıklarımızı unutuyoruz, ne oldu da bu hareketler başarıya ulaşamıyor diye oturup sonrasında konuşmamız lazım. O yönüyle de direnişleri izlememiz, deneyimleri açığa çıkarmamız gerek.

Yanı başımızdaki mayalanmayı görebiliyoruz, Türkiye açısından da geçerli bir mayalanma süreci bu. Bardağı taşıran son damlanın ne olacağı, ne zaman topyekûn bir isyan haline gelebileceğini kestirebilmek güç. Ama o döneme hazırlığın kendisi önemli, bu da geçmiş deneyimlerden dersler çıkararak olacak açıkçası.

Yeni bir rejim inşası sürecindeyiz. İktidarın, henüz inşasını tamamlayamadığı bu  rejimin ana omurgasını emek politikaları üzerine kurduğu aşikar.  Yeni emek rejimi diyebileceğimiz bu politikaları siz nasıl değerlendiriyorsunuz ve bağlantılı olarak da yeni dönemde yeni rejim içerisinde işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu örgütlenme formu ne olmalı?

AKP dönemi, Türkiye’deki sendikal harekette ve emek politikalarında en radikal değişikliklerin olduğu dönem.

17-18 yıllık bir dönemden bahsediyoruz. Hukuki düzenlemeler açısından baktığımızda, en köklü değişiklikler bu dönemde yapıldı. Kendisinden önce başlayan ama kendisinin de parçası olduğu süreç olarak 2003’te İş Kanununda köklü bir değişiklik olarak önümüze geldi. Esneklik Türkiye’deki çalışma yaşamına hukuki form açısından 2003’te girdi ve bu çok köklü ve önemli bir değişiklikti.

Emek politikalarına bakıldığında -ben taradım bütün belgeleri- AKP  iktidara geldiği ilk dönemlerinde emek politikalarına dair çok net şeyler söylemiyor.

AKP’nin ilk yıllarında çalışma yaşamına yönelik olarak, özelleştirme ve kamu personeline ilişkin açıklamalar dışında, işçi sınıfı ve sendikalara dair ayrıntı görmek pek mümkün değil iken, sonraki yıllarda emeğe yönelik politikalar daha açık biçimde ortaya konuluyor.

Çünkü o zaman muktedir değil, ilk kurulma dönemleri açısından, devlette henüz yer edinmiş değildi.

Ne zaman ki devlete egemen olmaya başladı, devletin asli sahibi olarak kendini görmeye başladı, emek alanındaki politikaları da daha görünür hale geldi.

Son yıllarda zor ve rıza olarak ifade edilen emek rejiminden giderek zora dayalı daha despotik emek rejimine geçildi, geleneksel emek yönetimi sistemi zor ve rızaya dayalı iken, zor kısmı etkili biçimde kullanılmaya başlandı. Zorun en açık ve sert yaşandığı dönem OHAL dönemi olmakla birlikte, bu politika sürecin tümüne egemen oldu.

Öte yandan esneklik, bu dönemin temel politikalarından biri haline geldi. Her alanda çok yaygın olarak kullanıldı. Esnekliğin doğal sonucu da güvencesiz bir çalışma ilişkisinin egemen olması.

Bu dönemin en önemli özelliği, sendikaların bu denli devlet denetimine girmesi. Türkiye’de sendikal hareket, başlangıcından itibaren önemli ölçüde kamu ağırlıklı bir yapıdaydı. Devlet tarafından kurulanları bir yana, diğer sendikaların da “işin kolayına kaçarak” esas olarak devlet mülkiyetindeki sektörlerde örgütlenmesi, sendikal yaşamın daha fazla devlet denetimine girmesine zemin hazırlamıştı. Sendika yönetimleri devletçi ve resmi ideolojiyi aşamayan çizgileriyle hükümetlerle iyi geçinme yolunu seçmiş, sorunları görüşmeler yoluyla çözme politikası, beraberinde tavizleri ve haklar için mücadeleden uzaklaşmayı da beraberinde getirmiştir.

AKP döneminde ise,  sendikal alan ve devlet arasındaki ilişkiler bu süreçte iç içe geçmiş, devlet güdümlü geleneksel sarı sendikacılıktan doğrudan devlet sendikacılığına geçiş söz konusu olmuştur.

İşçi sınıfı ve sendikal yapılara karşı en yoğun hak kayıplarının yaşandığı bu dönem içerisinde sendikaların önemli bir bölümü bütün olumsuzluklara, baskı ve saldırılara karşı sessiz kalmayı tercih etmiştir. Sendikal alanda bir dönem oluşturulan muhalif dinamik, örneğin Türk İş’teki Sendikal Güç Birliği etkisizleştirilmiş, Güç Birliği içerisinde yer alan bazı sendikaların yönetimleri ele geçirilmiş, diğerlerinin de sessiz kalması sağlanmıştır.

Sendika merkezlerinin ele geçirilmesi yanında, şubelerin de etkisizliğine, önemli mücadele dinamiği olan şubeler platformlarının devre dışı kalmasına yol açmıştır. Kuşatma, hem merkezde hem de yerelde sürmektedir.

Sendikal hareket her zaman devlet ve sermaye denetimindeydi ama hiç bu kadar denetim altına alınmamıştı açıkçası. Yakın dönem açısından söylüyorum, tümüyle işlevsiz hale gelen, devletin ve sermayenin işgal ettiği, ele geçirdiği aygıtlar haline geldi sendikalar.

Böyle olunca da işçi sınıfının hak ve çıkarlarını korumak değil, onları devletle ve sermayeyle uzlaştırıcı,  ya da o öfke ve tepkiyi de azaltıcı, bastırıcı mekanizmalar haline getirildi sendikalar.

Sermayeyle ilişkileri açısından da, insan kaynakları müdürlükleri gibi bir  işlev gördü. Kocaman binaları olan, ama hem iktisadi hem siyaseten tümüyle işlevsiz, devlet ve sermayenin denetimindeki bir sendikal hareket bu dönem çok güçlendi.

HAK-İŞ çok özel olarak güçlendirildi. İktidar, kendi ideolojik eksenindeki sendikaları güçlendirmekten geri durmadı, bunun için tüm olanakları kullandı. Memurlar, Memur-Sen konfederasyonuna bağlı sendikalara, işçiler ve özellikle de taşeron işçiler Hak-İş’e bağlı sendikalara üye yapıldı. Bu hormonlu büyümeyi ile AKP yanlısı sendika ve konfederasyonlar tarihsel olarak en güçlü dönemlerini yaşamaya başladılar.

Sendikal hareket devlet ve sermaye tarafından işgal edilmiş durumda. Bu işgal hali hem fiilen hem de ideolojik olarak sürüyor. Bu bakımdan işçi sınıfının sendikaları yeniden denetim altına alma mücadelesini vermesi önemli. Ancak, işçi sınıfının sendikaları yeniden denetim altına alması, bu işgali kırması mücadelesi mutlak olarak ve her zaman mevcut sendikalara mahkum olalım anlamına gelmiyor.

TÜRK-İŞ de denetim altına alındı ama HAK-İŞ her zaman öz evlattı.

Yine emek rejimi açısından bakıldığında yakın dönem güncel meselelerden bir tanesi kamuda KHK’lar eli ile yeni bir emek rejiminin inşa edilmesidir.

Bu da, bir ilk. Türkiye tarihinde çalışma ilişkileri açısından bu kadar dıştalayıcı, tasfiye edici bir emek rejimi başka hiçbir dönemde görülmüş değil.

KHK’larla gündelik hayatlar alt üst olduğu gibi, çalışma ilişkileri açısından da özel-kamu ayrımı gözetmeksizin çalıştırmama mekanizması devreye kondu ve devlet eliyle bütün çalışma ilişkilerinden dışlanmayı sağlayan bir başka politikaya geçildi.  Bu süreç, sadece yüz elli bin KHK’lıyı etkilemedi, ailelerinin, yakınlarının da çalıştırılmaması gibi sonuçlar yaşandı, yaşanıyor.

AKP’li yıllardaki bu özel gelişmeler yanında emek rejimindeki değişiklik aslında son otuz kırk yıllık bir tartışma, ama bu dönem daha da katmerlenen bir tartışma. Hem çalışma ilişkileri değişti, hem de işçi sınıfının yapısı ve bileşimi değişti.

Bu yeni gelişme sendikal harekette yeni arayışları da beraberinde getirmeye başladı. Yeni arayışlar derken, aslında bu arayışlar son on, on beş yılı kapsayan arayışlardır.

Bu arayışlar içerisinde bir tanesi de mükemmel bir örgüt formu arayışı oldu açıkçası. Ben de bu tartışmaların içerisinde epeyce yer aldım.

“Bir model bulsak da sorunumuzu çözse” arayışı içerisinde olanlardan biri oldum bir dönem.

Geldiğimiz noktada, geleneksel sendikal formların mücadelemizi karşılamadığı ortada. Ama hiçbir formu da mutlaklaştırmamak gerektiğini düşünüyorum. Yani her formun bir handikapı vardır, örgütlenen yer, alan, mekân ilişkisinin kendi gerektirdiği form neyse ona göre esnek olmak önemlidir.

Örgütsel formdaki bu esnek yaklaşım, sermayenin esnekliğine karşı, işçi sınıfının esnekliği olarak ele alınmalı.

Sendika işçi sınıfının tek örgütlenme biçimdir ısrarından da vazgeçmek gerekebilir, örneğin. Yani sendika elbette ki işçi sınıfının en önemli örgütlenme formlarından biridir ama mutlak değildir. Ya da alternatif sendika kurulamaz diye bir mutlaklık olamaz. İhtiyaç halinde bunların olabileceği konusundaki esnekliğe sahip olmak önemli. Yoksa “meslek sendikaları kötüdür” “iş yeri sendikaları kötüdür, ya da işkolu sendikaları iyidir” diye bir genelleme yapılamaz.

Dünya örneklerine bakıldığında kimi ülkelerde en mücadeleci sendikalar iş yeri sendikaları da olabilmiştir. Kore’de bir dönem böyleydi.

Zaman zaman meslek sendikalarının ilerici roller üstlendiği dönemler olabilir, iş kolu sendikacılığına ya da herhangi bir formun kendisine mutlak olarak ilerici, mücadeleci bir rol yüklenemez, yüklenmemeli açıkçası.

Benim açımdan, sendikal hareket devlet ve sermaye tarafından işgal edilmiş durumda. Bu işgal hali hem fiilen hem de ideolojik olarak sürüyor. Bu bakımdan işçi sınıfının sendikaları yeniden denetim altına alma mücadelesini vermesi önemli. Ancak, işçi sınıfının sendikaları yeniden denetim altına alması, bu işgali kırması mücadelesi mutlak olarak ve her zaman mevcut sendikalara mahkum olalım anlamına gelmiyor.

Bunları değiştirme ve dönüştürme dinamiklerinin olmadığı yerlerde alternatif sendikaların kurulması da bizim gündemimiz arasında yer almalıdır açıkçası.

Mutlak sendikal birliktelik diye bir şey söz konusu değil. Mutlak birliktelik her zaman mücadeleyi yükseltici sonuçlar üretmiyor. Örnekleri var.

Sendikal birleşmeler bir dönem yaygın olarak krizi aşmanın yolu olarak görüldü. Buna, “kafa ve kasa birliği” denildi. İşte sendikalar küçülüyor. Bunları birleştirelim. Giderlerini zor karşılıyor. Kasa birliği olsun. Aklımızı da birleştirelim.

Örneğin uluslararası sendikal harekette de bu gelişme yaşandı. Ancak bunların krize çare olmadığı görüldü. Hatta uluslararası sendikal harekette işkollarında birleşmeler de bazen mücadeleci olan küçüklerin tasfiye edilmesiyle sonuçlandığı görüldü. Küçük ama mücadelesi sendikalar devasa büyük yapıların içerisinde ezildi, etkisiz kılındı. Dolayısıyla birlik her zaman iyi sonuçlar doğurmayabiliyor. Ancak bu tersten de küçük, işlevsiz, tabela sendikalarını kurmanın da gerekçesi haline getirmemeli açıkçası.

Zor bir dengeden de bahsettiğimin farkındayım, mevcut sendikalar içerisinde mücadele etmek birincil tercih. Bunun olanakları ve koşulları yok ise başka bir sendikal arayış içerisinde olmak kaçınılmaz hale gelebilir.

Sendika dışı formlar açısından da bir esnekliğimizin olması gerekir. Dernekler, kooperatifler, vakıflar da işçi sınıfının örgütsel formları olarak işlev görebilirler. İşçi sınıfı örgütlenmelerinde özellikle de dernek formları çok kullanıldı. Kullanılabilir. Bütün bunlar ihtiyaçla bağlantılı şeyler. Yani kimi, nerde, nasıl örgütlüyorsanız ve hangi form ve biçim o örgütlemenin ihtiyaçlarını karşılar, daha uygun olur oradaki mücadeleyi güçlendirir, örgütlemeyi güçlendirir üzerinden bakılması gerektiğini düşünüyorum. Tek başına bir formu fetişleştirilmesinin doğru olmadığı kanaatindeyim. Hepsinin artıları var eksileri var. Hepsine dair karşıt örnekler bulmak mümkün.

Başta metal işçileri olmak üzere, sınıfın örgütlü kesimlerinde de bir temsil krizi söz konusu. Sendikalar oluşan yeni rejime karşı uyum eğilimi gösteriyor ki bu da sendikalara karşı bir itibar sorununu doğuruyor. Bu noktada işçi sınıfının temsil krizini nasıl görüyorsunuz?

Konuştuğumuz kısımlar çoğunlukla sendikal örgütlenme ile ilgili olan kısımdı. İşçi sınıfının iki örgütü var: Sendikal örgüt ve siyasal örgüt. Burada sol sosyalist hareketlerin de işçi sınıfıyla olan ilişkilerini iki biçimde konuşmak lazım. Çünkü o konu az tartışılanlardan bir tanesi.

Birincisi, solun işçi sınıfıyla olan ilişkisine bakıldığında genel olarak bir “temenni ilişkisi” olmaktan öteye gidemediğini görüyoruz. Yazıların yazıldığı, güzellemelerin yapıldığı ancak sınıfla ilişkinin o düzeyde kaldığı bir durum söz konusu. Ancak yazılarımızda ve konuşmalarımızda sınıftan ve sınıf siyasetinin öneminden bahsettiğimiz yaygın bir durum var.

İkincisi, dönem dönem kurduğumuz ya da iktidarı ele geçirdiğimiz mekanizmalarda da özgün gelenekler yaratamamış durumdayız. Maalesef solun sendikal hareketle imtihanı, sınıfla olan ilişkideki imtihanı da çok geçer notlar alabilmiş durumda değil. Solun yönetimde olduğu kimi kurumlara bir bakın; bu kurumları da örnek kurumlar olarak göstermekte zorlanıyoruz. Bu da bir başka önemli konu.

Öyle ki solun egemenliğinde ya da denetimde olan sendikalarda da zaman zaman geleneksel dediğimiz sendikalardan çok da farklı olmayan hatta ondan daha kötü, olumsuz uygulamaların şahitlerinden bir tanesiyim.

Şimdi mevcut sendikaları, kurumları eleştiriyoruz. Soru sorulduğunda; peki, bütün olumsuzluklara karşın örnek alabileceğimiz sendika var mı denildiğinde duraksıyoruz. Bu da bizim, sosyalist hareketlerin temel sorunlarından bir tanesi.

Her şeyin işçi sınıfı adına yapıldığı ve altına meclisler, komiteler, kurultaylar gibi büyük imzaların atıldığı bir ilişki biçimini sorunlu buluyorum açıkçası. Çok tartışılmıyor bu kısmı. Dolayısıyla sınıfla olan ilişkinin zayıflığı bir başka eleştiri konusu, kurulan ilişkinin biçiminin ve formunun nasıl sürdürüldüğü de bir başka tartışma konusu.

Temsil krizine gelmek açısından söylüyorum; bir ideolojik temsiliyetten bahsedebiliriz elbette. Buna hakkımız var. Toplamda sosyalistler olarak. Bütün farklı eğilimlerine rağmen.

Ama nicelik olarak temsiliyetinde hepimiz sınıfta kalmış durumdayız. Yok aslında birbirimizden farkımız.

Birkaç siyasal kurum ve örgütümüz bu alanla biraz daha ilgili olabilir. Genel olarak bakıldığında, deyim yerindeyse devede kulak düzeyinde kalacak ilişkilere sahibiz. O nedenle de devlet ve sermayenin denetimi ya da faşistlerin hegemonyası daha fazla.

İşçi sınıfı çünkü aynı zamanda ideolojik olarak diğer toplumsal kesimlere göre ideolojik olarak ve politik ilişkiler açısından daha gerici, daha muhafazakâr bir kesimi temsil ediyor. Bu nedenle, bunlarla olan ilişki daha önemli hale geliyor.

TİS sürecinde, işçiler fiili bir durum yaratıyorlar. Ülke genelinde eylemlerin çoğunda işçilerin iradesi belirleyici. Sahadan biri olarak sormak isteriz, yeni bir metal fırtına geliyor mu?

Ülke genelinde daha makro ölçekte işçi sınıfı eylemlerine bakıldığında bir önceki konuda yaptığımız değerlendirmeyle paralellik arz ediyor. Sendikal hareketin sermaye-devlet denetiminde olması nedeniyledir ki,  sendikasız iş yerlerindeki eylemler sendikalı iş yerlerindeki eylemlerle eşit ya da biraz üzerinde. Son üç dört yılın eylem analizlerine bakıldığında böyle. Bu işçilerin kendiliğinden mücadele etmesidir. Dolayısıyla bunu önemsemek gerekiyor. Bu alanlarla temas sorunumuz var.

Metal sektörü açısından bakıldığında; ben yeni bir “metal fırtına” gelebileceği konusunda kaygılıyım. Öyle bir dönemde olmadığımız kanaatindeyim. Birkaç nedeni var bunun. Birincisi: Metalde patlamalar on, on beş yıllık dönemler halinde oluyor. Birikiyor birikiyor ve patlıyor.

2015’te bir patlama yaşandı o patlamaya öncülük eden kadroların tümüne yakını tasfiye edildi. Bu önemli. Elbette akıl, deneyim işçilerde var, yaşananlar unutulmuş değil. Yani hem ayaklanma aklı var hem tasfiye edilenlerin işten atılmalarının getirdiği kaygı var. Öne çıkarsak atılabiliriz kaygısı da taşıyorlar.

Konumuzla ilgisi yok gibi görünebilir ama dönüp bağlayacağım meseleyi.

Tarık Ali uzun bir dönem önce Türkiye’ye gelmiş ve bir grev deneyimi anlatmıştı:

İtfaiyeciler grevi. Başarılı bir grev deneyimi açısından üç şey saymıştı.

Gençler yenilgi nedir bilmiyorlardı, kaybedecek şeyleri azdı ve sosyal medyayı iyi kullanıyorlardı. Şimdi bu kuşak yenilmişlik hissiyatına sahip. Bunu daha unutmadı. Aktif kadroların atılmış olmasını da hafızasında taşıyor. Bu birincisi.

İkincisi: Henüz ayağa kalkışı gerektirecek düzeyde bir parasal, mali sonuç ortaya çıkmış durumda değil. Birleşik-Metal-İş için söylemiyorum ama Türk-Metal tabanının razı olabileceği bir ücretin ortaya çıkabileceğini ve masa başında imzalanabileceğini düşünüyorum. İşçilerin bir kısmı buna tepki gösterecektir ama bu büyük, kitlesel bir tepki olmayacaktır. Çünkü metalde ana sanayideki bazı fabrikalarda işler kötü söyleminin yaygın bir kullanım alanı var. Sözleşmelilerin işten çıkarılması var. İşçiler buralarda “aman işte kalayım” diyorlar. Bütün yoksullaşmaya rağmen kriz döneminde yeniden iş bulma kaygısı da var. Onun için bu dönem açısından yeni bir, dinamik ortaya çıkmayacak gibi görünüyor, dilerim yanılırım.

Grev eğitimlerimizin ana omurgasını grev yasağı olduğunda “ne yapılacağı”, “nasıl tutum alınacağı” konuları oluşturuyor. Grev eğitimlerinde, önceki grev eğitimlerinde yaptığımız gibi yalnızca yasal süreçleri, olağan süreçleri anlatmıyoruz. Olağandışı bir sürecin işleyeceğinin farkındayız. Buna ilişkin hazırlık yapıyoruz. Bu eğitimlerin, hem teknik hem politik hem de kamuoyuna mesaj olması açısından birden fazla işlevi var.

Peki, söz konusu bir grev yasağı var MESS’ten, bu durumda Birleşik Metal ne yapacak?

Beklenen şeylerden bir tanesi sürecin sonuna doğru gelebilecek grev yasağı. Bunu işverenler de söylüyorlar. MESS’in Genel Sekreteri de bir televizyon programında bunu açıkça ifade etti, grev yasaklanacak dedi.

Grev yasağı sürpriz olur mu? Olmaz.

Biz işçilerle bunu yazdan beri tartışıyoruz. Bu sürecin içerisinde böyle bir olasılık olduğunu sürekli konuşuyoruz. Grev eğitimleri yapıyoruz. Grev eğitimlerimizin ana omurgasını grev yasağı olduğunda “ne yapılacağı”, “nasıl tutum alınacağı” konuları oluşturuyor. Grev eğitimlerinde, önceki grev eğitimlerinde yaptığımız gibi yalnızca yasal süreçleri, olağan süreçleri anlatmıyoruz. Olağandışı bir sürecin işleyeceğinin farkındayız. Buna ilişkin hazırlık yapıyoruz. Bu eğitimlerin, hem teknik hem politik hem de kamuoyuna mesaj olması açısından birden fazla işlevi var.

2015’te de bir grev yasağı söz konusu olmuştu. Sonra Anayasa Mahkemesi’ne gitti, mahkeme grev yasağını haksız buldu. Hükümeti 50 bin lira cezaya mahkûm etti.

Birleşik Metal-İş Sendikası olarak, buna da dayanarak anayasadan ve yasadan doğan haklarımızı kullanacağız, Anayasa Mahkemesi kararına sahip çıkacağız, olası bir grev yasağı olursa bu yasağı tanımayacağız, bu hakkımızı kullanacağız kararını vermiş durumda. Bunun nasıl uygulanacağını o dönem geldiğinde göreceğiz.

Şimdi yeni dönemde, bu yılın sonlarına doğru yeniden EMİS sözleşmesi var ancak belki ilk defa burada söylenecek EMİS kendisini kapatıyor ve MESS’e katılıyor.

Bu çok yeni, birkaç gün önce ortaya çıkan bir gelişme. Dolayısıyla yeni sözleşme döneminde EMİS diye bir sendika olmayacak. Şimdiki MESS ile başka bir süreç işleteceğiz. Çok yeni bir gelişme olduğu için bunun nasıl olacağı konusunu kestirebilmiş değiliz. Süreç içerisinde göreceğiz.

Buna yol açan birkaç faktör var. Bir tanesi elbette ki oradaki işçilerin kararlılığı, örgütlülüğü, mücadelesi sonucu toplu sözleşmelerden başarıyla çıkılıyordu.

Diğer yandan EMİS’de Birleşik Metal İş yalnızdı. Karşısında Türk-Metal gibi başka bir aktör yoktu. Dolayısıyla toplu sözleşmelerde daha başarılı olunuyordu.

MESS’in EMİS’ten önemli farklılığı ise, nicelik olarak daha büyük, daha gelişkin sermaye örgütü olması ve Birleşik Metal İş’in belki tek başına hareket edemeyecek olması.

Bu nedenle, bu yılın sonbaharında gündeme gelecek ve EMİS’de yer alan şirketlerle ama MESS’le yapılacak toplu sözleşme bir çok gelişmeye gebe ve sürecin nasıl işleyeceği henüz tam anlamıyla belli değil.