Önder Algedik: Halkta Önderliği Olmayan Halkçı Bir Ekolojik Hassasiyet Var

Sıcaklıklar artıyor, iklim felaketleri şiddetleniyor, yangınlar söndürülemiyor ve buzullar hızla yok oluyor. Tüm bunlara rağmen doğaya karşı saldırılar hız kesmeden sürüyor. Şimdilerde, bedelini tüm insanlığın ödeyeceği bir talan projesi var gündemimizde: Kanal İstanbul.

Enerji ve İklim Uzmanı Önder Algedik’le hem bu talan projelerini, santralleri,  siyasal karar alma mekanizmalarının, siyasal iktidarın ve yerel yönetimlerin tutumunu hem neler yapabileceğimizi konuştuk.

Kanal İstanbul Projesi’ni nasıl değerlendiriyorsunuz? Ülke gündemi başta ekonomik kriz olmak üzere birçok krizle aynı anda meşgul iken, Kanal İstanbul Projesi’nin bu denli aceleci ve dayatmacı bir şekilde hızlandırılmasının ve toplumun önüne konulmasının nedeni nedir?

Aslında bu meselenin iki boyutu tartışılıyor. Biri etkileri biri ise nedenleri. Etkileri meselesi çok konuşuluyor, bütün detaylar var. Zaten ÇED (Çevre Etki Değerlendirmesi)’de görünen üç beş sınırlı etkisi bile oldukça katastrofik. Ne mesela? Susuzlaşma yaşanacak, sular çekilecek. İstanbul’un damarlarının kesilmesine kadar pek çok etkisi olacak. Bir de yazılmayanlar var.

Ama ben bundan daha önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Neden, böyle pek çok krizin olduğu, ekonomik ve ekolojik kriz, üstüne üstlük hükümetin termik santralden gol yediği, Simit Sarayı’ndan gol yediği bir dönemde, böyle bir şeye niye ihtiyaç duyulduğunu, neden ittirildiğini anlamak gerektiğini düşünüyorum.

Bununla ilgili birkaç teori var. Ama görebildiğim nokta şu: Açıkçası iktidarın uluslararası sermaye ile olan ilişkisini, oralarda olan anlaşmaları tam bilmiyoruz. Ama bunun karşılığında bir şeyler yapıldığına dair bir dizi sinyal var. Ve bu sinyallerin çoğu doğru çıkıyor. Zaten Ekrem İmamoğlu’nun açıklamış olduğu 30 milyon m2’lik arsanın el değiştirmesi, yani rant transferi bunu çok net ortaya koyuyor.

Dolayısıyla aslında burada sorun olan şey, neden böyle bir şey yapılıyor? Çok açık ki iktidar geçmiş dönemlerde yaptığı anlaşmaların karşılığında bir diyet ödüyor. Bunun ne olduğunu tam bilmiyoruz. Bunun karşılığında bir rant artışı sözü var ve bunu yerine getirdiğine eminiz çünkü 30 milyon metrekarelik bir transfer var.

Ve asıl iktidarın yeni kaynaklara ihtiyacı var. Çünkü özelleştirme ile devletin elindeki bütün mülkler, yatırım araçları, fabrikalar birilerine verildi. Burada bir talan yapıldı.  Ardından Kamu Özel Ortaklığı’yla ikinci saldırılar gerçekleşti. Şimdi Kanal İstanbul, üçüncü bir talanın habercisi, üçüncü bir talan boyutunun habercisi mi diye baktığımız zaman aslında bunu çok rahat görebiliyoruz. Neden?

Kanal İstanbul meselesinde gerçeği bulduğumuz zaman, aslında bu projeyi hiç kimsenin istemeyeceğini, istemesi için hiçbir nedenin olmadığını görürüz. Netleşmeye başlıyor ki, Kanal İstanbul’u, tam da bahsettiğimiz sebeplerden, bir kişi istiyor.

Çünkü ortada, bir imar artışı üzerinden yeni bir rant yaratarak, “paralel” bir İstanbul kurma planı da var. Yani İstanbul seçimlerini kaybetmiş iktidar, kendine yeni bir İstanbul kuruyor. Bunu görüyoruz. Dolayısıyla buna baktığım zaman aslında Kanal İstanbul Projesi’nin etkileri korkunçsa eğer, nedenlerinin daha trajik olduğunu düşünüyorum. Ve bu anlamıyla Kanal İstanbul meselesinde gerçeği bulduğumuz zaman, aslında bu projeyi hiç kimsenin istemeyeceğini, istemesi için hiçbir nedenin olmadığını görürüz. Netleşmeye başlıyor ki, Kanal İstanbul’u, tam da bahsettiğimiz sebeplerden, bir kişi istiyor. Onun dışında kimse istemiyor. Ve asıl bunları tartışmamız gerekiyor.

Konu ile ilgili yazınızda oyunun kazananı varsa kaybedeni de var demiştiniz. Kanal İstanbul projesinin kazananı kim? Kaybedeni kim?

Kazananı iktidar olacak. Üst kesim olacak. Bir de tabi ki bu yatırıma ortaklık yapanlar olacak. Ne kazanacaklar ne kadar kazanacaklar bilmiyorum. Çünkü aslına bakarsan bunun çok da önemi olmayacak.

Ama ne kaybedeceğiz? Bir defa İstanbul’un nüfusunun yarısından fazlasının yaşadığı Avrupa yakasının tüm damarları kesilecek. Mevcut altyapının hepsi, sudan tutun ulaşıma kadar, gidecek. Yetmeyecek bu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bunu “yap işlet devret modeliyle yapabiliriz” dedi. Yani bu bir Kamu Özel Ortaklığı demek. Bu da zaten pahalı yapılan işler demek. Dolayısıyla biz eğer bugün konuşulan rakamlar 15 milyar dolarsa, ki Ulaştırma Bakanlığı rakamları da buna 20 milyar dolar diyor, bunun çok daha üstünde bir parayı, ekstradan özelleştirmelerle elimizden alacaklar. Dolayısıyla biz geçmişimizi kaybettik, Kamu Özel Ortaklığı ile bugünümüzü kaybediyoruz; müşteri garantili işlerle. Ve eğer Kanal İstanbul Projesi olursa da geleceğimizi kaybedeceğiz.

Ama kazanırsak da iktidar için bir son olacağını düşünüyorum. Çünkü zaten kuyruklarda bekleyen insanlar, bu işi gerçek bir halk oyuna çevirdi. Ama şunu da söyleyelim: Kanal İstanbul meselesi halkoyuna gitmez. Bu doğru değil. Eğer bir şey referanduma gidecekse, o da artık iktidarın varlığıdır. Zaten bu dilekçeler bu itirazlar da bunu gösteriyor diye düşünüyorum.

Yine bir yazınızda Kamu Özel Ortaklığı adıyla yapılan işlerin 2013’ten günümüze ciddi bir artış yaşadıklarını belirtmişsiniz. Bu aynı zamanda, AKP iktidarının dengesinin bozulmaya başladığı zaman kesiti. Bu bir rastlantı mı? Bozulan toplumsal statüko iktidarın daha da saldırganlaşmasına neden olmuş olabilir mi?

Aslında burada diyalektik bir ilişki var. Mülkleri transfer ettikçe elinde mülkü kalmayan bir devlet, mülkleri kalmadıkça mülk yaratmak, rant yaratmak zorunda olan devlet; ve böyle bir kısır döngü.

Yani özelleştirmenin rakamlarına baktığımız zaman şunu görüyoruz 2013’te özelleştirme son zirvesini yapmış. Ne oldu orada? Enerji santralleri satıldı. Şimdi 2018-19’u biz enerji krizi yaşıyoruz. Daha doğrusu enerji borçlarının ödenemediği bir durumla karşı karşıyayız. İki üç yıl evvel Kamu Özel Ortaklığı zirve yapmıştı. Bunlar da bitmiş, ya da son kırıntıları kalmış; tam bitti diyemeyiz.

Hem özelleştirme hem kamu özel ortaklığıyla şişirilmiş içi boş yatırımlarla bir rant yaratan bir ekonomi yaratan iktidarın elinde yeni bir talana, talan 3.0 diyorum ben buna daha iyi anlaşılması babında, ihtiyacı var. Talan 3.0 İstanbul’daki kanal projesi mi emin değilim. Ama olabilir diye düşünüyorum. Dolayısıyla aslında AKP varlığı boyunca hiçbir şey yatırmadı, bozmadığı hiçbir düzen kalmadı, transfer etmediği hiçbir mülk kalmadı; geçmişi ve geleceği transfer etti, ranta açtı ve şimdi de yeni modeller arıyor. Eğer sessiz kalırsak bu modelleri yaratmak konusunda başarılı olacaktır.

Halk bu işin neresinde? Fiili olarak oluşan kanal karşıtı inisiyatif konusunda ne düşünüyorsunuz? Son itiraz gününe kadar yağmur çamur demeden uzun kuyruklar oluşturarak itiraz dilekçesi veren binlerin yanı sıra, internet ortamında da ülkenin dört bir yanından gönderilen yine binlerce başvuru var. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?

Ekoloji bilimi aslında canlı ve cansızlar arasındaki ilişkiyi inceler. Ben halkta bunun çok daha ötesinde bir bilinç olduğunu düşünüyorum. Çünkü aslında son dönemlerde halkın, pek çok şeyi sahiplenme güdüsünün oldukça güçlü; örgütsüz ama güçlü olduğunu düşünüyorum.

Şimdi Cerattepe çok büyük bir direnişti, çok iyi bir iş yapıldı. Ama bence Kazdağları, büyük bir direniş, diğer yandan da enerjinin inanılmaz boşa harcandığı bir direniş oldu. Neden böyle? Kazdağları’nda 398 tane maden kazılmış ve ÇED gerekli değildir kararı olan yer var. Sadece Kazdağları’nın Çanakkale tarafında. Direniş büyük destek aldı ama bu işin asli sorumlularına dokunmayınca enerji boşa gitti.  Yine de bu dönemin aslında, görünmeyen, liderliği belli olmayan ama kolektif bir şekilde örgütlenen direnişlerin dönemi olduğunu görüyoruz.

Mesela poşet meselesi. Neden poşet meselesi bu kadar gündem oldu? Çünkü insanlar çok açık bir şekilde, her şeyden para alan devletin, poşete kadar düşüyor olmasından çok rahatsız oldular. Ve bu paranın, doğaya ve topluma dönmeyeceğine çok eminlerdi. Bu bence Türkiye’de liderliği olmayan ama halk tarafından inisiyatif alınan bir tartışma ve bunu kimin yaptığını bilmiyoruz. Bununla ilgili fazla veri üretilmedi.

Ama ortaya konulan bütün argümanlar hızlı bir şekilde toplumda savunuluyor. Bu nedenle ben toplumun buna çok hazır olduğunu düşünüyorum. Mesela yine Salda Gölü meselesi var. Orası çok rahat ihale edilebilirdi ve oradaki partiler bile sahip çıkmadı. Orada bir muhalefet partisinin vekili bile var. Buna rağmen insanların bu işi o kadar büyütüyor olması, iktidarda o kadar büyük bir rahatsızlık yarattı ki, her şeyi gizli saklı yapmak zorunda kaldılar. Aslında iptal edebilirlerdi. 20 milyon TL’lik bir bütçesi var. Onlar için devede kulak. Dişlerinin kovuğunu bile doldurmayacak küçük bir bütçeden feragat edebilirlerdi. Ama yapmadılar. Ve Emine Erdoğan’ı bile oraya götürdüler. Bu aslında çok trajik bir durum.

Ekolojiyle ilgilenen örgütün kampanyası sonucunda sadece 36 vekil ret oyu veriyor ve muhalefet bu durumu “zaten iktidarın sayısal çoğunluğu var” diye açıklarken ertesinde veto ettirildi. Demek ki keramet, termik santral meselesinin, toplumda demokratik, ekolojik, ekonomik durumla ilgili bütünsel bağlantıları kurma meselesinde. Bunu kuran çok az insan var. Ama kurduğu zaman da sonucun çok farklı olduğunu hepimiz son bir iki ayda gördük.

Aslında bu şunu gösteriyor: Tabanda, doğayı ve toplumu gözeten bir bilinç var.  Refleks var.  Ama Türkiye’de toplumsal kanatlar var. İktidar zaten bu işi organize etmek istiyor ve genelde birisine kilitlemeye çalışıyor. Muhalefet ne yazık ki bu işi sadece popülizmin bir alanı olarak görüyor. Sol ise genellikle toplumda ekolojik bilinç olmadığını düşünüyor. Ve burada fikir üreten değil izleyen pozisyonda kalıyorlar.

Ben açıkçası insanların iyi refleksleri olduğunu düşünüyorum. Yoksa hiç kimse şunu açıklayamaz: Ekolojiyle ilgilenen örgütün kampanyası sonucunda sadece 36 vekil ret oyu veriyor ve muhalefet bu durumu “zaten iktidarın sayısal çoğunluğu var” diye açıklarken ertesinde veto ettirildi. Demek ki keramet, termik santral meselesinin, toplumda demokratik, ekolojik, ekonomik durumla ilgili bütünsel bağlantıları kurma meselesinde. Bunu kuran çok az insan var. Ama kurduğu zaman da sonucun çok farklı olduğunu hepimiz son bir iki ayda gördük.

Mesele AKP iktidarına çok fazla indirgenmedi mi sizce de? Talan, rant ve ihalelere dayalı olarak büyüme yolu genlerine işlemiş Türkiye kapitalist birikim modelini ortaya koymak ve savaşı asıl buraya yöneltmek daha doğru değil mi? Mesele salt AKP meselesi mi? Yerel yönetimlerin el değiştirmesiyle her şey güzel olacak mı? Ya da sizin ifadenizle soracak olursak, talan 3.0’ın ilacı ve tedavisi çok basit demiştiniz. Nedir bu tedavi?

Şu an yaşadığımız krizin adını koymamız lazım. Kriz: Aşırı üretim krizi. Türkiye’de üretimin olmadığını düşünenler var. Bunlar yanlış yerlere de hizmet edebiliyor. Şu an Türkiye’de ihtiyacı karşılayacak o kadar çok alan var ki. 1 milyondan fazla araba üretiliyor. Milyonlarca çamaşır makinesi, bulaşık makinesi üretiliyor. Yıllar öncenin üç dört beş katı kadar, çimentodan tutun mermere kadar birçok şey üretiliyor.

Buradaki bütün üretimler boşa üretimdir aslında. Ve şu an kapitalizmin aşırı üretiminin krizini ödüyoruz. Dolayısıyla bu aşırı üretimin tüketilmesi için yıkıcı bir ekonomik yapıya ihtiyaç var. AKP işte bunu çok iyi yapıyor. Şunu görmemiz lazım ki bu işi yapacak bir numaralı parti AK Parti’dir ve bu yüzden de iktidardadır. İki ya da üç numaralı partiler diğerleridir. Bunların hepsi iktidarın anti-tezidir ama hiçbirisi sentezi değildir. Peki bu işin sentezi ne olacak?

Sentez aslında bu işin ilacı meselesinde yatıyor. Basit bir örnekle: Kanal İstanbul için harcanacak olan parayı, biz, iklim dostu ve cüzdan dostu ulaşıma yatırırsak bir iki yıl içinde toplu taşımayı ücretsiz hale getirebilir, ulaşım kaynakları için petrol ithalatını yarıya hatta çeyreğe indirebilir, bu sayede emisyon oranı azaltılabilir, iklimi değiştiren sera gazı azaltılabilir, kentleri kirleten petrol tüketimi azaltılabilir ve hatta üstüne para kalır, bütün evlerin ücretsiz enerji kullanmasını sağlayabilirsiniz. Bu kadar paradan bahsediyoruz işte.

Dolayısıyla aşırı üretimin çözümü boşa üretimi bırakmak, günde dört saat çalışmak; kalan dört saati doğa ve toplum için harcamaktır. Başka çıkışımızın olduğunu düşünmüyorum… Elimizi çabuk tutmalı; soruna kitlenerek değil çözüme de odaklanarak ilerlemeliyiz.

Bu enerji santralleri enerji üretmek için çalışmıyorlar, sermaye transferi için çalışıyorlar. Bunların aldığı teşvikler, primler, imtiyazlar o kadar yüksek ki. Aslında bunlara bakmak gerekiyor. Termik santraller gerçekten kimin yararına?

Kömürlü termik santrallerin bir kısmı kapatıldı ama çalışmaya devam edenler de var. Siz, tamamen kapanabilir demiştiniz. Bununla ilgili neler yapılabilir? Kimler yapabilir?

Büyük bir iş yapıldı ve bir kısmı kapandı. Ama bu yeterli mi diye sormalıyız. Şu an evet hepsini kapatabiliriz hiçbir sorun yok. Buranın önündeki engeller siyasi engeller. En büyük siyasi engel de teknokrat bakış açısı. Çünkü bu enerji santralleri enerji üretmek için çalışmıyorlar, sermaye transferi için çalışıyorlar. Bunların aldığı teşvikler, primler, imtiyazlar o kadar yüksek ki. Aslında bunlara bakmak gerekiyor. Termik santraller gerçekten kimin yararına?

İktidar belli ki 21 Kasım’da geçen tasarıya karşı oluşan tepkileri görmüş, iyi okumuş ve çok da zarar görmemek için 6 tane termik santrali gözden çıkartmış. Kalan 7 santral devam ediyor. Şimdi yapılması gereken aslında kalanların da yasa dışı olduğunu söylemek ve bütün izinlerin reddedilmesini sağlamak. Ama bunu yapacak siyasi parti ya da güçlü siyasi araçlarımız yok şu an. Bireysel inisiyatif ya da yerel örgütlenmelerle bu ancak belli bir yere kadar geliyor. Ama asıl yapılması gereken: Altmıştan fazla termik santralin hepsini kapatmaya çalışmak. Bunun başka yolu yok.

Bu yıl yaşanan iklim olayları, son birkaç yıldır yaşanan rekor sıcaklıklar bunu zorunlu kılıyor. Mesela doktora gittiğinizde, eğer size alerjiniz olduğunu ve ölebileceğinizi söylerse o maddeyi kapıdan çıktığınız gibi bırakırsınız. Bilim zaten fosil yakıtları bırakmamız gerektiğini söylüyor. Bizim de hemen şimdi bunun için harekete geçmemiz gerekir.

Asfalt belediyeciliğine de değinmek gerekirse…. Bu konuda çok az konuşuluyor; son bir iki yıldır kısmen gündeme geliyor bu konu. Sadece iktidar belediyeleri değil bütün belediyeler bu durumda. Asfalt dökmeyen belediye yok. Peki, sizce neden asfalt? Bunun zararları neler ve alternatifi var mı?

Birincisi şu ki asfalt petrol türevi olan bir şey. İkincisi, iklim felaketlerini hızlandıran, yağışların sele dönüşmesinde etkili olan bir şey. Üçüncüsü de üzerinden geçen arabalarla daha fazla emisyon salınmasına ve iklimin daha fazla değişmesine yol açan bir malzeme. Yani asfalt sizi üç defa vurur.

Bunun dördüncü bir boyutu da var. Asfalt üzerinden ciddi bir sermaye transferi yapılıyor. Türkiye’de, 20 yıl evvel asfalt yenileme süresi 9 yılken, şu an dört yıla düşmüş durumda. Yani cep telefonumuz bile daha dayanıklı neredeyse. Böyle olunca işte, neden asfalt döküldüğünü sorgulamamız lazım.

İktidar belediyeleri dökmek zorunda, çünkü devlet burada petrol ve araba vergilerinden kurulu bir ekonomi oluşturmuş durumda. Muhalefet belediyeleri niye döküyor? Aslında muhalefet belediyeleri, dökülen her asfaltta iktidara çalışıyorlar. Halka çalışmıyorlar.

Öyleyse asfaltın alternatifi ne? Bu başka bir malzeme değil. Bunu ancak ücretsiz toplu taşıma ile çözebiliriz. Bunun Türkiye’de örnekleri var. Hatta Ankara’da seksenlerin sonunda belli saatlerde toplu taşıma ücretsizdi. Bunları görüyoruz. O yüzden buralarda aramak gerekiyor çözümü.

İklim değişikliği meselesinde zamanımız geçti. Bunu kabul etmemiz lazım. Hala zamanımız var retoriğini özellikle pazarlayanlar var. Bunun çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Zaman geçti. Bu niye önemli? Zaman geçtiyse, hala hikâye anlatamazsın. Direk çözüme odaklanmak gerekiyor.

Son olarak sizin, içerisinde bulunduğumuz ekolojik kriz, iklim krizi ile ilgili söylemek istediğiniz şeyler de varsa onları da alıp bitirebiliriz. Bu işe karşı muhalefet, sol ne yapıyor ne yapabilir?

İklim değişikliği meselesinde zamanımız geçti. Bunu kabul etmemiz lazım. Hâlâ zamanımız var retoriğini özellikle pazarlayanlar var. Bunun çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Zaman geçti. Bu niye önemli? Zaman geçtiyse, hâlâ hikâye anlatamazsın. Direk çözüme odaklanmak gerekiyor.

IPCC( Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli)’nin yayınlanan raporunda 12 yılımız var dendiğinde; bunu 12 yıl diye pazarlayanlar aslında iklim değişikliğini ya da kapitalizmin yasalarını bilmediğimizi düşünmüyorlardı. Aslında biz kapitalizmi çok iyi biliyoruz. 12 yıl daha var demek, siyasette 11 yıl daha sallayabilirsin demek anlamına geliyor. Bu çok yanlış o yüzden.

Muhalefet, sol ne yapmalıya gelecek olursak. Bir defa sorgulamalıyız. Ne yazık ki yapmıyoruz. Aslında baktığımızda en fazla asfalt dökenler iktidar belediyeleri değil. Bu konuda bir numara CHP belediyeleri. En fazla imar artışının olduğu yerlerde de bu belediyeler var. Bu gerçeği görmek ve ona göre hareket etmek gerekiyor.

Ama asıl tartışma şu: Kapitalizm yalanlar üzerine kurulu bir sistem. Yıllarca bize plastiklerin doğada 400 yılda çözüldüğü falan söylendi. Bu bir yalan. Yıllarca yatırım yapıldığı söylendi, asfaltın tek çare olduğu söylendi. Bunlar da yalan.

Bizim öncelikle bu propagandaya karşı durmamız gerekiyor. Buna karşı gerçeği; ama sorgulanmış, tartışılabilir gerçeği koymamız ve bunun üzerinden de çözümü tartışmamız gerekiyor. Yani sadece asfalta çözüm düşünürsek sonuca varamayız. Çünkü bunun tek bir cevabı yok.

O yüzden kendimize sormalıyız ne yapıyoruz diye. Bu noktada toplumsal emeğimizi iktidarlara değil doğaya ve topluma harcamamız gerekiyor. Şu andan itibaren bu alternatifleri inşa etmeliyiz. Bu yalnızca düzensel anlamda değil ama. İdeolojik hegemonya anlamında da böyle olmalı. Hepsini yıkmak yeniden inşa etmek için emek vermeliyiz.

İki üç yıl evvel kimsenin asfalt beton belediyeciliği diye bir gündemi yoktu. Ama şimdi var. Plastik gündemi yoktu. Şu an var. Ve bunların hepsi çok değerli. Çok insan mücadele ediyor bunun için. Ama biz hep avcının hikâyesine bakıyoruz ve onu anlatıyoruz. Avın başarısını, avcıyı alt ettiği örnekleri çok da öne çıkartmıyoruz. Bu da bizim eksikliğimiz diye düşünüyorum.