İlksel Birikim Sürecinde Kadınlar ve Cadı Avı

Cadı avları hâkim tarih yazımında, Ortaçağ karanlığının bir ürünü, olmuş bitmiş bir cehalet dönemi olarak verilir, hatta mitleştirilerek anlatılır. Cadı avlarının nedeni sorgulanmaz, hangi tarihsel süreçte yaşandıkları ve hangi özel koşullarda mümkün olduğuna değinilmez ve sonuçları ele alınmaz.

 

“Üst tarafları kadındır onların ama alt tarafları hayvandır; bellerinden yukarısı tanrılarındır ama aşağısı şeytanın malıdır… Cehennem, zulmet, kükürt kuyuları, alev alev ateşler, kaynar sular, pis kokular hep, hep oradadır…” – Shakespeare, Kral Lear

“Cadılar Bayramı” geçti.

Bugün, ana akım medyada ve dilimizde, artık oturmuş bir cadılık söylem ve anlatısı var. Şöyle ki: Cadı denince herkesin zihninde çirkin, uzun burunlu, yaşlı, kötü kahkahalar atan, geceleri süpürgeyle uçan ve tehlikeli Ortaçağ kadınları canlanıyor. Cadılarla ilgili filmler, çizgi filmler, belgeseller, kitaplar… Birçoğu böyle.

Günümüzde daha geniş bir anlamda kullanılıyor. TDK şöyle tanımlıyor cadıyı: Kötülük yaparak başkalarına zarar veren kadın. Dili uzun, sözünü sakınmayan, asi kadınlar için de kullanılıyor; “yaramazlık” yapan kız çocukları için de.

Her şekilde cadılık kötü bir şey olarak sunulup öyle kullanılıyor. Kim çirkin bir cadı olmak ister ki?

Cadılar Bayramı konseptleri de bunu yansıtan, yeniden üreten cinsten. Cadı partileri, kostümlü eğlenceler, sokaklarda gezen maskeli insanlar, ışıklı balkabakları…

Peki neydi cadılık? Bugün, kapitalizmin kârına kâr katan bayramın “özneleri” aslında kimlerdi? Eğlenceli bir bayramın adını taşıyanların kanlı tarihine yakından bakmayı denediniz mi?

Kapitalizme Geçiş Dönemi

Feodalizmin kriz dönemlerinde kendini var etmeye başlayan kapitalizm, elbette başka toplumsal biçimlerle de savaştı. “Feodal iktidarın içine düştüğü krize karşı geliştirilebilecek olası tek yanıt kapitalizmin gelişimi değildi. Avrupa’nın her yanında, feodalizm karşıtı, geniş komünal toplumsal hareketler ve isyanlar, toplumsal eşitlik ve elbirliğine dayalı, yeni bir eşitlikçi toplum vaadinde bulunuyordu.” [1]

Bir yandan eski sistem yıkılırken öbür yandan yeni bir toplum şekilleniyordu. Güç ilişkileri ve toplumsal mücadeleler bu değişimin ne tarafa doğru evirileceğini belirliyordu.

Bu dönem, insanlık olarak ardımızda bıraktığımız, bir daha da yaşamayacağımız bir geçiş dönemi olarak sunulur. Tarih yazımında, feodal duvarların yıkılıp yerine kapitalist ekonominin gelişi genelde karanlıkta bırakılır ya da üstünkörü, seçici işlenir.

Cadı avları hâkim tarih yazımında, Ortaçağ karanlığının bir ürünü, olmuş bitmiş bir cehalet dönemi olarak verilir, hatta mitleştirilerek anlatılır. Cadı avlarının nedeni sorgulanmaz, hangi tarihsel süreçte yaşandıkları ve hangi özel koşullarda mümkün olduğuna değinilmez ve sonuçları ele alınmaz.

Ancak feminist hareket ve feminist tarih yazımı geliştikçe, kadınların tarihinde çok önemli bir yerde duran cadı avları hak ettiği yere getirilmiştir. Erkek egemen tarihin gölgede bıraktığı cadı avları, feministler tarafından yeniden aydınlatılmıştır.

Cadı avları aslında bütün bir tarih ve sosyoloji biliminde çok ilgi duyulan bir konu olmasına rağmen genelde buraya bakış sosyolojik analiz noktasında kalmıştır. Yine Federici, Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar kitabında şöyle diyor bu sınırlı bakış için: “Bu tarihçilerin bazıları da cadı avlarına sınırlı bir açıdan bakıyor: Meslek olarak tıbbın doğuşu, dünyaya dair mekanik bir görüşün gelişmesi, patriyarkal bir devlet yapısının zaferi vb.”

Cadı avlarının üzerine Ortaçağ’ın karanlık perdesi serilerek aslında temel karakterinden uzaklaştırılır. Oysa cadı avları genel bir Ortaçağ’ın ürünü değil; feodalizmden kapitalizme geçiş sürecindeki özel bir Ortaçağ kesitinin ürünüdür. Cadı avlarına bu ışıkta baktığımızda, gerçek bir tarihsel ve siyasal zeminine oturtmuş; cadıların tarihini bilince çıkarmış oluruz.

Zira kapitalizmin gelişimi ile cadı avlarının yaşandığı tarihlerin aynı olması, tesadüf olamayacak kadar birbiriyle ilişkilidir. Ve ikisiyle de ilişkili olan kadınların tarihsel konumu…

Kapitalizmin gelişim sürecinde temel taşlardan birini oluşturan cadı avlarını görmediğimizde, kadınların ücretli işlerden dışlanmalarına ve erkeklere tamamen tabi bırakılmalarına neden olan yeni patriyarkal düzenin (artık feodal olmayan) temellerini fark etmeyiz.

İlksel birikim ve çitlemeler

Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında, üretim ve yeniden üretim ilişkilerini işleyeceği önsözüyle giriş yapan Engels de; Kapital kitabında ilksel birikimi ve toplumun yeniden üretimi konularında Marx da bu konuları detaylı işlemez. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında, Engels üretim ilişkilerini de yeniden üretimi de işler aslında. Ancak burada yeniden üretim, soyun yeniden üretimi olarak ele alınır yalnızca.

Marx, kapitalizme geçişteki ilksel birikim sürecinin temel güç kaynağının şiddet olduğunu söyler. Kapitalist üretimin gelişiminin tarihsel koşullarını tanımladığı bu kavramı kullanırken eksik bir yer bırakır: Cadı avları. Marx ise ilksel birikim sürecinde, 16 ve 17.yy’daki cadı avlarına hiç yer vermez.

Kapitalizmin gelişim sürecinde temel taşlardan birini oluşturan cadı avlarını görmediğimizde, kadınların ücretli işlerden dışlanmalarına ve erkeklere tabi bırakılmalarına neden olan yeni patriyarkal düzenin (artık feodal olmayan) temellerini fark etmeyiz. Bu süreç, bugün oluşan bu ayrımların henüz başlangıcındaki halidir aslında.

Oysa kapitalizmin üzerinde yükseldiği ana taşıyıcı kolonlardan biridir cadı avları.

Çitleme politikaları

13. yüzyıl dolaylarında yaşanan ekonomik krize; bir de hastalıklar, verimsiz hasatlar ve bunlarla birlikte yükselen halk ayaklanmaları eklenince var olan sistem kendini taşıyamaz oldu. Dönemin serfleri lordun keyfi iktidarına bağlıydılar. Ayrıca uymak zorunda kaldıkları angaryanın yükü oldukça ağırdı. Ve sürekli artan ağır vergilerin yükümlülüğü altında idiler. Egemenler saraylarda lüks ve şatafat içinde yaşayıp gününü gün ederken, halk sefalete sürükleniyordu.

Feodal köyün parçalanması ve toprakların özelleştirilmesiyle birlikte yoksulluk arttı, köylerden kentlere zorunlu göçler başladı. Bu aynı zamanda toprakların da çitlenmeye başladığı dönemdi. Elinde parası olanlar toprak alıp daha da zenginleşirken olmayanlar iyice yoksullaşmıştı.

Kolonileşme ve ticaret yollarının yoğun kullanımı ve kölelik gibi etkenlerle giderek artan zenginlik birikiyordu. Kapitalizme geçerken bu birikim süreci, eski toplumu yıkarken yeni bir toplum ve sistemin de ayaklarını oluşturuyordu. Topraksız kalanlar (çoğunluğu kadınlar) kitleler halinde kentlere göç ediyor ve oralarda işçileşiyorlardı. İlk dönemlerde bu işçilerin çoğunluğu kadınlardan oluşuyordu. Böylece emek de feodal beyin kırbacından “özgürleşip” kapitalist üretimin egemenliğine geçiyordu.

Çitlemeleri yalnızca toprağın etrafının çevrilmesi olarak görmemeliyiz. Bu bütünlüklü olarak bedenin, emeğin, bilgi ve doğanın da egemenler tarafından sınırlandırılması, çevrilmesiydi.

Ancak bu çitlemeler yalnızca emeğin ve toprağın çitlenmesi ile sınırlı değildi. Aynı zamanda, toplumsal dönüşümü de sağlamak ve her alanda hâkimiyetin elde olduğu yeni bir sistemin inşasını sağlamak adına, toplumdaki bütün çıkıntılar törpülenmeli, bir düzene uygun hale getirilmeli ve egemenlerin verdiği şekle bürünmeliydi. Şimdi toplumla çetin bir savaş vermenin zamanıydı.

Bu noktada çitleme politikalarının kuşkusuz en ağır bedellerini kadınların ödediğini söyleyebiliriz. Hatta hala ödediklerini de.

Kapitalizme geçiş sürecinde, kökleri gerilerden gelen patriyarka özel bir biçime büründürüldü. Bir zaman feodal düzenle uyuşan ataerki, şimdilerde yeni bir sistemle çatışıyordu. Kapitalizm elbette, kendisi de bir hiyerarşi düzeni olduğundan, var olan egemenlikleri yıkmak yerine onları kullanarak varlığını inşa etmeyi tercih etti. Bu ama patriyarka ve kapitalizmin, karşı karşıya gelir gelmez anlaştıkları anlamına gelmiyor.

Çitlemelerden Sonra Derinleşen Yoksulluk

Kadınlar bu yoksullaşmayı en derinden yaşayan kesimdi. Kendi toprakları olamadığı için iyice yoksullaşmış ve çitlerin olmadığı ortak alanlar da giderek azalınca, yan yana gelme sıklıkları da azalmış, giderek zorlaşmıştı.

Tam da bu yoksullaşmanın yoğunlaşması ile birlikte isyanlar başlamış ve kadınlar da bu isyanların önünü çekmişlerdi.

Bedenin çitlenmesi yalnızca, köylülerin topraklarından edilip işçileştirilmesi değildi; aynı zamanda kadınların bedeni de çitlenmişti bu dönemde.

Bu beden politikaları, yüzyıllar süren bir toplum mühendisliğinin de başlangıcıydı. Feodalizmden kapitalizme geçişte, yeni ekonomik sisteme uygun insan profili yaratılıyordu. Sömürgelerden gelen kaynakların işlenmesi için yoğun işgücü gerekiyordu. Ancak köylerde “uyuşuk” yaşamaya alışmış insanların bu alışkanlıklarının kırılması ve düzenli olarak her gün uyanıp işe gelen makineler haline getirilmeleri gerekiyordu.

Bu nedenlerle çitlemeleri yalnızca toprağın etrafının çevrilmesi olarak görmemeliyiz. Bu bütünlüklü olarak bedenin, emeğin, bilgi ve doğanın da egemenler tarafından sınırlandırılması, çevrilmesiydi.

“…[C]adı avlarının kökeninde, dünya hegemonyasının artışıyla birlikte komünal ilişkilerin çözülmesi ile kadınların hayatlarının ve parasal olmayan yeniden üretim etkinliklerinin değersizleştirilmesinin yattığını” söylüyor Slyvia Federici, Caliban ve Cadı’da.

İşte tarihte görünmeyen, adından pek da bahsedilmeyen cadı avları; kapitalist toplumun gelişmesi ve proletaryanın doğuşunda böyle bir yere denk düşüyordu.

Bu dönem pek çok şeye tanıklık eder. Öylesine kanlı ve şiddet dolu bir dönemdir ki tarihçiler çoğu zaman “kırbaç” ya da “yağma” çağı olarak adlandırırlar bu dönemi. Çitlemeleri, cadı avlarını, yoksullaşma ve isyan hareketlerini, Heretikleri, etiketlenip cezalandırılan serseri ve dilencileri, büyücülükle suçlanan kadınları, bugünkü hapishanenin ilk hallerini, ıslahevlerini görürüz bu dönemde.

Toprakların çitlenmesi, özelleştirilmesi ile açık tarlalar yok oldu. Ve aslında bu yolla, köylerdeki “ilkel komünizm” ilişkiler ağı da yok olmuş oldu. Toplumsal bağlar çözüldü, özellikle “yaşlılar” için şartlar daha da zorlaştı, serseriler ve dilenciler giderek arttı.

“Kadınlar çitlemelerden erkeklerden çok daha olumsuz bir biçimde etkilendiler, çünkü topraklar özelleştirilip ekonomik hayata para ilişkileri hâkim olmaya başlar başlamaz, tam da değersizleşmeye başladığı sırada yeniden üretim emeğine giderek daha çok mahkûm kaldıklarından, kendilerini geçindirmekte zorlandılar.” [2]

Bu yollarla, daha sonra tamamen ev içerisine hapsedilecek ve görünmese de emek üretecek olan kadınların, erkekler ve kapitalizm karşısındaki konumu şekillenmiş oldu.

Peki kadınlar bunu olduğu gibi kabul etmiş, boyun mu eğmişlerdi? Bütün bu geçiş sürecinde ne yapmışlardı?

Bu kadınlar yalnızca, öldürülen, kurban edilen kadınlar değillerdi. Yoksulluğa ve çitlemelere karşı isyanlar koparken kadınlar da ortak alanlardaki çitleri söküp, çiftçileri direnmeye çağırıyorlardı; yani, bir yandan da direnen, isyan eden, efendilerinin yemeğine zehir katan, tek başınalığa cüret eden, itaatsiz kadınlardı.

Cadılar kimdi?

Öncelikle, yoksullaşan kadınlardı cadılar. Ama tek sebep elbette yoksullukları değildi.

Köy köy gezen, kapıları çalan, yoksullaştığı için dilenen, hatta çoğu yerde, köy meydanlarında kavga çıkaran, insanları isyana çağıran; kendisine yardım etmeyenleri tehdit eden kadınlardı.

Zaten o dönem cadı diye tutuklanan kadınların şikâyet edilmesinin sebepleri de çoğunlukla beddua etmek, kötü bakmak, dedikodu yaymak gibi şeylerdi. Aslında kadınlar bunu, yoksullaşmaya karşı duydukları öfkeden yapıyor olamazlar mıydı?

Zira “bu suçlamalarda ‘cadıların’ yoksulluğu belirtilir, muhtaç oldukları bir anda şeytanın kadınlara yanaştığından ve muhtemelen ‘et, giysi, para’ ve borçlarının ödenmesini teklif ederek ‘bir daha muhtaç olmayacak’larına dair söz verdiğinden bahsedilir.” [3]

“…[E]n çok yaşlı kadınlar, özellikle de dul, çocuğu olmayan ya da çocuklarından yardım göremeyenler etkilenmiş, örfi hakların kaybıyla birlikte fiyatların artması yüzünden bu kadınların elinde yaşamlarını sürdürecek hiçbir şey kalmamıştır.” [4]

Bu kadınlar yalnızca, öldürülen, kurban edilen kadınlar değillerdi. Yoksulluğa ve çitlemelere karşı isyanlar koparken kadınlar da ortak alanlardaki çitleri söküp, çiftçileri direnmeye çağırıyorlardı; yani, bir yandan da direnen, isyan eden, efendilerinin yemeğine zehir katan, tek başınalığa cüret eden, itaatsiz kadınlardı. Feodalizmden kapitalizme geçiş, proleterleşme, öyle kolay olmamıştı. Kitleler toplu halde isyan etmiş, kapitalizmin atölye ve küçük işletmelerinde çalışmayı reddetmiş, dilenciliğe ve ayyaşlığa yönelmişlerdi.

Yani aslında egemenler cadıları cezalandırırken aynı zamanda, zenginliğe, mülkiyete yönelik saldırı, egemenliği sarsan büyü inancını, isyancı tutumları da cezalandırıyorlardı. Bu süreç boyunca kadınlara da “cadının izinden giderseniz sonunuz öyle olur” diyordu.

Cadılar, bu toplumsal yeniden yapılandırma sürecinde, iffetsizlikle de suçlanmışlardı. Kadının her türlü bağımsızlığı reddedilmiş, erkek hegemonyası altına alınması için bastırılmıştı. Çünkü yeni toplumsal düzende her türlü cinsel ilişki devlet kontrolü altına alınmalıydı. Bu noktada, evlilikler ve çocukların kontrolünden önce kadınlar, tamamen egemenlik altına alınmalıydılar.

Salgınlar, hasatların verimsizliği, yoksullaşma; bunlar açlığı ve sefaleti arttırmakla kalmamış, bir nüfus azalmasına da yol açmıştı. Çok fazla emek gücüne ihtiyaç vardı. Tam da bu nedenle sermayedarlar ve devletin, nüfus politikası oluşturması, toplumu disiplin altına alırken nüfusu da istediği yönde şekillendirmesi gerekiyordu.

Bunu elbette kadınların bedeni üzerinde yapacaktı. Bu yüzden, devlet, kadınlara karşı, onların bedenlerini ve yeniden üretimleri üzerindeki kontrollerini ele geçirmek için açık bir savaş başlattı.

Cadı avları, doğum kontrolü ve üreme dışı cinselliği şeytanlaştırıyordu. Evlilik dışı cinsellik, kürtaj, doğum kontrolü gibi şeylerin hepsi idam suçu sayılıyordu. Temel mesele, kuralların çiğnenmesi ve kurulmak istenen hegemonyada gedikler açılmasıydı. Bu gedikleri açanlar da işte o dönemin ebeleriydi.

Bu avlar dönemimde, hayvanlarla olan ilişkimiz de değişti. Kapitalizme geçiş sürecinde hayvanlar, egemenler tarafından, denetlenemez içgüdüselliğin bedenleşmiş hali olarak görüldü. Bu, işçileştirme sürecinde hegemonya kırıcı bir etmendi. Eskiden normal sayılan şeyler yani hayvanlarla konuşmak, onlara dokunmak, onları beslemek artık bir tabuydu. Cadıların, hayvanları hizmetçileri olarak kullandığı varsayılıyordu. Böylece, hayvanlarla binlerce yıldır süren ilişkimiz de cadı avlarıyla birlikte kökten değiştirilmiş oldu.

Bugün “kocakarı” ilacı yaftasıyla anılan yöntemler, Ortaçağ kadınlarının binlerce yıllık birikiminin, cadı avları rendesinden geçtikten sonraki kırıntılarıdır. Modern tıp, erkek devlet egemenliğinin, yüzlerce yıl süren katliamlarından sonra oluşturulmuştur.

Şifacılardan Büyücülere Giden Süreç

Esasında, tarihin ilk çağlarından beri otları tanımakta ve onları toplum yararına kullanmakta bilgi sahibi olan kadınlar; ebelik yapmış, köy köy gezip hasta iyileştirmişlerdi. Tıp, tamamen bu kadınlar üzerinden ilerliyor, hangi ot neye yarar, hangi hastalık nasıl iyileştirilir gibi çok temel bilgiler kadınlardan kadınlara çağlar boyunca aktarılıyordu. Kadınlar, toplumda bilge konumundaydılar. Bu yüzdendir İngilizce “witch(cadı)” kelimesinin kökeni bilgelikten geliyor. Her toplumda böyle kadınlar vardı ve sonsuz bir saygı ile karşılanırlardı. “Her kültür kendi cadısına ve büyücüsüne sahiptir ve her kültürde bunlara imrenilir ya da bunlardan korkulur.” [5]

Cadı avları, doğrudan kadınların bu toplumsal statülerine karşı başlatılmış, örgütlü ve planlı bir süreçti. Kendinden menkul ilerleyen, tek bir köyü ilgilendiren olaylar değillerdi. Ebelik yasaklanmış, köylülerin üzerine korku salınmış; bu kadınların aslında büyücü oldukları, bebekleri öldürdükleri söylenip, toplum içinde yayılarak kadınlar şeytanlaştırılmışlardır. Şifacı olarak otlarla karışımlar yapan kadınlar; büyücü ilan edilmiştir.

Büyücü korkusu devlet eliyle özel olarak yaratılmıştı. Cadı avları, bu korkutma ve şeytanlaştırma yoluyla, hegemonyaya itaat etmenin yolunu hazırlamıştı. Büyücü olduğuna inanılan kadınların aynı zamanda bir örgüte de üye olduğuna inanılıyordu. Toplum da buna inandırılıyor, muhbirlik aşılanıyor, toplumsal paylaşımlar en aza indirilerek; bireysel çıkar öne çıkarılıyordu. Bazen bu öyle bir hal alıyordu ki bazı köylerde neredeyse hiç kadın kalmayana kadar yakılıp, kazığa oturtuluyorlar, türlü işkencelerden geçiriliyorlardı.

“Çağdaş tıp teknolojisi ortaya çıkmadan çok önce, egemen sınıfların  ‘cadı’ dediği sağlık pratisyenleri yaşadı ve büyücülük yaptıkları gerekçesiyle kovalanıp, toplanıp yakıldılar. Bu kadınların çoğu köylü halka yardım için sağlık mesleğini iş edinmişlerdi; onlara yapılan baskılar, tıp dünyasında kadınlara karşı erkek baskısını anlatan uzun tarihin ilk savaşlarından sayılmalıdır.” [6]

Bu süreç, “modern” tıp biliminin devletin ve erkek egemenliğinin eline geçmesinin de tarihidir. Bugün “kocakarı” ilacı yaftasıyla anılan yöntemler, Ortaçağ kadınlarının binlerce yıllık birikiminin, cadı avları rendesinden geçtikten sonraki kırıntılarıdır. Modern tıp, erkek devlet egemenliğinin, yüzlerce yıl süren katliamlarından sonra oluşturulmuştur.

“Şifa dağıtan büyücülere yapılan baskıların diğer yüzünde ise erkek doktorlara yeni bir statü yaratmak için onları korumaya alan egemen sınıflar bulunuyordu.” [7]

“Krallar, prensler ve dünyanın üst yöneticileri tarafından desteklenen Ortaçağ Kilisesi, tıp eğitimi ve pratiğini de kontrolü altına almıştı. Bu bağlamda öne çıkan bir örnek, Engizisyon’un profesyonel olmayanların uğraşlarını sürdürmelerini reddetmesi ve onların yoksul halka yardımcı olmalarına sınırlamalar getirmesidir.” (Thomas Szasz, The Manufacture of Madness)

Kadınlar, bu alanın dışına kan ve zor yoluyla itilmiş, tıp tarihinde adları bile anılmaz olmuştur. Ancak yakılan cadılar gösteriyor ki kadınlar buna kolayca teslim olmamış, pasif seyirci olarak kalmamışlardır. Birçoğu bu sebeplerden işkencelerden geçmiş, asılmış, yakılmış, sürülmüş, çene kafesi takmak zorunda kalmış, hapishanede yatmış, kazığa oturtulmuştur.

Ve en nihayetinde kadınların ve kadın bedeninin, devletin kontrolü altında bir doğum ve bakım makinesine çevrilmesi süreciydi cadı avları. Yüzlerce yıl süren cadı avları sonrasında kadınların, doğmakta olan kapitalist çağda nereye denk düşeceklerini belirlenmiş oldu. Bedenleri ve emekleri kapitalist erkek egemenliğinin eline geçmiş oldu.

Cadılar büyük oranda-içerisinde çocuklar ve erkekler de olmakla birlikte- kadınlardı. Bu “kurulmasına cadı avlarının yardım ettiği kapitalist dünyada, kadınların koşulları bakımından derin sonuçlara yol açtı. Bu varsayım kadınları böldü. Onlara eğer cadılara karşı savaşta işbirlikçi olup erkeklerin liderliğini kabul ederlerse, kazıktan ve yakılmaktan korunabileceklerine dair bir ders verdi. Her şeyin ötesinde gelişmekte olan kapitalist toplumda kadınlara ayrılan yeri kabul etmeyi öğretti.”[8]

Tam da şimdi, cadı avlarını yeniden konuşmanın, tartışmanın, cadılığı öne çıkarmanın zamanı. Bu tarihe bakmak, anlamak; aslında kadınların neden yeniden savaşmak zorunda olduğunun da anlaşılmasını kolaylaştıracaktır çünkü.

Sonuç Yerine

Kapitalizme geçiş için kadınların güçlü toplumsal konumlarının yıkılması, her türlü hegemonya aracı devlet eline geçmeli; öbür taraftan da yoğun bir ilksel birikim süreci kesintisiz akmalıydı. Devletten bağımsız akan bütün hareketlerin yok edilmesi gerekiyordu.

“Kadınları cadılar olarak adlandırmak ve onlara zulmetmek, kadınların Avrupa’da ücretsiz ev içi emeğe kapatılmasının yolunu açtı. Ailenin içinde ve ötesinde erkeklere tabi olmalarını meşrulaştırdı.” diyor Federici. Bu aynı zamanda kadına yönelik erkek şiddetini de meşrulaştırdı. İtaat etmeyen kadınlar “cadı” ilan edilmiş ve şiddete maruz kaldığında “hak etmiş” oldular.

Cadı avlarıyla süren yüzlerce yıl geçip de 18. yüzyıla geldiğimizde ise artık cadılardan, büyücülerden; Ortaçağ’da kalmış hurafeler olarak bahsedilir oldu. Kanla, baskıyla geçen yüzlerce yıl boyunca hegemonya kurulmuş, bunlar artık egemenler için tehdit oluşturmaz olmuştu. Bugün mesela hala fal bakan, büyücü olduğunu söyleyen kişiler; kumar ya da piyangoya yönelenler var. Ama bunlar artık hegemonyayı sarsmıyor. Ve daha da önemlisi artık birini cezalandırmak için bu yöntemlere ihtiyaç yok. Egemenlerin elinde şekillenen hukuk sistemi artık tamamen yerleşmiş durumda.

Bu ışıkla baktığımızda Cadılar Bayramı’nı nasıl görüyoruz? Renkli mi kanlı mı? Yüzlerce yıl süren toplu katliamlar hiçbir takvimsel anma günü yok. Popüler kültürle birlikte neredeyse tüm dünyada kutlanan Cadılar Bayramı ise bahsettiğimiz cadılardan ve cadı avlarından çok uzak.

Bu yüzden cadılık ve cadı avları kadınların tarihi ve bugün sürdürdüğümüz kadın özgürlük mücadelesi için oldukça önemli bir yerde. Ve yine bu yüzden feministler olarak dönüp dönüp cadılığın tarihine bakıyoruz bu dönemde.

Çünkü dikkat ederseniz “cadılık” bugün hala kadınlar için kullanılıyor, kapsamı genişletiliyor ve farklı yöntemler (hatta bazı yerlerde hala anı yöntemler) uygulanarak bir nefret ve korku ideolojisi olarak varlığını sürdürüyor. Bugün hala, isyan eden kadınlar cadılıkla suçlanıyor, cadı avları sürüyor ve bu yine, egemenler tarafından, bilinçli şekilde uygulanıyor. Zira kadınlar patriyarkal kapitalizm için hala tehdit oluşturuyor.

Özellikle feminist hareketin güçlenmesi, tüm dünyada sokakları dolduran kadın eylemlerinin giderek yaygınlaşıp kökleşmesi, son yıllarda yayılan ve yüzünü patriyarkal kapitalizme çeviren kadın grevleri; hayır diyen, istediğini giyen, bedenini ve emeğini kendisi denetleyen, erkeklere boyun eğmeyen ve tam da feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde olduğu gibi bu çağda da yoksullaşmaya karşı öfkenin yansıdığı halk ayaklanmalarına öncülük edenlerin kadınlar olması, cadılığın ciddi bir tehdit oluşturması için yeterli gibi görünüyor.

Tam da şimdi, cadı avlarını yeniden konuşmanın, tartışmanın, cadılığı öne çıkarmanın zamanı. Bu tarihe bakmak, anlamak; aslında kadınların neden yeniden savaşmak zorunda olduğunun da anlaşılmasını kolaylaştıracaktır çünkü. Cadıların tarihine sahip çıkmak, orayı bu eksende okumak; tarihe feminist bir pencereden bakmak, kadınların tarihinin dönüm noktalarından birine bakmaktır çünkü.

Bu nedenle, tecrübelerimizi ve direnişimizi bilince çıkarmak; tarihe “yenik” olarak başlamadığımızı, kavgalar verip baş kaldırdığımızı yeniden hatırlamak için bakmalıyız cadı avlarının kanlı tarihine.

Çünkü biliyoruz değil mi: Bugün isyan eden biz kadınlar, “yakamadıkları cadıların torunlarıyız.” İyi ki de öyleyiz!

Dipnotlar:

[1] Federici, Slyvia. Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, çev.Öznur Karakaş, Otonom Yayıncılık, 2017, s.92.

[2]Federici, Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, s.110.

[3] Federici, Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar, s.35.

[4] Federici, s.34.

[5] Martin, L. Cadılığın Tarihi: Ortaçağ’da Bilge Kadının Katli, çev. Barış Baysal, Kalkedon Yayınları, İstanbul, Kasım 2009, s. 42.

[6] Ehrenreich, B. ve English, D. Cadılar, Büyücüler ve Hemşireler, çev. Ergun Uğur, Kavram Yayınları, 1992, s.12.

[7] Ehrenreich, B. ve English, D. Cadılar, Büyücüler ve Hemşireler, s.13.

[8] Federici, s.40.