Çelişkinin Çoğul Birliği ve Karşıtlığı: Dünya’da Neler Oluyor?

 

“Katı olan her şey buharlaşıyor,

kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar

hayatın gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla

ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor.” *

Bir çağ dönümünden geçiyoruz.
Her şeyin hiç olmadığı kadar sarihleştiği ve ama sarihleştiği oranda da flulaştığı akışkan, geçişken, melez bir çağ dönümünden. Bu bir dönemeç evet, keskin virajları, engebeleri, yokuşları, belli belirsiz yolları, kaosa meyyal bir havası olan sarsıcı bir dönemeç, lakin gelip geçiçi bir geçiş evresinden ziyade, ayağını bastığı yerde yeni kökler yeşerten uzun erimli bir dönemeç.

Rusların o ünlü deyişlerinde “zaman arkamızda, zaman önümüzde, zaman yanımızda değil” sözleriyle zamanın ruhuna atıfta bulundukları üzre; Sermaye-Devlet-Toplum üçgeninin merkezinde zaman mefhumunun öncelendiği, çağın kendisine has olgu ve olaylarının, özgül dinamiklerinin olduğu, bu yeni akışkanlığa ait yeni bir “yeni” olgusunun ürediği melez bir evre.

Zamanın şimdisi, şimdiye ait bir ruh ve bilinç ile tanımlanmaya çalışılırken, hiçbir şey durduğu yerde durmuyor, diyalektik oluş her şeyi sararak ve kavrayarak akmaya devam ediyor ve o akış sürerken katı olan her şey buharlaşıyor.

Zaman kavramı üzerine düşünürken, sürrealist akımın temsilcilerinden ve siyaseten de oldukça tartışmalı bir isim olan Salvodar Dali’nin akıllara kazınan o meşhur “Belleğin Azmi/Eriyen Saatler(1931)” tablosu beliriyor görüntüde.

Albert Einstein’ın görelillik kuramının dünyayı sarstığı bir döneme denk gelen bu eser, modern sanatın, gerçeküstücülüğün, avangard resmin en önemli tablolarından biridir ve eriyen saatler; “zamanın ve mekanın protestosu” olarak kabul edilir çoğu zaman.

Zamanın ve mekanın akışını, rasyonelliğe saldırarak resmetmiştir Dali, saatler yani zaman; tıpkı resmi yaparken esinlendiği peynirler gibi erir. Soyut olan zaman somut olan saatler aracılığıyla buharlaşır. Evet belki de şimdi, somuta içkin olan soyutluk da buharlaşıyor, sınırlar çözülüyor, çitlenmemiş yeni sınırlar vuku buluyor, egemenlerin rotası krizin karmaşıklığında kendi rasyonelinin sınırına dayanmışken, irrasyonel olan devreye her zamankinden daha fazla giriyor, o arada ideolojiler de buhrana giriyor ve ötesinde buhran yapısallaşıyor.

Yirmi birinci yüzyılın kendi çelişkilerinin yarattığı, o çelişkilerle yeniden ve yeniden yoğrularak kuşanmış, yine o çelişkilerle bütünleşmiş ve aynı çelişkilere karşıt bir iklim şekilleniyor. Çelişkinin çoğul birliği ve karşıtlığı.

İşte şimdi, dünya ölçeğinde o çelişkilerin ardı sıra patlak verdiği, özel bir ortam oluşuyor.

Tekil ve mutlak güç mefhumu parçalanıyor, ana merkez dağılırken, egemenlerin iç kanamaları artıyor, güç sağa ve sola doğru polarize oluyor.

Neoliberalizm toprağı, havayı, suyu, yeryüzünü, doğayı mülksüzleştirerek, her şeyi metalaştırıp piyasaya sundu. Ama oluşan yeni sınırlarla ve krizin açmaza alınan çelişkileriyle birlikte, neoliberalizm de kendi sınırlarına gelip dayandı. Şimdi ise; varoluşsal çelişkileri o sınırları iyiden iyiye aşındırıyor, kapitalizm kendi vaadlerini karşılayamıyor, karşılayamadıkça 2008 küresel krizinin yarattığı bunalım yapısallaşıyor ve derinleşiyor.

Çelişkinin Sürtünme Noktaları

Hiçbir şey ağaç kovuğundan bugün çıkmadı, yahut tesadüflerin yarattığı çarpışmalar dolayımıyla oluşmadı, burjuvazi ve proletarya asla uzlaşmayacak iki baş düşman olarak aniden ve şimdi inşa olmadı. Karl Marx’ın Kapital 1’de “sermaye dünyaya tepeden tırnağa her yerinden kan ve pislik damlayarak gelmiştir” sözleriyle ifade ettiği gibi, kapitalizm kurumsallaşma ayaklarını atmaya başladığı andan itibaren; çitlemeler ve sömürgecilikle yüklü mülksüzleştirme ve yerinde etme pratikleriyle, yani zora dayalı el koyma biçimleri ile ilerledi, sermaye birikimini zor/şiddet yoluyla elde etti. Ki, ilksel birikimin ana kaldıracı da zor idi zaten. İçkin olarak; sermaye, iktidar yerleşikliğini yeni devlet biçimleriyle kurarken; toprak özelleştirmeleri ile kolonyal genişlemeler eş zamanlı ilerledi.

Köleci toplumdan, feodal topluma ve esas olarak kapitalizmin siyasal iktidarı ele geçirdiği ve sermaye-devlet bütünleşikliğinin oluşageldiği ilk andan itibaren, göbek bağı birlikte kesilmese de anavatanı dolayımıyla devlet; kapitalist toplum için her daim birikim sağlayıcı başat bir misyona sahip olageldi.

Sermaye-devlet ikilisi doğası gereği kriz olgusu ile birlikte var olur. Kapitalizm yirminci yüzyıl ortalarında girdiği krize çıkış olarak parolalaştırdığı neoliberalizmle, kendi krizinden yeniden doğdu. İlksel birikim döneminde olduğu gibi ve ama bu defa farklı zengin içeriklerle ve küresel boyutta bir kurumsallık yaratarak ve kendisini o kurumsallıklara dayandırarak yeni çitleme pratikleriyle (IMF, BM, Dünya Bankası vb.) neoliberalizmi ana aktör haline getirdi.

Sermaye, neoliberal politikalar aracılığıyla çarklarının döndürülmesini sağlamak için dünya genelinde işçi sınıfının gelirlerinin finansal sisteme içerilmesi olgusunu ön plana çıkardı, borçlandırma yoluyla konut, otomobil ve özel tüketim canlandırıldı. Ancak 2007-8 krizi itibariyle bu çarklar artık dönmemeye başladı, krediler battı, ödenemez hale geldi. İşte bu durum bugünkü krizin bir boyutunu oluşturan etmenlerden ve bunun yerine henüz bir birikim modeli bulunabilmiş değil.

Öte yandan korumacılık ile serbest ticaret arasındaki gerilim bir diğer önemli etmen. Ulus devletin ilk ortaya çıktığı dönemdeki “korumacılığı” ortaya atıyor Trump, ancak bugünün yorumuyla; ama bunu yapamıyor çünkü serbest ticaret anlaşmaları var. Her ikisini de yapmak zorunda kalmaları kendi içlerinde bir açmaz oluşturuyor, çünkü her ikisine de ihtiyaçları var. Ve bu çelişkinin de çözülebilirliği oldukça zor.

Neoliberalizm toprağı, havayı, suyu, yeryüzünü, doğayı mülksüzleştirerek, her şeyi metalaştırıp piyasaya sundu. Ama oluşan yeni sınırlarla ve krizin açmaza alınan çelişkileriyle birlikte, neoliberalizm de kendi sınırlarına gelip dayandı.

Şimdi ise; varoluşsal çelişkileri o sınırları iyiden iyiye aşındırıyor, kapitalizm kendi vaatlerini karşılayamıyor, karşılayamadıkça 2008 küresel krizinin yarattığı bunalım yapısallaşıyor ve derinleşiyor.

Çitlenen Dünyanın “Yeni Normalleri”

Gelinen durumda, tüm emareler artık sürdürülebilir bir tablonun olmadığını gösteriyor. Kapitalizm bir sistem olarak miadını dolduruyor.

Neoliberal düzeni “müjdeleyen” Margaret Thatcher’ın o meşhur sloganı “there is no alternative”, yani “başka seçenek yok” artık ters yüz oluyor. Dünya ölçeğinde arka arkaya zincire eklenen yeni halkalar misali isyanlar boy veriyor, dünya halklarının neoliberalizm karşısında direnme kapasiteleri güçleniyor. Reel sosyalizmin yıkılışı; kitlelerin bilincinde büyük bir kırılma yaratan bir şok zirvesiydi, ki kitleleri kolektif bir umutsuzluk ve karamsarlığa doğru savurdu, öyle ki, alternatif bir toplum dayanağını, başka bir dünyanın mümkünlüğünün somutluğunu yitiren yığınları derin bir sessizliğe itivermişti.

2008 küresel krizi o sessizliği yeni bir arayış hali ile bozmuş, Occupylarla işaret fişeği beliren, işgal ve komün denemeleriyle yeni bir mümkünün somutluk arayışına girişilmişti, kapitalizmin girdiği buhran derinleştikçe arayışlar; kimi zaman tekil kimi zaman birbirini doğrudan ya da dolaylı etkileyen düzensiz, dağınık isyan dalgaları ve direnişlere sıçradı.

O arada dünya konjonktüründe kapitalizmin sermaye-devlet denklemindeki verili akışında da yeni durumlar, yeni “normaller” oluştu.

ABD’nin ana merkez oluşu “çevre” ülkelere doğru kaymaya, tek kutuplu dünya dengesi çok kutuplu bir denkleme oturmaya başladı. ABD’nin imparatorluk yürüyüşü Doğu Blokunun (Rusya-Çin) hamleleri ile bozguna uğradı, ki o meşhur “Amerikan Rüyası” mottosu şimdilerde mazide kalmış gibi görünüyor.

ABD artık mutlak güç değil. Şimdi hem para politikalarında hem de milli güvenlik ve savunma sanayinde çoklu bir denge ve savaşım hali var.

ABD’nin özel ve özgül ağırlığı hala yerini koruyor olsa da, işler artık tek bir merkezden yönetilemiyor, kapitalizmin yapısal krizi egemenler arası savaşımı keskinleştirirken, hegemonyal çatışmanın boyutları sürekli yeni girdilerle güncellenerek derinleşiyor.

Devlet-sermaye yapısına ait olan verili yerleşiklikler aşınıyor.

Devletler ve halklar arasındaki makas açılırken, mülksüzleşme borçlanma, güvencesizleşme ile çevrelenen ve tarihinin en kitlesel nüfusuna erişen işçi sınıfı yeni bileşimindeki yapının heterojenliği ile yeni çelişkilerle zenginleşerek keskinleşiyor.

Dünya ölçeğinde, zamlara, hayat pahalılığına, vergi adaletsizliğine, kemer sıkma politikalarına, yoksulluğa, işsizliğe, sefalete, katliamlara velhasıl neoliberalizme karşı halklar artık domino taşları misali birbirine el yükselterek isyan ediyor. Bu bir dip dalga mıdır bilinmez ama son derece önemli ve hatta yıkıcı-yaratıcı bir momentumun içerisinde olduğumuzu söyleyebiliriz.

Neoliberalizme Karşı Dünya Halkları Ayakta

Neoliberalizm krizde. Ve krizin terazisinin ağırlık noktası tek başına ekonomi değil, ortada çoklu krizler olarak tarifleyebileceğimiz iç içe geçmiş karmaşık bir bileşimin dizilimi var. O çoklu kriz olgusu, emperyalizmin hegemonyal ve siyasal krizinden azade değil. Ve yine aynı dizilimin parçası olarak, bu melez evrede o krizden nasibini alarak bozuma uğramış, henüz ayakları havada “yeni normal”e içkin bir yönetim biçimi de şekilleniyor.

Hamaset politikalarıyla donanmış, işçi emekçi, yoksul, göçmen, kadın düşmanı, homofobik, muhafazakar, sağ faşist erkek temsillerinden oluşan bir hegemon olamayan hegemonya tablosu: Trump, Macron, Putin, Modi, Orban, Bolsanora, Duterte, Erdoğan vb. gibi dünya ölçeğine uzanmış yönetimlerin dizilimi bu yeni biçimin görüntüsü. Egemenlerin pozisyon alışları tesadüfi bir seyirde ilerlemiyor. Bu görüntü öylesine bir biçim alış değil, neoliberal kapitalizmin krizleriyle birlikte oluş halinin iktidardaki görünüşü.

Bu biçim alış beraberinde bir temsil krizini de işaret ediyor, milyonlarca insanın talebi temsil edilemiyor, çünkü dönem öyle bir dönem değil, yoksulluktan, sefalete, ekolojk krizden, patriyarkal saldırılara birçok konuda kitlesel talepler yükseliyor ama uluslararası düzlemde parlamentolar birbirinin kopyası olan neoliberal partiler ve onun sözcülerinden oluşuyor.

Bu durum bir yandan da milyonları düzenin içine içerebilecek bir çözümü yani esasında düzenin bu dönemin statükosunu kurabilmesinin önünde engel teşkil ediyor, hele ki olağanüstü kriz koşullarında.

Neoliberal kapitalizm içerisinde bulunduğu çoklu krizlerle yıkılmadı; bir şekilde ayakta kalıp kendisini sürdürdü ve ama içinde taşıdığı yıkıcı eğilimler, başta tarihsel özgül ezilme biçimlerini içeren (kadın ve doğa) özneler olmak üzere, antikapitalist öznelerin fiili birliğini ve isyan etme biçimlerini belirledi, açığa çıkardı.

Kapitalizmi “sonsuzluk ∞” ile eşleştirmeye çalışan sistem sözcülerinin aksine; kapitalizmin kadiri mutlak bir güç olmayan sonlu bir fani olduğu defalarca açığa çıktı, ki krizlere cevap üretmedikçe hegomonyası aşınıyor.

Neoliberal politikaların topyekün saldırılarının yarattığı yoksullaşmaya, işsizliğe, doğaya, canlıya, insana ilişkin her şeyin tahribatı ve yıkımına yönelik tepkiden geçen bir öfke ve direnç şekilleniyor.

Bugün dünyanın dört bir yanında, gündelik yaşamın yakıcı sorunlarının toplumsal ve siyasal taleplerle buluştuğu isyan patlamaları bunun somut emareleri.

Geçtiğimiz yıl Fransa’dan başlayarak Avrupa’nın birçok ülkesini saran Sarı Yelekliler isyanı bugün Fransa’da kitlesel bir greve sıçradı, “kölelik yasası”na karşı ayağa kalkan Macar işçisinin Orban iktidarına karşı direnişi, ABD’de Trump’a karşı ayakta olan kadınlar, greve çıkan öğretmenler ve elli bine yakın otomobil işçisinin direnişi, Cezayir’de Buteflika’yı, Sudan’da Beşir’i deviren isyanlara uzandı.

İran’da Molla rejimine ve ekonomik krize karşı öfkesi bilenen emekçi halkların dönem dönem kendini dışavuran mücadeleleri, Ekvador’daki ayaklanma, Katalonya’da bağımsızlık referandumu dolayısıyla politik tutsaklara verilen cezalara karşı yüzbinlerce kişilik eylemlere dönüşen direnişler, Haiti’de son bir yılda altı kez sokaklara dökülen halk, ABD sömürgesi Porto Riko’da halkın valilik makamını devirişi.

Irak’ta işsiz üniversiteliler öncülüğünde başlayan isyan “Başbakan ve yozlaşmış parti sistemi değişmeden durmayacağız” şiarı ile yankılarken, Lübnan’da vergi ve gelir adaletsizliğine karşı bardağı taşıran son damla mahiyetini taşıyan WhatsApp vergileri üzerine halkın sokaklara döküldüğü patlama, iktidarın yolsuzluklarını da hedef alarak siyasallaştı.

Endonezya’da öğrenci ve işçi sendikalarının başını çektiği eylemler, Azerbaycan’da yolsuzluk ve rüşvete karşı sokaklara akın eden halk, Şili’de ulaşım zammına karşı başlayan, enerji şirketini ateşe vererek “neoliberalizmi doğduğu topraklarda bitireceğiz” sloganlarıyla meselenin sadece zamlardan ibaret olmadığının ilan edildiği ve taleplerin giderek siyasallaştığı eylemler, Pinochet diktatörlüğünden sonra ordunun ilk kez sokağa indiği şiddetli çatışmalara rağmen Şili halkının sokaklardan ve taleplerinden vazgeçmediği direniş, tüm dünyada neoliberalizme karşı ayaklanmanın direnme kapasitesini güçlendirdi.

Bolivya’da Morales’in seçimleri tekrar kazanmasının üzerine yapılan ordu ve polis destekli darbe sonrası yerli halkların sokaklara çıkışı ve zincire eklenen ve eklenecek olan halk isyanları…

Dünya ölçeğinde, zamlara, hayat pahalılığına, vergi adaletsizliğine, kemer sıkma politikalarına, yoksulluğa, işsizliğe, sefalete, katliamlara velhasıl neoliberalizme karşı halklar artık domino taşları misali birbirine el yükselterek isyan ediyor.

Bu bir dip dalga mıdır bilinmez ama son derece önemli ve hatta yıkıcı-yaratıcı bir momentumun içerisinde olduğumuzu söyleyebiliriz.

Tarihin Kurucu Öznelerine ve “Dünyaya Dikkat Kesilmek”

Burada özellikle iki dinamiği özel olarak öne çıkarmak gerekir. Kadın hareketi ve ekoloji mücadelesi hem tarihsel özgül ezilmişlik biçimlerinden doğru hem de dünya denkleminin bütününe yayılan direnişlerdeki rolü dolayımıyla özel olarak vurgulanmalı.

Kadın mücadelesi çerçevesinde; özellikle 2016-2019 momenti önemli bir ivmeyi işaret ediyor. 2016’dan bu yana, Arjantin’den İspanya’ya, Almanya’dan İsviçeye’ye, ABD’den, Türkiye’ye, Polonya’dan, İran’a, Güney Kore’den Sudan’a, Şili’ye esas olarak dünyanın dört bir yanına yayılan kadın direnişleri, kitlesel eylemlikleri ve uluslararası feminist greve kadar uzanan feminist örgütlenme deneyimlerine ve birbirinden etkilenen birbirinden güç alan enternasyonel bir duruşa doğru ilerliyor. Bugün Pinochet darbesi sürecinde binlerce kadının işkenceye, tecavüze, cinsel istismara uğradığı darbenin önemli sembollerinden biri olan Ulusal Stadyum meydanında “Las Tesis” dansı ile devlet ve erkek şiddetine karşı; devletin gözlerinin içine bakarak “Tecavüzcü sensin” diye öfkeyle haykıran kadınların çığlığının dünyanın dört bir kıtasında yankı bulması ve tüm kadınların Las Tesis’e ses veriyor olması, kadın hareketinin kazandığı kapasite ve içerisinde taşıdığı potansiyel açısından oldukça önemlidir ve de başka toplumsal dinamiklere ve anti- kapitalist mücadeleye can suyu verme mahiyetini taşır.

Öte yandan özellikle geçtiğimiz yıldan beri dünyanın her bir köşesinde Z kuşağı gençliğinin öncülüğü ile okul boykotları olarak sürekli bir pratik kazanan ve yaz aylarıyla birlikte iklim grevi olarak kitleselleşen iklim hareketi, ekolojik mücadelenin hayati önemine dem vururken, yaşamsal bir mücadele öznesini de tarih sahnesine çıkarıyor.

Çoklu krizlerle buhrana giren neoliberalizm, şimdi tarihin kurucu öznelerinin uluslararası düzlemde başkaldırması ile aşağıdan bir direncin basıncıyla sarsılıyor.

Şimdi her zamankinden daha fazla kitlelerin ruh halinin örgütlü dışavurumunun sağlanması gerekliliğinin bilinciyle “dünyaya dikkat kesilmek”** gerek.

“Bir çağ ölürken henüz yenisinin doğmadığı bir zamanda yaşıyoruz (… ) Bu sarsıntı çağında duyarlıkla yaşamak gerçekten cesaret istiyor. Bir seçimle yüz yüzeyiz. Dayanaklarımızın sarsıldığını hissedince kaygı ve panik içinde geri mi çekileceğiz? Tanıdık sularda demir taramanın ürküntüsüyle kaskatı kesilip, tutukluğumuzu duygusuzluğumuzla mı örtüp saklayacağız? (…) Yeni bir şeyler yapmaya çağrılıyoruz, ayak basılmamış bir toprakla yüzleşmeye kimsenin gidip de bize yol göstermek için dönmediği bir ormana dalmaya çağrılıyoruz.” ***

 

*Karl Marx, Komünist Manifesto
**Susan Sontag, Büyüleyen Faşizm
***Rollo May, Yaratma Cesareti