İktidarın Çıkış Parolası: Krizi Millileştirmek

Türkiye kapitalizminin lümpen karakteri, ana akım muhalefetteki despotik devlet geleneği doğrultusunda politika yapma genetiği restorasyon güçlerini iktidarın arkasına diziveriyor. Öbür taraftan soldaki inisiyatifsizlik ve boşluk hali de iktidarın işine yarıyor ve alabildiğine daralan manevra alanının genişlemesine fırsat veriyor.

Devlet krizi mi, Erdoğan ve AKP’nin krizi mi?

Türkiye siyasetinin çoklu kriz gündeminde bu soru çok soruldu, üzerine çok yazıldı, çizildi ve belli ki kriz gündemi bertaraf edilmedikçe- ki, o da pek mümkün görünmüyor- daha epey üzerine konuşulmaya, ülke gündemindeki yerini korumaya devam edecek gibi.

Zira; Erdoğan partisinin 17 yıllık iktidar pratiğinde karşılaştığı tüm krizlerde, partinin ve devletin ihtiyaçlarını içiçe geçirip birbirine endeksleme politikaları ile krizi aşmaya, aşamıyorsa bile erteleme ve geriye-ileriye kaçma taktikleriyle, olağanüstülük halini kendine yontarak, krizin gündemini kendi rotasına uydurarak krizi yönetmeye çalıştı, çalışıyor. Bu AKP’nin despotik devlet geleneğinden devraldığı krizi yönetme stratejisi. Ve öyle ya da böyle iktidar koltuğunda kalabilmeyi de bir şekilde becerdi mi becerdi.

Kullanışlı Bir Enstrüman Olarak Milliyetçilik

31 Mart-23 Haziran takvimi, kuşkusuz bir kırılma momenti oldu.

Ardına açılan yeni dönemde ise, iktidarın yol haritasına ve pratik adımlarına baktığımızda, puslu ülke ikliminin öngörülemezliğinde, karşı karşıya kaldığı çoklu kriz zemini içerisinde rotasını milliyetçilik ile bulmaya çalışan, bugünkü krizini milliyetçi pratik ve söylemle aşmaya çalışan bir Erdoğan takvimi olduğunu görüyoruz.

Yerel seçimler takvimi kapanır kapanmaz başvurulan izleklere baktığımızda, Suriyeli mülteciler, kayyımlar ve Suriye’nin kuzeyine operasyon hamleleri, şimdi keşfedilmeyen ve ülke genetiğinde önemli kökleri bulunan hemen her hükümet ya da koalisyon gücünün uğrak yeri olagelmiş ve de çoğu zaman ülke yönetiminin emniyet supabı işlevini görmüş başat enstrümanlardan. Ki öte taraftan mülteciler ve Kürtler düzlemi yeni rejimin kurulamayışının da ana aktörleri.

Krizin yarattığı çözülmeyi; beka ve milli güvenlik politikaları örtüsü altına gizlenerek, palyatif reçetelerle de olsa öteleme, erteleme ve bir şekilde muhalefeti de arkasına sıralama politikaları daha evvel de defalarca denenmiş ve öyle ya da böyle iş görmüş bir yöntem.

Elbette bu enstrüman, her dönemde, kendisinden beklenen etkiyi; istendiğince karşılayamayabiliyor da.

Yerel seçimler döneminde, tüm stratejilerini “devletin bekası” propagandası üzerine kurmuş olan Cumhur İttifakının stratejisinin nasıl çözüldüğüne tanıklık ettiğimiz gibi…

Ancak milliyetçilik denilen olgu ve propaganda oldukça zengin ve köklü aparatları içerisinde barındıran bir enstrüman. Zira, Türkiye’de milliyetçiliğin öğeleri her daim -aynı biçimde ve tonda vuku bulmasa da- kuvvetli olagelmiştir.

Öyle ki, daha evvel dünya ölçeğinde aynı propagandanın farklı söyleme ve eyleme biçimleriyle karşılaştık. Ülkemizde Ağustos 2018 ardına ekonomik krizin ülke genelinde gündelik yaşamda hissedilmeye başladığı ilk andan itibaren, soğan deyince mermi, ekmek deyince füze, geçinemiyoruz deyince savaş ile takas edilen bir gündem belirleme propaganda savaşını yaşadık, yaşıyoruz. Şimdilerde savaşa karşı olanın “hain” ilan edildiği gibi, ekonomik krize dair konuşmanın da yasalarla yasaklanacağı ve yetmeyip “vatan haini” ilan edileceği bir “yeni paket” gündemde mesela.

31 Mart-23 Haziran’da yaşanan kırılma; devletteki, ekonomideki, iktidardaki mevcut krizi derinleştirdi, bu bir gerçek ve Erdoğan iktidarının kurmak istediği yeni rejimin kök salacağı toprak daha kurulamadan alabildiğine aşınmış oldu, meşruiyet ve rıza üretme kapasitesi daraldıkça daraldı, bu da bir gerçek.

Öyle ki, kriz yönetiminde iktidarın elinde tuttuğu başat güç olan gündemi belirleme gücü muhalefetin eline geçmiş oldu. Ancak Erdoğan iktidarı, kendisini de doğuran olağanüstülük koşullarını, kendi krizini fırsata çevirebilmenin kullanılabilir ve işlevli bir aparatına çevirmeye girişti. İşte o olağanüstülük halini kendi krizinin perdeleyicisi ve millileştirilen gerekçesine dönüştürerek zamanı ve krizi yönetmeye, rüzgarı tersine çevirmeye çabalıyor.

Zira olağan akışına bırakılırsa, iflasa doğru sürüklenen bir iktidar gerçekliği var.

Ancak, Türkiye kapitalizminin lümpen karakteri, ana akım muhalefetteki despotik devlet geleneği doğrultusunda politika yapma genetiği restorasyon güçlerini iktidarın arkasına diziveriyor. Öbür taraftan soldaki inisiyatifsizlik ve boşluk hali de iktidarın işine yarıyor ve alabildiğine daralan manevra alanının genişlemesine fırsat veriyor.

Normalleşme Parantezi

AKP kuruluşundan bu yana üç önemli olgu ile anıldı:

Açılım, istikrar, normalleşme…

Açılım ve istikrar dönemi kapanalı çok oldu, ancak iktidara geldiği ilk günden itibaren “Türkiye normalleşiyor mu” sorusu ile de özdeşleştirilen “Erdoğan ve normalleşme”, “AKP ve normalleşme” parantezi hala açık ve bir türlü kapatılamadı.

O parantezi açık tutan ise sözde açılım-istikrar politikaları dolayımıyla üreyen yetmez ama evetçi zihniyetten beslenen liberaller, ulasalcılar ve soldaki boşluğa çarparak boşlukta salınan muhalefet ekseni.

İşte o parantez kapatılmadıkça, Erdoğan, krizi millileştirerek iktidarda kalma yöntemi ile karşımıza geçiveriyor.

Bakınız: “Türkiye olarak yeni bir istiklal harbi veriyoruz” deniveriyor mesela. Bu sözler ülke olarak girişilen bir kurtuluş savaşının deklarasyonu gibi dursa da, AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın 29 Ekim resepsiyonundaki konuşmasından.

Açılan savaş başlığı; işte tam da krizin ihtiyacına göre şekillendirildi, şekillendiriliyor.

Suriye’nin kuzeyine yapılan operasyona kitle desteği yüzde seksenlerde dendi, operasyonun Erdoğan’a oy olarak geri döneceği üzerinden hesaplar ve milliyetçi propaganda ile taban konsolidasyonu yapılmaya girişildi.

İktidarın Çelişkileri

Şimdi operasyon ABD ve Rusya ile kimi pazarlıklar yapılarak kağıt üstünde bitti, ama Türkiye’nin ilan ettiği “zaferin” içi doldurulamadı, iç ve dış politikadaki durum bugünden yarına değişebilecek bir boyutta değil. Eksen krizi giderek genişliyor, Erdoğan soluğu bir ABD’de bir Rusya’da alıyor, AKP’nin irtifa kaybı sürüyor.

13 Kasım’da ABD’de gerçekleşen Trump-Erdoğan görüşmesinin ana akım medya tarafından bu kadar çok parlatılması tesadüfi değil. Hep başvurulan bir yöntem olarak, esasın/hakikatin üzeri siyasal propaganda ile perdelenmeye çalışılıyor. Ancak işler hiç de Erdoğan medyasının “güçlü liderlik” haber bombardımanı ile işlediği gibi ilerlemiyor.

S-400- F-35 tartışmasıyla derinleşen eksen krizi, Suriye’ye başlatılan operasyon ardına, ABD’de Temsilciler Meclisi’nden çıkan Ermeni soykırımı kararı ve yaptırımlar kararı ile yeni bir boyut kazandı. Erdoğan’ın Washington ziyaretinde onu karşılayan senatör heyeti ile, bu yeni boyut açıkça gözler önüne seriliyordu zira.

Ekonomik kriz, Merkez Bankası Başkanı’nın değiştirilmesi ve enflasyon-faiz endeksli para politikaları ile durdurulamıyor, Berat Albayrak’ın yeni ekonomi paketi gündelik yaşamdaki temel ihtiyaçların alımını kolaylaştırmıyor, meclis gündemindeki yeni vergi yasası zenginleri vergilendiriyoruz manipülasyonu ile meşrulaştırılmaya çalışılsa da, zengin ile fakir arasındaki makas giderek açılıyor, ekonomik kriz yoksulların sırtına daha fazla vergi yüküyle bindirilerek yoksullaşma, mülksüzleşme geleceksizleşme batağı genişliyor.

O arada parti içerisindeki yarık da durduğu yerde durmuyor, o da farklı fay hatlarına doğru genişliyor ve genişledikçe kırılganlaşıyor.

Suriye’nin kuzeyine operasyon ve milli birlik propagandası ile yeni parti açılımları ve içerideki huzursuzluk bertaraf edilemiyor. Mustafa Yeneroğlu’nun istifası; partinin içerideki farklı seslere tahammülün ve kapsama-esneme yeteneğinin kalmadığını iyiden iyiye açığa vururken, Babacan ve Davutoğlu ile anılan yeni parti girişimlerinin 2019 yılı kapanmadan kurulacağı deklarasyonları ve yüzdelik dilimler üzerinden yapılan ittifak ve koalisyon hesapları Erdoğan ve teşkilatını içeriden de kuşatıyor.

Dolayısıyla Erdoğan’ın öncelikli hedeflerinden biri, karşısındaki bloku parçalamak, olası yan yana gelişlerin önüne set çetmek, kendi sözleriyle “Adı millet ittifakı ama milletten nasibini alamamış ittifakın zayıflaması, parçalanması çok çok önemli” diyerek teşkilatına ne yapılması gerektiğini açıktan bildiriyor.

Çünkü restorasyon da erken seçim de olası bir gündem.

Restorasyon güçleri, radikal bir hamle yerine, süreci adım adım ilerletmeyi, Erdoğan’ı iktidar parantezi içerisine alarak ve ama içeriden yıpratarak, zayıflatarak yol yürümeyi tercih ediyor. Ancak uluslararası ve ulusal sermaye güçleriyle verilen fotoğraflar, Türkiye sermayedarlarının tam da ABD-Türkiye geriliminin yükseldiği sıralarda organize ettiği yemekli davet, Londra’da gerçekleşen “iş adamları(!)” buluşması ve o buluşmalara bizzat katılan ve parlatılan İmamoğlu gerçekliği, sürecin kimlerle ve nasıl ilerletileceği hakkında önemli ipuçları veriyor.

 Yerel seçimler ardına siyasi bir darbe içeriğiyle uygulanan kayyım politikalarıyla başlayan süreç, eskinin bir tekrarından ziyade, rejimi bir kayyım rejimi olarak kurumsallaştırma niteliği taşıyor.

Kayyım Rejimi

O arada, iktidar cenahı, CHP’ye yönelik politikalarda özel bir yönelim başlattı, özellikle CHP içinde oluşabilecek –ki, oldukça zor ve ideolojik olarak uzak görünen- Kaftancıoğlu-İmamoğlu ekseni olasılığını oluşmadan engelleme girişiminde oldukları anlaşılıyor. AKP’nin kalemşörleri son günlerde son derece bilinçli bir hamle olarak, Kaftancıoğlu ve İmamoğlu arasında bir gerilim ve rekabet olduğunu yazıp çizmeye başladı bile.

Ancak orada da işler farklı eksenler ve ideolojik başka savaşımlarla sürüyor. Ki o savaşım, bugün CHP’deki dönüşümün sürtünme noktalarını işaret ediyor.

Ki Erdoğan iktidarı; içerisinde bulunduğu krizi, CHP’nin sürtünme noktalarını güçlendirerek ve kendine içererek aşma, daha da ötesinde rejimin kurulmayan ayaklarını yeni yönelimlerle tam da buralardan kurma çabası içerisinde.

Yerel seçimler ardına siyasi bir darbe içeriğiyle uygulanan kayyım politikalarıyla başlayan süreç, eskinin bir tekrarından ziyade, rejimi bir kayyım rejimi olarak kurumsallaştırma niteliği taşıyor.

Kayyımın içeriği; salt Kürt belediyelerini tasfiye etme bağlamını aşarak, “Bölge Başkanlıkları” adı altında “Boğazlar Bölge Başkanlığı, Göreme Bölge Başkanlığı “pratiklerinden de çıplak bir şekilde görüleceği üzere, siyasi iktidarını kayyım rejimi ile sürdürme ve kurumsallaştırma manası taşıyor.

Öte yandan, bir süredir gündemde olan HDP ve sine-i millet tartışmaları ardına 20 Kasım’da HDP’nin açıkladığı deklarasyon oldukça önemli.

HDP’nin “31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde de görüldüğü gibi çoğunluk desteğini kaybetmiş, toplumsal meşruiyet zeminini yitirmiş bu iktidar, kayyımlar gibi siyasi darbe yöntemleriyle halkların iradesini gasp ederek, hukuk dışı ve gayri meşru yollarla toplumu daha fazla yönetemez. Türkiye halklarının AKP-MHP sultasından kurtulması için ‘erken seçim’ diyoruz. Bu bir meydan okuma çağrısıdır. Buradan hodri meydan diyoruz! Bütün muhalefeti bu erken seçim talebinin etrafında birleşmeye ve harekete geçmeye çağırıyoruz.”

sözleriyle deklare ettiği erken seçim ve demokrasi ittifakı çağrısı şayet, pratik bir sürece ve dolayısıyla yaptırım gücüne dönüştürülebilirse iktidarın gündemini tersine evriltebilir.

Velhasıl-ı olağanüstülük ikliminde, krizi millileştirerek gemisini daha az su alarak ilerletmeye çalışan Erdoğan öncülüğündeki iktidarın çelişkileri büyüyor.

Arayışını sürdüren halkçı zemin ise, o çelişkileri örgütleyecek bir halkçı demokratik sol bir gücün varlığına ihtiyaç duyuyor.