Arthur’un Trajedisinden Joker’in Komedisine

Yoksulluğun, toplumsal çürümenin ve en önemlisi de ötekileştirmenin yarattığı alt sınıf handikaplarını en derinine kadar yaşayan bir Joker’le karşı karşıyayız.

*Yazarın notu: Bu yazıyı okuyacak okurlarımızın yazıyı okumadan önce Joker filmini izlemelerini tavsiye ederiz.

Geçtiğimiz ay Joker filmi Türkiye’de ve dünyada gösterime girdi. Gösterime girdiği andan itibaren de film üzerine birçok tartışma ve inceleme yapıldı.

Filmin gösterimde olduğu dönem içerisinde dünyada ve Türkiye’de önemli toplumsal-siyasal olaylar da peşi sıra gerçekleşiyordu.

Bir yandan başta Şili ve Lübnan olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde yoksulluk ve adaletsizlik temelli halk hareketleri başlamışken diğer yandan Türkiye’de yine aynı temele dayalı toplu intiharların ortaya çıktığını ve öte taraftan bir okulda otizmli öğrencilerin okuldaki diğer öğrencilerin velileri tarafından protesto edildiğini öğrendik.

Elbette bu olayların baş göstermesinin Joker filminin bir sonucu olduğunu söylemek abesle iştigal olur. Ancak olayların sebeplerinin Joker filminde anlatılan konularla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bu yazımızda toplumsal gelişmelerin Joker filmindeki yansımalarını ve Joker filminin toplum üzerinde yarattığı etkiyi dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışacağız.

Sömürgeciliğin Panoraması

Orta halli bir İngiliz ailesinin çocuğu olan Robenson Crusoe, bir gece ansızın ailesinden gizli bir şekilde hayalindeki macerayı gerçekleştirmek için yola revan olur. Bir gemicik bulur kendine, gemiye atlar ve dünyayı dolaşmaya başlar.

Ancak bu beyaz delikanlı pek bir şanssızdır. Gemi fırtınaya yakalanır, karaya ulaşmadan Türk (Faslı) korsanlarca esir alınır. Kahramanımız o kadar akıllıdır ki bu vahşi korsanların elinden kaçmayı başarır. Kendisini kurtaran İspanyol gemisiyle Brezilya’ya ulaşır. Yola çıktığına pişman olur ve tövbe eder. Ancak kendisine gelen köle ticareti işi, pek bir “kaymaklı” iştir. Maceraperest kahramanımız dayanamayıp tövbesini bozar. Ancak Robenson’un bu hareketi kahramanımızın Kalvenist tanrısını epeyce kızdırır. Gemi kayalıklara çarpıp batar. İyi eğitim görmüş uygar, güçlü ve bilgili beyaz kahramanımız bir Yunus peygamber edasıyla, üstelik balıklardan bile destek almadan bir başına adaya çıkmayı başarır. Yıllarca bu adada tek başına yaşar. Bu yıllar içinde vahşi doğaya karşı mücadele verir. Deyim yerindeyse doğayı terbiye eder. 24 yıl sonra adanın diğer tarafında vahşi yerlilerin birbirleriyle savaştığını görür. Vahşilere karşı kendini savunmak için silahına davranır ve kahramanca onlara ateş eder. Bu yerliler vahşi oldukları kadar da korkaktırlar. Silahlarını bırakıp kaçarlar. Robenson kahraman olduğu kadar bir iyilik meleğidir de ayrıca. Yerlilerin kaçarken geride bıraktığı bir esiri alıp sahiplenir. Bu esir oldukça vahşidir. Robenson ona “Cuma” adını verir. Onu eğitmeye başlar.

Lafı fazla uzatmayalım. Bu hikâye aslında uygar, kültürlü, iyi eğitim görmüş beyaz adam Robenson’un Cuma adlı vahşi bir yerliyi nasıl eğittiğini, onu nasıl uygarlaştırdığını vs. konu alır.

1719 yılında Daniel Defoe tarafından kaleme alınan Robenson Crusoe romanı adeta sömürgeciliğin başlangıcının bir panoramasıdır. Romanın tamamı Robenson Crusoe’nun bakışıyla seyirciye aktarılır. Bireyi (Robenson’u) dünyanın merkezine alan romanda Cuma bir birey dahi değildir. Onun birey olabilmesi için Protestan ahlakı öğrenip o ahlaka uygun yaşaması gerekmektedir.

Ancak bu romanın yazılışından 248 yıl sonra 1967’de Michel Tournier tarafından bu macera bir kez daha kaleme alındı. Yeni kitabın adı “Cuma ya da Pasifik Arafı”ydı. Tournier, Defoe’nun hikâyesini bu kez Cuma’nın bakışından anlattı. Tıpkı Joker filminin yaptığı gibi… Bu film de hikâyenin merkezinde bu zamana kadar hep Batman’in gözünden baktığımız Joker’e, artık Joker’in perspektifinden bakmamızı sağladı.

Batman çizgi romanlarının ve filmlerinin kötü karakteri olan Joker karakterinin nasıl doğduğunun anlatıldığı filmde, kendinden önceki Joker karakterleriyle ilintili ama onlardan tamamen farklı bir Joker yaratıldığını görmekteyiz. Daha önce yaratılan Joker karakterleri bazen sempatik gösterilse de tartışmasız salt kötünün temsiliyeti idi.

Gotham’ı içinde bulunduğu çürümüşlükten, yozlaşmışlıktan ve kötülükten kurtaracak cesur, zeki ve de istediği tüm teknolojik donanımları satın alabilecek ya da özel olarak yaptırabilecek kadar zenginliğe sahip Batman’den başkası değildir.

Bu hikâyelerde Joker sürekli kötülerin en kötüsü olarak karşımıza çıktı. Bunun en uç noktası ise Cristopher Nolan’ın yarattığı Joker’di. Buradaki karakterin sınıf temelli ya da anarşist bir suçlu olduğunu söylemek zorlama bir yorumdan öteye geçmez. Çünkü bu Joker’in karşısında Gotham’ı (Amerika’yı) her türlü zorluktan kurtaracak bir süper kahraman vardı. Joker; hem bu süper kahramanın hem de Gotham’ın düşmanıydı. Bir gemi dolusu insanı gözünü kırpmadan öldürebilecek kadar acımasızdır. Kahkahası ise tamamen psikopatça tavırlarından aldığı hazdan ötürüdür.

Todd Phillips ise bambaşka bir Joker’i seyircisine sunmuş. Yoksulluğun, toplumsal çürümenin ve en önemlisi de ötekileştirmenin yarattığı alt sınıf handikaplarını en derinine kadar yaşayan bir Joker’le karşı karşıyayız. Burada Joaquin Phoenix’in tek kişilik muazzam performansının filmin başarıya ulaşmasındaki en önemli etkenlerden biri olduğunu söylemeden geçmemek gerek. Phoenix’in canlandırdığı Joker karakteri de bu performansa paralel olarak alt sınıfın kahramanına dönüştürülmüş şekilde karşımıza çıkıyor. Burada Joker’in önceki Joker’lerden farklı olarak içinde bulunduğu sınıf daha ön plana çıkmış durumda. Yani bu filmde Arthur Fleck’i Joker’e yani seri katile dönüştüren şey; Zizek’in[1] de dile getirdiği içinde bulunduğu sınıfın, sistem içinde yaşadığı nihilizm olduğunu söyleyebiliriz.

Arthur Fleck, filmin başlarında her anlamda ötekileştirilen, nöropsikolojik[2] hastalığı yüzünden dışlanan, alay edilen buna rağmen annesiyle birlikte sade bir hayat yaşamaya çalışan, yaptığı işte yükselme hayalleri olan sade bir vatandaş portresi çizmektedir.

Filmin uzunca bir bölümünde annesinin deyimiyle “mutlu” Arthur’un mutlu olma ve herkesi mutlu etme çabasını görmekteyiz. Filmin bir çok yerde metaforik anlatımlarla süslendiğini söyleyebiliriz.

Bahsettiğimiz yerlerde de Arthur’un, “Amerikan Rüyası”[3]na kendini kaptırmış yoksul bir insan olduğunu görüyoruz. Daha filmin başlarında Arthur bitkin ve başı önüne eğik bir şekilde merdivenleri çıkarken karşımıza çıkar. Arthur’un çaresizliğinin ve içine düştüğü hiçliğin sonucunda çökmüş olan ruhu sınıf basamaklarından çıkarken kendini oldukça net bir şekilde belli etmektedir. Arthur’un, bunun sadece bir rüyadan ve kandırmacadan ibaret olduğunu yavaş yavaş anlaması ve rüyadan uyanması onu Joker olmaya doğru sürükleyecektir. Arthur’un yorgun ve bitkin çıktığı basamaklardan filmin ilerleyen bölümlerinde Joker, dans ederek inecektir. Bu dansın sonunda ise polisler yani sistem koruyucuları Joker’in peşine düşecektir. Filmdeki metaforları okuyabilmek için filme biraz Aristoteles’in Poetika[4]’sının ışığında bakmaya çalışacağız.

Bu filmde karşımıza çıkan cinayetlere sadece psikolojik rahatsızlığı olan birinin işlediği cinayetler olarak bakmak mümkün değil. Arthur’un hastalığı hep vardı. Ama hiçbir durumda Arthur’un şiddete meyil ettiğine dair bir emare göremedik. Bu sebeple cinayetlerin sebeplerini Arthur’un hastalığına bağlamak zor. Çünkü her cinayetin başka bir alt anlam birimi oluşturduğunu görüyoruz. Mesai arkadaşı önceki gün darp edilen Arthur’a kendini koruması için bir silah verir. Silahın çocuklara palyaço gösterisi yaptığı yerde düşmesi Arthur’un trajik hatasının[5] başlangıcı olur. “Sahnede gözüken silah patlar” kuralı gereği Arthur kendisini darp eden 3 kişiyi o silahla öldürür. Öldürülen üç kişi borsacıdır. Yani parayı temsil eder. O trende Arthur’u döven 3 kişi aslında Arthur’un yoksulluğudur. Bu cinayetler, Arthur’un burjuvaziye ilk karşı duruşudur.

Arthur’u burjuvazinin en güçlü temsilcisi olan Thomas Wayne’e bağlayan tek bağ annesidir. Annesinin gerçek annesi olmadığını öğrenen Arthur bilgisizlikten bilgiye geçişin[6] ilk adımını atar. Arthur annesini öldürerek de burjuvaziyle olan zincirinin son halkasını koparır.

Aristoteles’in Tragedya ve Komedyası

Tüm bunlar gerçekleşirken kendisine mutluluk veren birçok şeyin, kendi kurduğu hayallerin ürünü olduğunu, bunların hiçbirinin gerçek olmadığını anlar. Arthur’un bir sonraki cinayeti ise onunla aynı sınıfa mensup olmasına rağmen onu ötekileştiren ve ona ihanet eden eski iş arkadaşıdır. Bu sahnede kendisi gibi öteki olan cüceye hiçbir şiddet uygulamadan diğer arkadaşını makasla öldürmesini Arthur’un artık faşist düşünceye olan öfkesi olarak okumak mümkün. Bu cinayetten sonra Arthur’un bir sonraki cinayeti karşımıza çıkmaktadır. Bu cinayetten hemen önce Arthur artık tam anlamıyla Joker’e dönüşmüştür. Bu baht dönüşümü[7] de şu sözlerle ifade eder:

“Eskiden hayatımın bir trajedi olduğunu düşünürdüm. Ama artık bir komedi olduğunu anladım.”

Aristoteles Poetika’sında tragedya ve komedyayı tanımlarken; tragedyanın ortalamanın üstündekileri, komedyanın ise ortalamanın altındakileri taklit ettiğini söyler. Ortalamayı seyirci olarak temel alır. Ortalamanın üstüne iyiyi ortalamanın altındakilerin ise kötüyü taklit ettiğini dile getirir.

Tragedya ve Komedyaların konularına baktığımızda Tragedyaların tanrılar ve kralları konu aldığını, komedyanın ise halkı ya da köylüleri konu aldığını görürüz. Yani Aristoteles komedya ile tragedyanın konuları arasındaki farkı sınıf farkına dayandırdığını söylemek mümkün. Bu bağlamda Joker,yukarıdaki sözle aslında bir sınıf bilincine vardığını anlatır.

Uyanış ve İsyan

Bu sözlerin ardından Joker kendisi için baba figürü olan Murray Franklin’i öldürür. Çünkü Joker onu da sistemin aygıtlarından biri olarak görür. Murray Franklin Arthur’un Amerikan rüyasındaki hayalidir. Bilinçaltındaki babasını da öldürerek sisteme başkaldırısını artık alenen gösterir. Bu cinayetten sonra Joker’i tutuklanmış ve polis arabasıyla götürülürken görmekteyiz. Arabada giderken isyanı seyreder.

Fitilini ateşlediği toplumun onu önderleştirdiğini fark eder. Onu karşı çıktığı sistemden çekip çıkaran da isyan halindeki halk olur. Joker’in arabadan halk tarafından çıkarılışı Dionysos’un Zeus’un baldırından yeniden doğması ya da İsa’nın çarmıha gerildikten sonra yeniden dirilmesi gibidir. Bu anlamda film, daha önce yine DC Comic yapımı olan V for Vendetta filmiyle benzerlik gösterir. Ancak burada Vendetta’dan farklı olarak Joker topluma önder olma amacı gütmemiş, kendi uyanışı toplumun uyanışına toplumun uyanışı ise kendi uyanışına sebep olmuştur. Joker’in arabanın üzerinde kendinden geçmişçesine yaptığı dans seyirciyi tam bir katharsis’e[8] sürükler.

Son sahnede Joker kendisini uyuşturan doktoru öldürür. Doktorun burada toplumu uyuşturan her şeyin temsiliyeti olduğunu söylemek mümkün. Arthur’u uyuşturan, sakinleştiren şey doktorun verdiği ilaçlardır. İlaçları kullanamaması Arthur’un uyanışında etkili olmuştur. Ayrıca Doktor, Arthur’un kendisine ihtiyaç duyduğu zamanda onu yalnız bırakmıştır. Suç işledikten sonra onu tekrar doktorun karşısına çıkarmış olmaları, sistemin, doktora Arthur’u sisteme uygun yaşayan bir bireye dönüştürmek için kullanılan bir araç olarak yaklaştığını gösterir.

Son kertede Joker’in ciddi bir sistem eleştirisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak sonuç olarak bir alternatif üretmediğini de görebilmekteyiz.

Filmin yapımcısı olan DC Comics’in bir “entertainments”[9] olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda filmden tam anlamıyla Marksist bir yapı oluşturmasını da beklemek pek mümkün olamamaktadır. Dikkatle bakılırsa yukarıda tam anlamıyla bir dramatik yapı görmekteyiz. Filmde kullanılan tüm araçlar –oyunculuk, müzik, renkler, görüntü vs.- filmdeki karakterle özdeşleşmemize hizmet etmektedir. Film seyirciyi bir illüzyonun içine alıp seyircide özdeşleyim yaratır. Tek yabancılaştırma olgusu olarak belki dansları ele alabiliriz ama bunun da tek başına yeterli olduğunu söylemek mümkün değil. Daha önce yapılan Batman filmlerinde Jack Nicholson’ın canlandırdığı Joker’in garip kahkahası ve tavırları, Heat Ledger’in ağız hareketleri birer yabancılaştırıcı etki yaratırken buradaki Joker’in bu tavırları hastalığı ve ötekileştirilmeden kaynaklı durumundan dolayı Jokerle daha fazla özdeşleşim kurmamıza sebep olmaktadır.

Son olarak Todd Philips’in, Joker filminde daha önceleri Quentin Tarantino’nun film kurgularında kullandığı bir tekniği çok sık kullandığını görmekteyiz. Film seyircisinin önüne bir entelektüel sinema birikimi bırakıyor. Bu sebeple bu filmden haz alan seyirciye Joker filminde benzer sahnelerin ve konuların işlendiği birkaç film önerisi yaparak yazımızı sonlandırmak isteriz. Joker filmini beğenen seyircilerin“Taksi Driver”, “The King of Comedy”, “There Will Be Blood”, “V For Vendetta” ve “Dog Day Afternoon” filmlerini tavsiye ederiz.

[1]https://www.filmloverss.com/slavoj-zizek-joker-filmi-ile-ilgili-goruslerini-paylasti/

[2]Nöropsikoloji: Beyninin yapı ve fonksiyonlarının belirli psikolojik olaylarla olan ilişkisini anlamayı hedefleyen psikoloji dalıdır.

[3] Amerikan Rüyası: Çok çalışma ile başarı, refah ve şöhretin yakalanabileceği fikrini savunan bir düşünce biçimi ve geleneğidir.

[4]Poetika: sanat hakkındaki görüşlerini bir bütün içerisinde sunan Aristoteles’in şiir sanatı ile ilgili kuramlarını içeren ve tarihte sanat olayını araştıran ilk eserdir.

[5]Trajik hata: Hamartia. Aristoteles’in Poetika eserinde geçen bu kavram kahramanın düşüşüne, felaketine sebep olan hatasıdır.

[6]Bilgisizlikten bilgiye geçiş: Anagnorisis. Bir karakterin başka bir karakteri çeşitli yollarla (işaret yoluyla, duygusal ilişki yoluyla, mantık yoluyla, karakteristik özellikler yoluyla, içinde bulunulan durum yoluyla vb.) tanımasıdır.

[7]Baht dönüşümü: Peripetie. Öykünün gidişinin yâda kahramanın yazgısının aniden değiştiği, döndüğü durumlara denir.

[8]Katharsis: Arınma, Poetika’da “Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir”olarak tanımlanır.

[9]Entertainments: Eğlence sektörü.