Devrimin Güncelliği ve Sosyalist Solun Krizi

1917 devriminin o fırtınalı yol ayrımı günlerinde, Lenin Bolşeviklere “iktidarı şimdi ele geçirmezsek tarih bizi affetmez”  demişti… İşte şimdi tam da Lenin’in hatırlattığı üzere tarihle ve onun çağrısıyla bütünleşmeli, ideolojik ve pratik pozisyon alışlarımızı Türkiye devriminin güncel imkanlarına, saatlerimizi devrime göre ayarlamalıyız…

Maksim Gorki dostu ve yoldaşı Lenin’i anlatırken şöyle diyordu ya hani: “…Konuşan sanki O değil, onun vasıtasıyla dile gelen tarihti.” 

 

 

“Eğer siz siyasete müdahale etmezseniz, siyaset öyle ya da  böyle hayatınıza müdahale edecektir.”  V.I.Lenin

Tarih ve siyaset arasındaki ilişki doğrusal değil diyalektik bir ilişkidir.

Tarih siyasete, siyaset tarihe içkindir.

Tarih siyaseti, siyaset de tarihi belirler.

Canlı, yaşayan, etkileşen iki olgu.

Ancak, bu iki olgunun hareketli ve akışkan ilişkisinde özel bir olgu daha öne çıkar…

Köklü değişiklikleri yaratan, zamanın akışını ve yönünü değiştiren, tarihi yapan, yeniden inşa eden, mevcut olanı yıkıp yerine yenisini koyan bu özel olgu; devrimin itici güçleridir.

Yani, tarihi yapan kurucu fikirler, eğilimler, dinamikler ve öznelerdir.

Siyasette özne, bağımsız, aktif, etken ve kurucu olandır.

Kendi eyleminin öznesi ve sorumlusu olan insanlar ve o insanların yarattığı program ve örgütlerdir nihai olana vardıran.

Bu kurucu unsurlar, tarihin açığa çıkarmış olduğu koşullarda belirir ve şekillenir.

Karl Marx’ın bugüne miras kalan sözlerinde dile döktüğü gibi;

”İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, geçmişten devreden verili koşullar içinde”1

Verili koşulları değiştiren ise güç ilişkileridir.

Güç denklemini, iktidar perspektifi ve o iktidara yürüşün savaşımını oluşturan strateji ve taktikler belirler.

Tarih sahnesinde, o güç ilişkilerinin siyasetin akışına müdahalesi, verili olanı alt-üst edebilecek yeni denklemler yaratarak, geleceği doğrudan etkileyecek fırsatlar ve imkanlar açığa çıkarır.

Tarihin öne çıkardığı fırsatlar oldukça önemlidir evet, ancak ondan daha da önemli olanı o fırsatları kullanabilme yetisidir.

Siyasette de aslolan fırsatları kullanabilme meziyeti değil midir?

O meziyet, hiç kuşkusuz, stratejik duruşa sadık kalarak ve ama günün güncel gereksinimlerinin kavgasında strateji ve taktik ikilisinin diyalektik dansını tutturarak doğru anda doğru yerde uygulanacak zengin taktiksel hamleler ile hayata geçecektir.

Ne çok geç ne de çok erken, doğru yerde ve zamanda, koşullara uygun çok yönlü politikalarla.

Ve o politikaları yaşamda somutlayacak kurucu özneler ve öncülerle.

Tarihe Müdahil Olmak, Siyasete Müdahale Etmek!

Şimdi, o güç dengelerinin içine yerleşerek siyasete müdahale etmenin, halkın çıkarlarını merkezine alan özel bir iktidar alanı yaratmaya girişmenin olanakları her zamankinden daha fazla olanaklı durumda.

31 Mart yerel seçimleri ve akabinde gelişen siyasal gelişmelerle toplumsal dinamiklerin önü açıldı.

Devlet ve sermaye güçleri ekseninden doğru oluşabilecek çoklu olasılıklar yanında, daha zayıf da olsa –(özellikle 2013 Haziran isyanından bugüne uzanan olağanüstü dönemeçlerde bir biçimde hareket halinde olan ve ayakta kalan toplumsal dinamiklerin isyan ve direnme eğilimlerindeki dinamizm ve devinim halinin güç biriktirerek ilerlemesiyle) – halkın kendi alternatifini ve çıkışını yakalayabileceği devrimci, demokratik, halkçı bir olasılık da açığa çıkmış oldu.

31 Mart’ta belirginleşen iktidar blokunun yenilgisi, – yenilginin üzerinden yeni bir sandık takvimiyle atlayıp geçilmeye çalışılsa, “savaşta her yol mübahtır” ilkesinden hareketle, iktidarda kalmaya devam edebilmek için her türlü yönteme başvurup türlü manevralara girişilse de- henüz çözemedikleri devlet krizinin, her yandan etraflarını kuşatan ekonomik krizin ve şimdi burun buruna geldikleri meşruiyet krizinin yarattığı sarsıntılarla yeni bir boyut kazandı ve şimdi sürecin o sarsıntıların uzandığı/uzanacağı yeni fay hatlarına doğru yayılmasına engel olamıyorlar.

Darbe mekaniğinin hala devrede olduğu ve faşizmin kurumsallaşmasının hızlandığı bilincinden hareketle faşizm olasılığının hala siyaset masasındaki olasılık kartlarından biri olduğu, restorasyon olasılığının eskisinden daha güçlü bir şekilde masaya oturduğu, devletin tüm katmanlarında güç ilişkilerinin birbirleri ile çatıştığı ve ama henüz yenişemediği Türkiye’ye özgü özel bir dönemin içerisindeyiz.

Dengelerin, ittifakların, olasılıkların her an yer değiştirebileceği, politik denklemin çok yönlü olarak yeni boyutlara evrilebileceği, çelişkilerin ve kriz alanlarının ve ama aynı zamanda mücadelenin ve de emek-sermaye savaşımının derinleştiği bir zeminden doğru sınıfsal duruşların, pozisyon alışların ve çatışmaların da keskinleştiği yeni bir aşamadayız.

Ancak, önümüzdeki dönem böylesine olağanüstü devrimci olasılıklara gebe iken, kendini yakıcı bir şekilde hissettiren değişim arzusuna cevap üretebilecek, kitlelerin özgürlük ve siyasal özne arayışını kucaklayacak, topluma mihmandarlık edecek programatik-pratik öncülüğün yoksunluğu ve bağımsız bir sol-sosyalist odak boşluğu halkçı bir çıkış olasılığının önüne ket vuruyor, devrimci halkçı olasılığın imkan arayışını zorluyor, elimizi oldukça zayıflatıyor.

Türkiye’nin özellikle son beş altı yılındaki olağanüstü siyasal atmosferinde son derece zengin fırsatlar barındıran tarihsel dönemeçlere tanıklık ettik.

O tarihsel olanaklar, solun cılızlığına, sosyalistlerin yaratamadığı boşluklardan oluşan duvarlara çarpıp, adeta ellerimizin arasından kayıp gidiverdi.

Böylesine olağanüstü momentlerde inisiyatif al-a-mayan sosyalistler, zaaflarından kopuşamadıkça iktidar bilinci ve perspektifinden ve de özne olma iddiasından giderek uzaklaştı, uzaklaşıyor da. Hal böyleyken masadaki diğer olasılıkların “dolgu malzemesi” olmaya doğru sürüklenmesinin de yolu açılıyor.

Şimdi hiddetle, devlet ve sermaye güçlerinin olasılıklar dahilindeki hamlelerine, restorasyoncu güçlerin çıkış imkanına dolgu malzemesi mi olmak mı diye homurdanabilirsiniz, ancak o olağanüstü iklimin tarihi dönemeçlerinde kaçırılan muazzam imkanlar, esasında bu gerçeği defalarca göstermiş olmalı öyle değil mi? Acı ama gerçek.

Zira siyaset boşlukları sevmez. Sosyalistlerin bıraktığı boşluklar, devlet ve sermaye güçleri ve öte yandan da kitlelerin kendiliğinden eylemleri ile öyle ya da böyle bir şekilde dolar, doldurulur. Ki, tarihin tanıklıkları ve öğretileri böyle onlarca, yüzlerce örnekle dolu değil midir?

O yüzden zamanın şimdisinde ve ama o “şimdi”ye, “an”a hapsolmadan; geçmişin derslerini çıkararak, yeni dönemin ödevlerini iyi okuyarak ve o ödevlerin pratik adımlarına yönelerek yol alabiliriz, almalıyız da, çünkü artık bu bir tercih değil zorunluluk.

Yeni bir toplum tahayyülüne ancak verili olana müdahale ederek ulaşabiliriz.

Geldiğimiz noktada, tüm bunları biliyor, görüyor olmalıyız, en azından solun, sosyalistlerin dönem analizlerine baktığımızda kısmen lafzi de olsa öyle olduğunu anlıyor, varsayıyoruz.

Ancak lafzi olanı bir kenara bırakıp, yakınmak ya da ahlanıp vahlanmak için değil, komünizm ideolojisinin ontolojik oluşundan hareketle, sorumlu olduğumuz şeyi yerine getirmek için, takkeyi önümüze alıp kendi gerçekliğimizi sorgulamaya, dönemin sorularının cevaplarını arayışa çıkmaya, tarihin işaret ettiklerinin peşine düşmeye ihtiyacımız var.

Mao’nun sözüne atıfta bulanarak,“gök kubbenin altında kaos var, koşullar mükemmel” evet. Peki ya biz (sol) o koşullar içerisinde hangi kategorideyiz, sürecin neresindeyiz?

Solun kendisiyle sınırlı ve kendisi odaklı, birbirine politika yapan, birbirine söz söyleyip, birbirine fotoğraf veren, durumu idare etmeci, günü kurtaran siyasi anlayışıyla daha nereye kadar gidebiliriz?

Mevcut siyaset kültünün açmazlarıyla, genetik kodlarımızdan, geleneklerimizden gelen kemikleşmiş düşünce ve davranış kalıpları ile süreci gereğince devam ettiremeyeceğimiz, ettirsek de çok da karşılık üretemeyeceğimiz açık değil mi?

Yeni bir sol duruşa, yeni bir siyaset yapma biçimine ihtiyacımız olduğu aşikar değil mi?

Türkiye’nin içerisinde bulunduğu kaotik iklimde, sol özne boşluğu kendisini eskisinden çok daha güçlü bir basınçla hissettiriyor.

Hepimiz bu basıncı farklı biçimleriyle duyumsuyoruzdur sanırım.

Evet, son yıllarda o basıncı gören bir yerden, çeşitli yan yana gelme girişimlerine, solda yeniden yapılanma, birlik, ittifaklar ve muhalefet ekseni tartışmalarına, demokrasi cephesi kurma arayışlarına giriştik ama ya önemsenmedi-ya da sadece lafzi olarak önemseniyormuş edasıyla –mış gibi yapıldı- ya askıya alındı ya da mevcut zaaflara çarpıp süreç boşluğa itildi.

Şimdi, açığa çıkan tabloda, halkçı bir olasılığı inşa edecek bağımsız sol öznenin kurucu bir inisiyatif ve irade ile siyaset sahnesine çıkması yaşamsal önemde.

Halkın taleplerini ileriye taşıyacak, her adımda somut mevziler kazanacak, ortak bir program ve hukukta birleşmiş bir yol haritasına ve bunu icra edecek bağımsız sosyalist bir özneye ihtiyacımız var.

Geleceğin Kurucu Mayası

Ekonomik kriz koşullarının ağır basıncı altında işçilerin, işsizlerin, emekçilerin, yoksulların bilenen öfkesi, kadınların tacize, tecavüze, şiddete, cinayetlere, özel ve kamusal alanda eşitsizliğe, ayrımcılığa karşı her adımda daha da güçlenen direnme eğilimleri, emeklilik hakları gasp edilen geniş kitlelerin sokakta yan yana geldikçe artan haklı talepkarlıkları, giyiminden kuşamından, yaşam tarzından, cinsel yöneliminden dolayı ötekileştirilen, nefret oklarının hedefine oturtulan insanların yükselen huzursuzlukları, bir gecede çıkarılan KHK’larla ekmeği, onuru ayaklar altına alınan emekçilerin isyanları, doğaya, canlılara, hayvanlara reva görülen zulme ve kıyıma karşı sokağa çıkmaya başlayan insanların hiddetli yakarışları, her an her yerden patlayabilme potansiyeli taşıyan toplumsal isyan dinamiklerinin mayalanışını gösteriyor bize. İşte geleceği kuracak olan maya tam da burada yatıyor…

Çok mu hayalciyiz, bu halktan çok şey mi umuyoruz, mevcut insan malzemesini görmezden geliyor yahut geleceğin mayası olarak gördüğümüz toplumsal dinamiklerin özgürlük arayışına gereğinden fazla mı paye biçiyoruz, dersiniz. Hayır.

Tam da burada, 1917 devrim günlerinde halkı küçümseyen ve de Lenin’i hayalcilikle, ütopyacılıkla suçlayan karşı devrimcilere karşı Lenin’in duruşunu anlatan György Lukacs’ın “Lenin’in düşüncesi” anlatısına atıfta bulunmak gerek:

“Lenin asla bir siyasal ütopyacı olmadı aynı zamanda çevresindeki insan malzemesi hakkında da asla hayale kapılmadı. Zafere ulaşan proleter devrimin ilk destansı günlerinde, Lenin ‘biz sosyalizmi, kapitalizm koşullarında yetişen, onun tarafından bozulan ve yozlaştırılan ama yine onun tarafından mücadele içinde çelikleştirilen insanlarla kuracağız’2 diyordu.”

Somut durumun somut tahlilinin üzerinden atlayarak, “bu halktan bir cacık olmaz” saikleriyle donanmış, halkı hor gören ve üzerinden atlayan üstenci bakış, tarihin tanıklığında sizce de defalarca yanılmadı mı?

Gezi’den beri öyle ya da böyle; ardı arkası kesilmeyen seçim takvimlerine, darbe girişimlerine, bombalara, patlamalara, şiddete, baskıya, zorun gücüne karşı bir şekilde hareket halinde olan toplumsal dinamikler sandığa da ve bir biçimde sokağa da öfkesini, özlemlerini, değişim arzusunu yansıtabildi.

Gezi’de yeşeren forumlardan, hayır meclislerine, seçim meclislerine, mahalle ve halk meclisleri denemelerinden, başta kadın hareketinin kampanya ve meclisleşme deneyimleri olmak üzere, birlikte eyleme ve davranma birlikteliklerine, toplumsal, halkçı, anti kapitalist dinamiklerin form arayışlarına kadar, bu halk, bu toplum, solun cılızlığına, şabloncu ve araçsal yaklaşımlarına rağmen aslınca epey güç biriktirmedi mi?

Geldiğimiz noktada, halklaşma, toplumsallaşma kabiliyetimiz ve birlikte “güç” olma olanaklarımız artmış durumda.

Evet, seçimler yalnızca bir araçtı, ancak faşizmin kurumsallaşmasının hızlandırıldığı böylesine kritik bir konjonktürde, son derece elzem sonuçları içerisinde barındırıyordu.

Ki, öyle de oldu ve sandıktan çıkan sonuçlar, seçim aritmetiğini de aşan olasılıkları doğurdu.

31 Mart ve 23 Haziran’a giden süreç ve sonrasında oluşan hava iktidar güçleri açısından bir kırılma yarattı.

Toplumda zuhur eden moral üstünlüğü ve güçlenmeye meyyal direnme eğilimlerinin de itici gücüyle, şimdi kitleleri özneleştirecek, mevcut düzeni sarsıcı ve yeniden kurucu, siyasete etkin katılım biçimlerine ve mücadele araçlarına odaklanabileceğimiz, yeni bir seçim-sandık takvimi gibi toplumun önüne dayatılacak verili bir belirli döneme işleri bırakmadan, halkçı-demokratik yerel yönetimler programını yerel meclislerin inşasını başka bir seçim sürecine daha havale etmeden hayata geçirebileceğimiz yeni bir dönemin kapıları açıldı.

Tarihin Çağrısı ve İktidar Bilinci

Bütünlüklü bir siyaset okumasıyla, tüm olasılıkları gözeten müdahil bir duruşla, yeni dönemi ve mücadeleyi salt Erdoğan ve iktidar karşıtlığına indirgemeden, burjuva ideolojisinin ve siyasetçilerinin aldatmacalarına karşı da halkın gözünü dört açmasını, bir yerlerden ya da birilerinden güç ya da umut beklemeksizin halkın kendi gücüne, kendi örgütlülüğüne kendi bilinci ve birliğine güvenmesini sağlayacak, devrimi kitlelerin kulaklarına fısıldayacak bağımsız kurucu sol bir öznenin gücüne, güç birliğine ve ona dayanarak devrimin güncelliğini aramaya ve onun peşi sıra yürümeye ihtiyacımız var… Evet, esasında bugün ihtiyacımız olan şey tam da bu.

Ancak, şimdi bunun gerisindeyiz. Sosyalistler kitlelerin, halkın kulaklarına henüz devrimi fısıldayamıyor; ama tarih sosyalistlerin kulağına devrimi fısıldıyor… Evet tarihin çağrısı sosyalistlere. Ancak tarihin çağırdığı yerden harekete geçmedikçe de, tarihe ve halka karşı suç işleniyor.

1917 devriminin o fırtınalı yol ayrımı günlerinde, Lenin Bolşeviklere “iktidarı şimdi ele geçirmezsek tarih bizi affetmez” 3 demişti… İşte şimdi tam da Lenin’in hatırlattığı üzere tarihle ve onun çağrısıyla bütünleşmeli, ideolojik ve pratik pozisyon alışlarımızı Türkiye devriminin güncel imkanlarına, saatlerimizi devrime göre ayarlamalıyız…

Maksim Gorki dostu ve yoldaşı Lenin’i anlatırken şöyle diyordu ya hani: “…Konuşan sanki O değil, onun vasıtasıyla dile gelen tarihti.” 4

İşte tam da öyle. Lenin’in gücü devrimin yaşayan bir şey olduğu gerçeğini kavramaktan geçiyordu.

Türkiye devrimci hareketinin de ana parolalarından olagelmiş, Marx’ın Feuerbach üzerine tezlerindeki “Bugüne dek filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumladılar. Aslolan dünyayı değiştirmektir.” 5  sözlerinin vücut bulmuş canlı ifadesiydi Lenin. Dünyayı açıklama görevini reddetmiyor, ama bununla yetinmeyip dünyayı onu değiştirmek için açıklıyordu.

Lenin’in söz ve eyleminden hareketle, apaçıktır ki, sosyalizmi güzel, parlak bir söz olmaktan öteye taşımak; ancak onu değiştirmek için açıklamak ve tarihin çağrısının izlerini takip ederek, devrimin güncelliğinin peşine düşerek mümkün olacaktır.

Değilse, sadece sosyalizmin sloganik sözleriyle yetinerek, toplumsal siyasal gerçeklik içerisinde somut durumun tahlili ve onun güncel konumlanmasında ilerleyemediğimiz oranda tarih de bizim üzerimizden atlayıp geçecek, bırakılan boşluklar da adeta bir şirketin acentaları gibi durmaksızın çalışan sermaye ve devlet organlarınca doldurulacaktır.

Elbette ki, ne 1917 koşullarındayız ne burası Rusya ne de bir devrim anındayız. Lenin’in sözlerini hatırlatmaktaki niyetim solda epey yaygın olan şabloncu bakış açısına şablonculukla cevap üretmek de asla değil.

Ancak, “yönetenlerin” eskisi gibi yönetemediği, “yönetilenlerin” de eskisi gibi yönetilmek istemediği, krizlerin ve çelişkilerin hiç olmadığı kadar patlak verdiği kritik bir konjonktürde, işte şimdi olasılığı kendimize, sola bükebilmenin önü açık.

 

Sosyalist solda somut ortak bir program ve yol haritası çerçevesinde, kurucu ve inşacı bir pencereden, iktidar bilinci ve hedefinde olan bir odak yaratmaya ve savunmadan taarruza geçerek yeni bir toplum tahayyülünün somut ayaklarını kuracak olan günümüz Türkiye’sinin sovyetlerini kurmaya ihtiyacımız var.

 

[1]Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Yazılama Yay.

[2] György Lukacs, Lenin’in düşüncesi-Devrimin Güncelliği, Belge Yay.

[3] V.I.Lenin Uzaktan Mektuplar, Agora Yay.

[4] Maksim Gorki, Lenin’den Anılar, Ortam Yay.

[5] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Feuerbach Üzerine Tezler, 11.Tez, Evrensel Basım Yay.