Erdoğan’ın 2023 Retoriği ile Bu Gemi Yürür Mü?

Antik Yunan’da diyaloglar üzerinden yapılan retorik tartışmalarına, zamanın şimdisinden, yirmi birinci yüzyıl siyasetinden bakınca olaylar ve olgular ne kadar da tanıdık öyle değil mi? Gerçekte olup bitenlerin parçalanıp çözüldüğü, iktidar ve sermayenin çıkarlarına uygun bir makyajlamayla sunuma hazır bir paket haline getirilerek topluma pazarlandığı bir retorik anlayışının, hakikati kemirmeye ve hakikatin yerine ikame edilmeye çalışıldığı bir olağanüstü sarsıntılar çağının temsil, söylem ve siyaset krizini yaşıyoruz.

 

Erdoğan’ın retoriği, Aristoteles’in retoriğini tartar mı?                       

                                                       “Sokrates – Bir nutkun/konuşmanın mükemmel olması için, incelenmek istenen meseleye dair hakikatin bilgisini kendisine temel alması elzem değil midir?

                                                      Phaidros – Azizim Sokrates, bu konuda benim duyduğum şudur: Yetişmekte olan hatibin gerçekten neyin doğru olduğunu değil, oy kullanacak kalabalıklara “doğru gibi görünen” şeyi bilmesi gereklidir […] Zira ikna, doğruluktan/hakikatten değil, “doğruya benzer” olan şeyden neş’et eder.”

 

Çağımız, bir post-truth yüzyılı olarak tanımlanıyor. Söylem ve görüntünün hakikati aşan, aşındıran, hakikat ötesi görüngüsü olarak.

Tarihin tüm kesitlerinde dünyanın her bir köşesine sirayet etmiş olan “lider kültü” coğrafyamızda da kendine özgü biçimleriyle kök salıp yerleşikleşmiş halde. Böylesi bir yerleşikliğin uzantısı olarak ülkemizde siyaset; ülkenin geleceği ya da toplumun sorunları ve talepleri üzerinden değil, yöneten ve yönetilen ikiliği çerçevesinde, “liderler” ve “söylemleri” üzerinden yürütülüyor… Siyasetin gündemi de o söylemler üzerinden akıyor ya da belirleniyor.

Yöneten ve yönetilen ikiliği çerçevesinden bakmaya devam edecek olursak, o “liderler” ideolojileri söylemler aracılığıyla kullanıyor, halk ve teşkilatlar üzerindeki nüfuzlarını da çoğunlukla “retoriğin” gücüyle sağlamaya çalışıyorlar, yani, sözün, söylemin gücüyle…

Foucault’a göre “söylemin kendisi bir iktidardır” ve bir “iktidar etkisi olmayan söylem –de- söz konusu olamaz.”

Retorik’i kendi tarihiyle ele alıp baktığımızda, taa Sicilya’daki tiranlığın yıkılması sürecine tekabül eden, “ikna, konuşma, belagat sanatı” tanımlamalarıyla eşleştirilen, “yönetme ve yönetilmenin” tarihselliğinde ve siyasette oldukça önemli bir yer tutan, antik Yunan’dan günümüze her daim tartışılagelen bir kavramla karşılaşırız.

Örneğin, Sokrates, retoriğin aldatıcılığına dikkat çeker, Platon ise retoriği “kandırmaca, aldatmaca ve manipülasyon” aracı olarak görür ve özellikle Sofistler üzerinden tanımladığı retoriği “göz boyama sanatı” “sözle kandırma kudreti” olarak tarifler ve ignore eder.

Platon’un ardına “gerçekçiliğin ve mantığın” öncüsü olarak kabul edilen ve antik Yunan felsefesinin en önemli isimlerinden olan öğrencisi Aristoteles, retorik sorunsalını diyalektik kavrayışla ilişkilendirerek farklı bir yaklaşım geliştirir, retoriği diyalektiğin eşteşi olarak görür ve belki de “baş aşağı duran” retoriği ayakları üzerine çevirir.

Aristoteles retoriğin araçlarını üç bölüme ayırır: “Ethos, Pathos, Logos.”

Ethos’ta kişinin (hatip-konuşmacı-lider) benliği, karakteri, itibarı ve kitlenin sezgileri, Pathos’ta hatibin ne söylediğinden ziyade nasıl söylediği, Logos’ta ise konuşmanın esası, içeriği öne çıkar.

Aristotales “Retorik” başlıklı eserinde, bir konuşmanın sac ayağı olarak üç şeyi öne çıkarır: “hatip, konu ve muhatap.”

Muhatap, konuşmanın ana temasını, rotasını ve hedefini belirleyendir, ki Aristoteles bu hedefi “hakim/jüri heyeti, halk meclisi ve müşahit” olarak gruplandırır.

“Retorik, diyalektiğin antistrophos’udur” diye başlar “Retorik” eseri ve başka bir yazınında “felsefede meseleleri hakikate göre irdelemek gerekir; diyalektikte ise, sadece “kanı”ya göre…” diyerek bakış açısını açımlar Aristoteles.

Yani, hatiplerin hakikate, konunun özüne odaklanmak, “argümanların gücüne dayanmak”  yerine, bunu aşındırarak dinleyenlerde merhamet, öfke, acıma, coşku gibi teessürler uyandırmaya önem vermesini hatalı görür ve eleştirir.

Söylem ve retorik üzerine akademik, entelektüel, ideolojik birikimin temellerini atan Aristoteles’e göre retorik; “verili bir durumda elde bulunan tüm inandırma araçlarını kullanabilme yetisi ya da gözetebilme sanatı” ve yine, “belli bir durumda, elde var olan inandırma yollarını kullandırma yetisi” ydi.

Devletin Bekası Retoriği, Devletin Nizamını Sağlar Mı?

Antik Yunan’da diyaloglar üzerinden yapılan retorik tartışmalarına, zamanın şimdisinden, yirmi birinci yüzyıl siyasetinden bakınca olaylar ve olgular ne kadar da tanıdık öyle değil mi?

Gerçekte olup bitenlerin parçalanıp çözüldüğü, iktidar ve sermayenin çıkarlarına uygun bir makyajlamayla sunuma hazır bir paket haline getirilerek topluma pazarlandığı bir retorik anlayışının, hakikati kemirmeye ve hakikatin yerine ikame edilmeye çalışıldığı bir olağanüstü sarsıntılar çağının temsil, söylem ve siyaset krizini yaşıyoruz.

Osmanlı’dan günümüze siyaset erkanında sıkça kullanılan bir deyim vardır “nizam-ı alem için her şey vaciptir/mübahtır. Zira iktidar nezdinde en çok korkulan şey otorite boşluğu ve onun yaratacağı kargaşa, kaos halidir.

Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişiminde alenen açığa çıkan devlet krizi, devletin tüm katmanlarında boşluklar ve çatlaklar yaratarak iktidarın içerisinde debelendiği çoklu kriz dinamikleriyle de sarmalanıp derinleşti/derinleşiyor ve devlet krizinden çıkışın formülasyonu olarak kurulan cumhur ittifakına (Erdoğan-Bahçeli-Ağar ve Ergenekon güç odağı) rağmen, devlet krizi çözülemiyor, rejim kurulamıyor. Kurumsallaşamadığı oranda da hegemonyası aşınıyor ve rejimin meşruluğu sorgulanır, tartışılır oluyor. Böyle olunca da irtifa kaybı içerisinde olan hegemonyaları daha da kırılganlaşıyor.

Ve şimdi 31 Mart-23 Haziran seçimlerinde alınan ağır yenilgi ile kriz daha da derinleşmiş durumda, başta saray olmak üzere başat sorun olarak bir varlık yokluk meselesine dönüştürülmeye çalışılan ve ama seçim döneminde rıza üretemeyen “devletin bekası” retoriği artık işlemiyor, üstelik bu retoriğe en çok ihtiyaç duydukları dönemde.

Alemin nizamından evvel, devletin nizamı dediler; ama karşılık üretmedi, şimdi kendi nizamları da dahil her şey tehlike altında.

Ordu ayrışıyor, ardı ardına gelen genel kurmayların istifaları bu ayrışmanın önemli göstergelerinden.

Derin devletin çekirdeğinde bile bölünmeler yaşanıyor, devlet içi-altı fraksiyonlar sürtüşüyor, çatışıyor. Klik savaşları ortalığa dökülüyor. Gelinen noktada, devletin nizamı, her daim devletluların emniyet sibobu işlevini görmüş olan milliyetçilik politikaları ve retoriği ile de ilerletilemiyor.

ABD ve Rusya kıskacındaki kıvranış, kamuoyuna tek bir ağızdan yazılan ve sunulan “medyanın gücü” yoluyla “devletin gücü ve bağımsızlığı” söylemleri üzerinden dindirilemiyor.

Hal böyleyken, Erdoğan masaya inisiyatifle değil, Putin’in hediye ettiği dondurma fotoğrafıyla dönüverince, başta Suriye olmak üzere; Ortadoğu’daki kriz ve başarısızlık ahvali içinden çıkılmaz bir düğüme dönüşüyor, bırakalım Suriye sınırına güvenli bölge pazarlıklarını, İdlip’te operasyonlar sürerken, iktidar güçlerinin palazlandırdığı cihatçılar Erdoğan bayraklarını yakarak, TSK ve Erdoğan protestolarıyla, Türkiye sınırına dayanıveriyor…

Ülkenin Hazine ve Maliye Bakanı sıfatını taşıyan Berat Albayrak, “Türkiye’nin güçlü mali tabloları güven veriyor” retoriği ile uluslararası düzlemde ekonomik krizin üzerinden atlayarak politika üretmeye çalışsa da, Merkez Bankası darbesi ardına faiz oranları endeksli para politikalarıyla manevralar yapılmak istense de; dövizdeki hareketlilik, geçtiğimiz günlerde merkez üstü Çin olan küçük bir piyasa dalgalanmasında bile, Asya piyasalarını doğrudan etkileyen kur grafiğinden de anlaşılacağı üzere, Türk lirasının hızla değer kaybettiği ve eridiği bir sarsıntıyla daha da sallanabiliyor ve ekonomideki kırılganlık derinleşiyor.

Daha dün, bugünlerde iç ve dış borçlanmada tarihi rekorlara imza atan ülkemizin tarihinde bir ilk olan, nur topu gibi bir “Borçlanma Genel Müdürlüğü”müz oldu mesela.

Öte yandan, iktidar partisindeki iç çözülme, istifalar ve tasfiyelerle yeni bir yol ayrımında. Davutoğlu’nun istifası ve Babacan’ın Karar gazetesiyle yaptığı ilk röportajla birlikte yeni parti arayışlarında bir eşiğe daha gelindi.

Üstelik “Erdoğan’ı terk edenler kulübüne” her gün yeni isimler ekleniyor ve de sosyal medya üzerinden görüldüğü üzere, gemiyi terk eden farelerle gemide tutunmaya çalışan isimlerin şimdiden birbirine girdiği klik savaşları ortalığa saçılıyor.

Devletin yeniden örgütlenmesi stratejisinde, devlet içi tüm fraksiyonlar “nizam-ı devlet için her şey mübahtır” kalkanını kuşanarak sahadaki yerini almış vaziyette ve  herkes ipleri eline alma savaşımında hamle yapıyor, fırsat kolluyor.

Zira devlet krizler sarmalında. Ve çok yönlü krizin tüm gerilimlerinin biriktiği esas düzlemin, devletin ta kendisi olduğu her gün bir kez daha gün yüzüne çıkıyor.

Kopuşlar ve Yeniden Oluşlar Dönemi

İktidar ve rejim bunalımda. Krizler kendini iç krizlerle yeniden üretiyor.

31 Mart-23 Haziran yenilgisi, büyük şehirleri kaybetmenin ötesinde devlet ve yönetim mekanizmalarındaki giderek derinleşen boşlukların doldurulamaması ve toplum nezdinde bir meşruiyet ve rıza yitimi ile depreşti.

İktidar partisi AKP’nin gündemi belirleme gücündeki pozisyon kaybı, 19 Ağustos’ta Kürt illerindeki üç büyük şehre yapılan kayyım darbesiyle giderilmeye, çok yönlü hamlelerle, muhalefeti bölme ve etkisizleştirme, gündemi soğutma ve zaman kazanma manevralarıyla sürdürülmek isteniyor.

İktidar blokunda rejim ve ittifak tartışmalarıyla da sarmalanan başkanlık sistemi ve AKP’de değişim yerel seçimler ardına başat gündemler olageldi ve hiç gündemden düşmedi, düşürülmedi.

Her ne kadar Bahçeli’nin açıklamaları, Erdoğan’ın söylemleri “aynen devam” anlamına gelse de, Ankara kulisleri çalkalanıyor, yeni partilerin de siyaset sahnesine inmesiyle, her an değişebilecek olan ittifak algoritmaları tüm güçler tarafından her hamlede yeniden hesaplanıyor.

Zira dönem, “kopuşlar ve yeniden oluşlar dönemi”, ki dışarıda hissedilenden daha büyük bir sıkışma içinde oldukları da gün gibi ortada.

Siyasi çizgi ve kadrolarda revizyona giderek, şimdilerde gündemde epey yer tutan kabine değişikleri ile sürece yön vermek çözüm olur mu, erozyonu önler mi, HDP binaları önüne bizzat İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun talimatıyla “yalan siyaseti” üzerinden yığdırılan  insanlarla ve 2023 retoriğiyle bu gemi yürür mü, bilinmez, ama artık söylemin, retoriğin sınırına gelindi.

Hegemonya aşındıkça söz, meşruluğunu ve inandırıcılılığını daha da kaybeder oldu, içi boşaldı, mana yitimine uğradı ve şimdi havada uçuşuyor, zira iktidar paradigması iflasın eşiğinde. Paradigmanın iflas ettiği yerde de, söz yitime uğrar ve rıza da üretemez olur.

“Devri Sabık Peşinde Koşmak”

Erdoğan, Beştepe’de Büyükşehir Belediye Başkanlarıyla yaptığı toplantıda, retorikte el yükselterek, “belediye başkanlarının görevi devri sabık peşinde koşmak değil, şehirlerine en güzel, kalıcı, verimli hizmetleri getirmek için çalışmaktır” diye buyurmuştu…

Türkiye siyasetinde geçmişin nakaratları misali zaman zaman ülke gündemine taşınan “devri sabık” kavramı, esasında 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra moda olan ve özellikle Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950’lerle birlikte Türkiye siyaset terminolojisine ve jargonuna giren bir kavramdı.

Kendinden önce gelenlerin yaptıklarının hesabını sormak, önceki iktidar dönemini sorgulamak, yapılan haksızlıkların, yolsuzlukların üzerine gitmek anlamına gelen bu kavram, o dönem siyasetinin temel aktörleri arasında yer alan Celâl Bayar ile özdeşleşiyordu.

Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı muhalefet ettiği Demokrat Parti Genel Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı dönemindeki söylevlerinde, CHP’yi bir “devlet” partisi, Demokrat Parti’yi ise “millet” partisi olarak konumlandırmış ve devlet-halk ya da devlet-millet dikotomisiyle süreci karşlamaya çalışmış olan Bayar, siyasi retoriğinde “Devri sabık yaratmayacağız” söylemine epey yer vermişti.

O dönem Demokrat Parti’nin önemli isimlerinden Samet Ağaoğlu 2 Haziran 1950’de TBMM’de yaptığı konuşmasında “devri sabık yaratmayacağız demek mazide işlenmiş suçları bir süngerle silip atacağız demek değildir” diye Demokrat Parti’nin retoriğini parlatmaya çalışmıştı. Zira 1950lerde devri sabık yaratmak aslında bugün olduğu gibi; “devletin bekası” kalkanı ardına gizlenerek, “devri sabık merakı memleketteki huzursuzluğu artırmaktan başka işe yaramaz” söylemleriyle savuşturuluyordu.

Şimdi kayyum darbesine karşı sürdürülen direnişler, belediyelerde bir önceki kayyumların yaptığı yolsuzluk faturalarıyla çarşaf çarşaf sergilenirken, Adana’da Zeydan Karalar’ın boş kuyular teşhirinden, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun Yenikapı’daki teşhir sergisine değin ortalığa saçılırken, Erdoğan’ın “devri sabık peşinde koşmayın” retoriği de nereden çıktı değil mi?

Aristoteles’in “Retoriği”nde öne çıkardığı üzere; Erdoğan’ın bu retoriğinin muhatabı kim, çağrısı kime? Hakikat kemirilip –mış gibi makyajlanan bir “hakikat” retoriği öne çıkarılırken, halk bunun neresinde?

Ortalığa saçılanlar toplumda, iktidarın söylem ve retoriğinin derinleşen meşruiyet yitimiyle zuhur ediyor.

İktidar blokunun 2023 retoriğiyle yol yürüyemeyeceği açık.

Her an her şeye gebe olan ülke siyasetinde masadaki yeniden yapılanma süreci, devlet içi çatışmalar sahasında yaşanabilecek olası yeni gelişmeler ve dengelerle, velhasıl güç ilişkileriyle belirlenecek.