“Savaşa 10 dakika var” (1)

İran yönetimi ise bu baskının karşısında geri adım atmamaya dair oldukça kararlı görünüyor. Binlerce defa tekrarladıkları gibi yapılan her hamleye karşı eşdeğerde cevap vereceklerini belirttiler ve bunu şöyle gerçekleştirdiler: Yaptırımlara uymayan ülkelerle petrol ticaretini yürütüp yoğunlaştırma; askeri savunma güçlerini harekete geçme durumuna alma; söylemlerin ağırlaştırılması; egemenlik sahasını ihlal eden aracın füzeyle vurulması; İran petrolüne el koyan Britanya’ya misilleme olarak Britanyalı petrol tankerine el konulması. Kısacası İran da savunma moduna geçmiş oldu. Ve bilindiği gibi, bu karşı hamleler sonucunda savaşın çıkmasına çok az kalmıştı. Trump’ın deyişiyle “10 dakika”.

Orta Doğu’da Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve İran arasındaki gerilimin artmasından dolayı ortaya çıkan yeni bir savaş olasılığı aylardır tartışılıyor. Giderek tırmanan gerginlik, ABD Başkanı Trump’ın sadece üç senelik ömrü olabilen ve bir şekilde işlemeye devam eden nükleer anlaşmadan 8 Mayıs 2018’de tek taraflı geri çekilmesiyle başlamıştı.

Fakat bu sürecin somut olarak başlayıp gördüğümüz biçimde gelişmesi, 22 Mart 2018’de dünyaya ilan edilmişti. Çünkü o gün, görevine resmi olarak Nisan ayında başlayan, John Bolton Trump tarafından yeni Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak ilan edildi.

Bolton’un İran’a dair duruşu malumunuz; değilse de göreve gelmesinden birkaç ay önce Fransa’da sürgünde yaşayan Halkın Mücahitleri Örgütü’nün öncülüğünde örgütlenen “İran’ı Özgürleştir[1] isimli konferansta yaptığı konuşmayı dinlemeniz yeterli olacaktır. Üstü kapalı (veya “diplomatik”) bir dille konuşma ihtiyacı bile duymayan Bolton, sözünü “Ve bundan ötürü bizler burada, 2019 olmadan, [zaferimizi] Tahran’da kutlayacağız” diyerek bitirdi. Bolton’a göre İran devrimi 40’ıncı yıl dönümünü görmemeliydi.

ABD böylece fiilen saldırı moduna girmiş oldu. O tarihten beri izlediğimiz kızışma süreci de bunu gösteriyor: Yaptırımların istisnasız olarak İran’la ticaret yapmak isteyen herkes için geçerli olmak üzere ağırlaştırılması; bölgedeki silahlı kuvvetlerin “İran tehdidi”ne dayanarak arttırılması; İran’ın ikide bir haritadan silinmekle tehdit edilmesi; askeri araçlarla İran’ın egemenlik sahasının ihlal edilmesi; İran petrolünü taşıyan gemilere ABD’nin müttefikleri aracılığıyla uluslararası sularda el konulması vb. gerilimi yüksek tutmak maksadıyla yapılan birçok hamle ABD’nin tavrını açıkça ortaya koyuyor.

İran yönetimi ise bu baskının karşısında geri adım atmamaya dair oldukça kararlı görünüyor. Binlerce defa tekrarladıkları gibi yapılan her hamleye karşı eşdeğerde cevap vereceklerini belirttiler ve bunu şöyle gerçekleştirdiler: Yaptırımlara uymayan ülkelerle petrol ticaretini yürütüp yoğunlaştırma; askeri savunma güçlerini harekete geçme durumuna alma; söylemlerin ağırlaştırılması; egemenlik sahasını ihlal eden aracın füzeyle vurulması; İran petrolüne el koyan Britanya’ya misilleme olarak Britanyalı petrol tankerine el konulması. Kısacası İran da savunma moduna geçmiş oldu. Ve bilindiği gibi, bu karşı hamleler sonucunda savaşın çıkmasına çok az kalmıştı. Trump’ın deyişiyle “10 dakika”.

Peki ABD saldırı moduna geçtiyse, İran’ı hâlâ neden vurmadı? Aynı zamanda şunu da sormak gerekiyor: 2015’te imzaladığı anlaşmadan aslında neden geri çekildi ve böylesine bir sürecin önünü açtı? Onca zaman ve güç harcanarak, çok yanlı müzakereler sonucunda ortaya çıkmış olan bu anlaşma nasıl olur da “bir imza” ile tam tersine dönüşebilir?

Bu soruları yanıtlayabilmek için söz konusu çatışmayı ve çatışmanın olasılıklarını inceleyip tartışmak gerek.

Çatışmanın tarihsel zemini

Maksadımız çatışmanın ön koşullarına yoğunlaşmak ise, o vakit ne zaman, nasıl ve neden başladığına bir göz atmalı.

Genelde ABD ve İran arasındaki sorunların 1979 senesinde başladığı, yani İran devrimine dayandığı öne sürülüyor. Hem siyasette hem de akademide mevcut olan bu algı incelendiğinde, değişik açılardan sorunlu olduğu görülüyor. Bu algının ideolojik niteliğinden başlayabiliriz.

Örneğin, eski CIA Başkanı ve şu anki ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun Foreign Affairs dergisinin Kasım/Aralık 2018 sayısında yayınlanan ve İran’la ilgili olan stratejik deklarasyonunu inceleyebiliriz.[2]

Pompeo, İran’ın malum olduğu üzere haydut devletlerin en haydudu olduğunu öne sürüyor. Buna göre hak hukuk tanımayan İran (tıpkı Kuzey Kore gibi), illegal bir şekilde nükleer silah üretme derdinde; petrol satışından aldığı parayı bölgedeki terörist gruplara aktarıp bütün dünyanın güvenliğini riske atmakta; terörist ideolojisi ve bunun üzerine kurulmuş olan devletini eski büyük İran’a benzer bir imparatorluk kurma ve böylece “özgür dünyayı” yok etme amacında vesaire vesaire… Meğerse Ortadoğu’da yaşanan bütün sorunların sebebi İran’mış.

Bu belanın başlangıcı ise İran devriminin “İslamcı devrimciler” tarafından ele geçirilmesiymiş. O esnada ufak bir “kadro ekibi” darbe yoluyla iktidara geçip doğrudan “İslami devrimi yayma politikası” uygulamaya başlamış. Ondan beri atılan her adım bu “devrimi gerçekleştirmek” için atılmış.

Stratejik bir yazıdan daha ziyade yergi yazısı olan bu makalenin her yerinden, düşmanın ahlaki meşruiyetini çökertmenin ve böylece İran’a yönelik herhangi bir saldırının meşru ve adil olduğunu vurgulamanın hedeflendiği belli oluyor.

Göze batan ise bu hikayenin yapısı: Darbe yoluyla iktidarı gasp eden ufak, entrikacı ve fanatik bir grubun ideolojisini önüne gelene dayatarak dünyada özgürlüğü, istikrarı ve barışı tehdit ediyor olması.

Bu hikaye sanki tanıdık geliyor… Evet, çünkü İran devriminden önce, Soğuk Savaş döneminde de yazılmıştı. Yine hem akademide hem de siyasette bugüne dek mevcut olan bu hikaye aslında Sovyetler Birliğinin, yani Ekim Devriminin tarihini –elbette Batı bloğunun egemen bakış açısından– anlatıyor.

Bu hikayenin yapı olarak antikomünist olmasına rağmen, değişik bir önem kazandırmak ve zamanımıza uygun hale getirmek için “İslami” sıfatıyla zenginleştirilmiş olması hiç de tesadüf değil. Bu durum bir yandan daha “muktesit” bir hesaba dayanıyor. ABD rejiminin tarihte en yoğun şekilde yürüttüğü, en muazzam yatırımı yapıp özellikle teknolojik altyapısını oluşturarak dünyanın her bir yanına taşıdığı propaganda kampanyası, bilindiği üzere antikomünist propagandaydı. Onlarca yıl ulusal ve küresel boyutta yürütülen bu kampanya insanların algısında, daha doğrusu bilinçaltında, ideolojik refleks şeklinde iz bıraktı. Bu nedenle ideolojik altyapıdan ve onun uzantısı olan, mevcut ABD dış siyaset elitinin 11 Eylül olaylarından beri somutlaştırdığı “Terörizmle Savaş” kampanyasından yararlanmaya çalışmaktalar.

Fakat asıl neden başka bir yerde yatıyor. İran Devrimini yapı olarak Ekim Devrimiyle, yani “Bolşevik Darbesi”yle eşleştirilmesinin nedeni ise her ikisinin benzer tınılar taşıyor olmasıdır. Bu iki devrim de kitlelere dayanan ve bu açıdan asıl anlamıyla demokratik olmakla birlikte mevcut imparatorluklara/imparatorluğa karşı baş kaldırıp kendi hakimiyetini ortaya koymaktadır.

Fakat bu sürecin İran’da 1979’da gerçekleşebilmesinin nedenleri ise ne bir entrikadan, ne de siyasi İslam ideolojisinden kaynaklı; tam aksine kapitalizmin “Üçüncü Dünya”da siyasi olarak vardığı “Dekolonizasyon”, yani ulusal bağımsızlık mücadelesi devresine geçmiş olmasından ibarettir.

İran bu devreye bilindiği gibi, 1951’de başlayan ve 1953’te CIA ve Britanya dış istihbarat teşkilatı MI6 tarafından gerçekleştirilen darbeyle kapatılan “Petrol Krizi” yoluyla girmişti.[3] Zamanın ulusal meclisi tarafından seçilen Başbakan Muhammed Musaddık’ın halkın kendi kaderini tayin etme hakkı ve kitlelerin desteğine dayanarak ilk olarak Britanya’nın kontrol ettiği petrol yataklarının ulusallaştırılması, parçalanan Britanya emperyalizminin ve yükselen ABD emperyalizminin egemenliğini fiilen tehdit ediyordu. Elbette bu olay İmparatorluk açısından, İran’la aynı durumda olan ülkelere örnek olmamalıydı.

Ulusal Bağımsızlık veya Dekolonizasyon devrinin başında gerçekleşen bu olaylar, İran’ın daha “bağımsız” bir şekilde modernleşmesini, sanayileşmesini, yani uluslararası kapitalizme ve onun savaş sonrası oluşan siyasi düzenine kendince bir biçimde entegre olmasını ya da Batı bloğuna bağlı olarak bu süreci gerçekleştirmesi seçeneklerinden birine yol açacaktı.

Nitekim, hangi seçeneğin gerçekleştiği biliniyor. Halkın meşru iradesinin darbe yoluyla ezilmesi, haklı olarak “Batının kuklası” diye adlandırılan Muhammed Rıza Şah Pehlevi ve onun despotik/monarşik hakimiyetinin Batı tarafından desteklenmesiyle birlikte “kalkınma yardımı” altında devlet bürokrasi ve ekonomi yönetiminde Batı’nın büyük rol oynaması, 1979 Devrimi’nin ön koşullarını belirlemiş oldu.

Bölgedeki en gelişmiş askeri ve sivil devlet aparatına, muazzam finans kaynaklarına sahip olan Şah rejiminin birkaç ay içerisinde çökmesi, işte 1953’te baltalanan, yarım kalan o toplumsal ve meşru iradenin bu sefer değişik biçimde açığa çıkmış olmasından kaynaklanmaktaydı.

Bundan sonraki gelişmeleri kısaca hatırlamak yeterli olacaktır. ABD’nin kendisini bu biçimde ifadelendirmiş “devrimci iradeyi” yok etmek için Saddam Hüseyin’le iş birliği kurup silahlandırarak İran devrimi ile ortaya çıkan İslam Cumhuriyeti’ne karşı kışkırtması; bu kışkırtma sonucunda 8 sene süren karşı devrimci bir savaşta yüzbinlerce insanın ölmüş olması; İranlılara karşı uygulanan zehirli gaz saldırılarının uluslararası kamuoyunda hiçbir şekilde yankı yaratmaması; ağır yaptırımların o savaştan bu yana sürmesi; sonra müzakere yoluyla anlaşmak isteyen İranlı siyasetçilerin girişimlerini dikkate almayıp bu çatışmanın derinleşerek sürmesini garantiye almak isteyen her ABD yönetiminin benzeri İran politikaları…

Bunları yaşayan İran halkı ve İran halkını bu süreçte olabileceği kadar savunabilen devlet yapısı, böylece kendisinden başka kimseye güvenemeyeceğini, var olabilmek için bağımsız olmak zorunda olduğunu anlamış oldu.

Uzun lafın kısası; bugünkü çatışmanın zemini siyaseten 1953’te emperyalizmle (ulusal bağımsızlık mücadelesi biçimindeki) antiemperyalizm arasındaki çatışma ve yaderklik ile bağımsızlık arasındaki çelişki tarafından atıldı. Bu çelişki –aslı itibariyle– şekil değiştirerek sürekliliğini koruyor. 1979’dan beri İslam Cumhuriyeti biçiminde istikrar kazanmış olan (ABD emperyalizmi karşıtı) devrim ile (emperyalist) karşı-devrim çatışıyor.

Bugün gördüğümüz çatışmanın “bir anda” diplomasiden savaşa dönüşebilmesinin nedeni işte bu zeminin üzerinde gelişmiş olması.

Elbette yine de şunu sormak gerek: ABD’nin mevcut yönetimi İran’la anlaşmışken –ki anlaşmaya ortak olan her devlet ve denetim kurumu, anlaşmanın maksadı itibariyle görevini yerine getirdiğine dair hemfikirdi– neden kalkıp askeri yola sapıyor?

Savaş planlarının arka planı

Bilindiği gibi ABD’nin İran devriminden sonra Orta Doğu’ya uyguladığı siyaset neticede ironik bir şekilde İran’ın önünü açtı.

O zamandan beridir ABD’nin savaş ilan ettiği veya desteklediği ülkelerde oluşan siyasi ve askeri direniş hareketlerinin, yardım için İran’a yönelme potansiyelleri açığa çıktı. Bu her yerden önce Irak ve Lübnan’da belirdi. Kısmen veya tamamen yok edilen devlet yapılarının yarattığı “boşluklar”, iktidar açısından genel olarak bu şekilde, yani destek aracıyla dolduruldu. E devrim sonrası kendisini var etmeye çalışan İran devleti de bu fırsatı her halde kaçıracak değildi. Nüfuzunu bu şekilde Afganistan’dan Lübnan’a kadar yavaş ama emin adımlarla arttırabildi.

Bu süreç ABD ve bölgedeki müttefikleri tarafından –her şeyden önce İsrail ve Suudi Arabistan–İran’ın “yayılma politikası” ve bu politika ile kurduğu “temsilci ağı” olarak tanımlanıyor. Bir bakıma da haksız değiller çünkü müttefiklerin coğrafyalarına kadar dayanan siyasi ve askeri bir karşı güç alanı oluşturulmuş durumda. Yalnız bir de bunun sebebinin kendi siyasetlerinden kaynaklı olduğunu söylemeyi unutmasalar… Suriye politikaları bunun en son örneği…

Öbür yandan İran’ın kurmuş olduğu ittifakların bu şekilde mutlaklaştırılmasının maksadı  muhtemel bir saldırının meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir. En nihayetinde “dünyanın en büyük terör destekçisi”ne saldırmak “sevap” değilse nedir?

İran’ın nüfuz alanının genişlemesi karşı tarafın nüfuzunun bir nevi daralması anlamına geliyor. Bu durumdan doğrudan etkilenenler ABD’nin bölgedeki müttefikleridir, ki tepkileri bundan dolayı oldukça sert.

Örneğin İran’ın varlığını mutlak tehdit olarak algılayan mevcut İsrail yönetimi, bilindiği gibi onlarca senedir İran sorununun eninde sonunda askeri müdahaleyle çözüleceğini savunuyor. Devletin oluşum sürecinden beri kendi varlığını, bekasını doğrudan “Askeriye’nin Nitel Üstünlüğü”ne bağlamasıyla ilgili bir durum olsa gerek.[4]

Ayrıca İsrail silahlı güçlerinin bölgedeki diğer güçlerden niteliksel üstünlüğe sahip olması (yani nicel olarak küçük olmasına rağmen düşmanlarını mağlup etme kapasitesine sahip olması), kısacası bölgedeki egemen silahlı güç olması, nükleer anlaşmayı imzalayan Obama yönetiminden itibaren yalnızca siyaseten değil,[5] aynı zamanda hukuki olarak da[6] ABD’de karşılığı olan dikkat çekici bir konu.

ABD’nin bölgedeki gücünün en önemli bileşeni olan ve bu açıdan vekili olarak algılanabilen İsrail ve onun hegemonyası, İran ve müttefikleri tarafından gittikçe sorgulanıyor, ki bilindiği gibi Suriye’de fiilen çatışıyorlar. Yapılan nükleer anlaşmaya ve böylece atom bombası tehdidinin yok edilmesine rağmen, İran’ın bölgede geri çekilmemesi, bölgedeki iktidar talebinden vazgeçmemesi, Suriye’den ve Yemen’den çıkmaması, yaşanan çatışmanın diplomatik olanaklarla idare edebilmesi ihtimalini oldukça düşürdü.

Yukarıda açtığımız mevcut koşullar altında ABD’de Obama’dan sonra öne çıkan ve İsrail’de zaten iktidarda olan “şahinler” belirleyici güç oldu.[7]

Aynısı değişik bir biçimde Suudi Arabistan için de geçerli. Onlar için İran karşıtlığının devrimden beri hikmet-i hükümet olması malumdur. Aynı zamanda Trump’ın ilk diplomatik seferini İsrail’e geçmeden önce Riyad’a yapmış olmasını; o esnada tarihin en pahalı silah ticaretini gerçekleştirmesini; konuşmasında İran’ı ne şekilde söz konusu ettiğini[8]; dış siyaseti belirleyen Veliaht Prensin İran’a dair maceracı[9] ve fantastik duruşunu[10], genel olarak siyasi intihara eğilimli davranışlarından öte, nerede durduğuna dair fikir edinebilmek için hatırlayabiliriz.

Anlaşılan şu ki, nesnel koşullar zaten savaş ihtimalini var kılarken ABD’nin öncülük yaptığı kampta öznel koşulların da gayet uygun olduğu görünüyor.

Peki cephenin bu tarafındaki belirleyici güçlerin savaşa bakarak saldırmaları gerekiyorsa, henüz neden saldırmadılar?

Cephe içerisinde çok boyutlu çatlaklar

Birinci sebep ise iç güç dengelerinin belirleyici öğelerinin nispeten zayıf durumda olması.

ABD’de dış siyaset kurumlarının çoğunda “şahin”lerin hakim olması bu durumu değiştirmiyor. Temsilciler Meclisi’nde gelecek mali yıl için onaylanan “Ulusal Savunma Yetkisi Yasası”[11], Trump’ın İran’a savaş ilan edebilmesine dair somut kısıtlamalar bulunduruyor. Buna göre Kongre onay vermeden İran’a savaş ilan edilemez. Henüz geçerli olmayan bu yasanın Temsilciler Meclisi’nde iki partiden de yüksek oranda destek görmesi dikkat çekici.

Kamuoyunda savaş karşıtı hareketin henüz pek güçlü olmamasına rağmen halkın, İran’a karşı askeri hamle yapmasını onaylamadığı son anketlerden anlaşılıyor.[12] Aynı zamanda ABD’nin en önemli düşmanının İran olduğu fikrine gittikçe daha az insan inanıyor.[13] Bu durum 2020 seçim kampanyasına başlamış olan Trump’ı oldukça dikkat etmeye zorluyor.

Öbür yandan güçlü bir lobiye sahip olan petrol sermayesinin de askeri saldırı fikrini pek desteklemediği görünüyor. Bölgenin saldırı durumunda karışması sermayenin mevcut anlaşmalarını ve birikim imkanlarını ciddi boyutta riske atabilir. Misal olarak dünyanın en büyük petrol sermayelerinden biri olan Exxon Mobile’a bakabiliriz. İran’la yaşanan gerginliklerden ötürü Irak’ta yaptığı tarihsel ve muazzam anlaşma (53 milyar dolar boyutunda) bir yandan Irak yönetimin baskısı, öbür yandan personelin güvenlik açısından tahliye edilmesi zorunluluğundan dolayı durduruldu.[14]

Bu somut durum karşısında savaş yanlılarının “müstakbel birikim imkanları” fikri, sermayeye çok inandırıcı gelmiyor olsa gerek. İran’a önce savaş açılacak, sonra zafer kutlanacak, sonra yeterince istikrar sağlanacak da İran’ın petrol kaynaklarının bir kısmı kendilerine kalacak…

İsrail’de de benzer bir tablo görünüyor; devletin güvenlik/savaş aparatında ihmal edilmemesi gereken bir muhalefet var.[15] Nükleer anlaşmadan geri çekilme fikrinin yanlış olduğunu şiddetle savunan bu güçler, mevcut hükümet krizinden dolayı güçlenmiş durumda. İsrail’in savaş konusunda kriz öncesine nazaran daha mesafeli davrandığı görünüyor.

Suudi Arabistan’a baktığımızda ise dış siyasi durumun ağır bastığı anlaşılıyor. Onca silah ve her türlü desteğe rağmen Yemen’de süren savaşta bir türlü zafer kazanılamadı. Haliyle Husiler’i mağlup edemeyen silahlı kuvvetlerin İran’a karşı nasıl savaşacağı sorusu kendisini dayatıyor. Yemen’de yürüttüğü savaştan dolayı uluslararası boyutta oldukça meşruiyet kaybına uğraması, Cemal Kaşıkçı olayı sonrasında var olmayan itibarının da tamamen yok olması, savaş çıktığı taktirde İran’ın ilk hedeflerinden biri olmasıyla birlikte bütün bunlar Suudi Arabistan’ın manevra alanını gittikçe kısıtlıyor.

Savaş yanlısı olan bu çekirdek grubun egemen güçlerinin nispeten zayıf olması, kendisini aynı zamanda küresel boyutta da ifade ediyor.

Bu her şeyden önce iki değişik durumda kendini gösteriyor. Biri ABD’nin Rusya ve Çin’i aynı anda fiilen karşısına alması[16] ve İran’ın bu durumdan yararlanabilmesi[17]; diğeri de ABD’nin kendi siyasetini “evrensel” yetkisi olan yaptırımlar aracılığıyla Batı Bloğu/NATO’nun tümüne dayattığı için, özellikle Avrupa Birliği (AB) hegemonu Almanya, Fransa ve Britanya ile yaşanan çatışmaların derinleşmesi[18].

AB’yle, özellikle Almanya’yla, yaptırımlar konusunda yaşanan gerilimler Alman burjuvazisi ve siyasi elitleri arasında oldukça sıkıntı yaratıyor.[19] Rusya’ya ve İran’a (aynı zamanda Çin’e) uygulanan “evrensel” yaptırımlar yüzünden bu piyasalarda gittikçe güç kaybediyor olmaktan giderek rahatsız olan elitler, Alman hükümetinden ABD siyasetinden bağımsız politika üretmesini talep edip baskı kuruyorlar.

Öbür yandan ise Britanya’nın, ilk başta ABD’yle geleneksel işbirliğine girip İran’a dair aynı çizgide durmasına rağmen son olaylardan sonra mesafe kurmaya başladığı görünüyor. İran tarafından el koyulan Britanya gemisi bağlamında oluşan durumla birlikte bu üç AB gücünün nispeten bağımsız askeri girişimleri, gemilerin Basra Körfezinde “özgürce” sürebilmesini hedefliyor. Britanya Dışişleri Bakanı Hunt bu gelişmeleri, ABD’nin “Maksimum Baskı” taktiğinin bir parçası olmadıkları şeklinde ifade ederek belirtti.[20]

ABD’de ve müttefiklerinde siyaseten egemen olan güçlerin hem iç dengelerine hem de uluslararası konumlarına bakarsak, yeterince destek alamadıkları ve yeterince birlik oluşturamadıkları için zayıf durumda olduklarını görebiliriz. Çıkarlarına uysa da harekete geçemiyorlar. Bunun bir de tabiî ki askeri sebepleri de var.

Askeri açıdan savaş koşulları

ABD’nin savaş kararı her şekilde siyasi bir karar olacak. Fakat bu kararı alanlar askeri güç dengesini ve silahlı çatışmayı kazanabilme ihtimalini hesaplarına katmak zorundalar.

Askeri güç dengesinden doğru bakacak olursak, ABD askeri gücünün İran karşısında her açıdan muazzam şekilde ağır bastığı aşikar. Fakat kazanma ihtimaline bakarsak durum değişiyor.

İran askeri güçlerinin ve stratejilerinin her şeyden önce savunma odaklı olması malum. Fakat kapsamlı bir hava bombardımanına karşı uzun süre dayanamayacaklarına göre karşı atak yapıp çatışmayı kendilerinin güçlü olduğu alana çekme kapasitesine sahip olmaları gerekmekte.

ABD’nin 11 Eylül sonrası “Terörizmle Savaş” paradigması kapsamında İran’ın komşu ülkelerinde yürüttüğü savaşların açtığı alanlar, İran tarafından askeri ve siyasi açıdan oldukça iyi bir şekilde değerlendirilebilindi.

Bu alanlar Afganistan’dan Lübnan’a kadar uzanıyor. Hem kendi asker ve milisleri hem de bir takım malum müttefik milis güçleri gibi vurucu güçlere sahip. Taktik olarak gerilla tarzı saldırılar yapıp düşmanın askeri manevra alanını kısıtlıyorlar. Böylece, çatışmayı birçok yere yayarak, ABD ve müttefiklerine sürekli baş ağrısı yaratacak kapasiteye sahip olabilirler.

Pentagon kadroları bu durumun farkında. Yaklaşık 20 senedir kesintisiz süren “Terörizmle Savaş”ı kazanmadıklarını, kazanamayacaklarını da edindikleri tecrübeden biliyorlar. Eski ABD Savaş Bakanı Jim Mattis’in geçen sene Nisan ayında Senato’ya verdiği ve Milli Güvenlik Stratejisi kapsamında askeriyenin durumunu ifşa eden beyanda[21] yazdığı gibi, onca zamandır yürütülen bu savaşlar askeriyenin gücünü ve meşruiyetini azımsanmayacak boyutta yıpratmıştır.

Aynı süreçte Çin ve Rusya’nın askeriyelerini gittikçe modernize edip güçlendirmesi, ABD askeriye gücünün üstünlüğünü gerçek anlamda tehdit eden duruma gelmiştir: “Bundan sonra artık terörizm değil, uzun vadeli stratejik rekabet ABD milli güvenliğinin temel odak noktasıdır”. Asıl düşman olan Rusya ve Çin’in hangi tarafta duracağı da böylece belli olmuştur.

Bu bağlamda ABD’nin bölgedeki müttefiklerinin de pek bir işe yaramayacağının farkındalar. İsrail hariç, Suudi Arabistan’la Birleşik Arap Emirlikleri’nin askeri gücü bilindiği gibi İran karşısında zayıf. Bu zaafı kullanmasını bilmedikleri malzemeyle kapatmaya çalıştıklarını da Yemen’de görüyoruz.

İsrail ise daha yüksek bir güce sahip olmasına rağmen, ABD aksine, sürekli bir şekilde Orta Doğu coğrafyasında bulunmaya devam edecek olması tereddütlü olmasına neden oluyor. Son hükümetin İran’a karşı savaş propagandası yapmasının ve gerginliği sürekli yüksek tutmasının sebebi de iç siyasi hesaplarına dayanıyor.

Sonuç olarak böylesi bir savaşın hızlıca kazanılabilecek bir savaş olmadığı açıkça ortada. Tam tersine, “malzeme muharebesi” tarzında bir çatışmaya dönüp Ortadoğu’ya vuran son darbe olması çok daha gerçekçi. Pentagon’un bu konuda son haftalarda pek öne çıkmamasının sebebi de bu olsa gerek.

Bu yazıda İran’la ABD arasında yaşanan çatışmanın siyasi arka planına bakarak mevcut dinamiğini anlatmaya çalıştık. Bu bağlamda ABD ve müttefiklerinin savaş girişimlerini tanımlamak, onları eleştirmek çatışmanın yapısı itibariyle İran’la aynı kampa düşmek anlamına gelmiyor. Dolayısıyla “Emperyalist savaş girişimine karşı olmak İran rejimini savunmak anlamına geliyor mu?” sorusunu cevabını ise ikinci yazımızda tartışacağız.

 

[1] https://youtu.be/hTMh24qlyQA?t=4m17s

[2] Pompeo, Mike (2018). Confronting Iran. The Trump Administration’s Strategie. Foreign Affairs, Nov./Dec.

[3] Abrahamian, Ervand (2013). The Coup: 1953, The CIA, and The Roots of Modern U.S.-Iranian Relations. The New Press, New York.

[4] http://www.jcpa.org/brief/brief3-10.htm

https://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/u.s.-foreign-policy-and-israels-qualitative-military-edge-the-need-for-a-co

[5] https://2009-2017.state.gov/t/pm/rls/rm/144753.htm; veya: https://2009-2017.state.gov/t/pm/rls/rm/176684.htm

[6] https://www.congress.gov/113/plaws/publ296/PLAW-113publ296.pdf

[7]  https://www.whitehouse.gov/wp-content/uploads/2017/12/NSS-Final-12-18-2017-0905-2.pdf

[8] https://edition.cnn.com/2017/05/21/politics/trump-saudi-speech-transcript/index.html

[9] https://www.theguardian.com/world/2017/may/02/iran-is-seeking-to-control-islamic-world-says-saudi-arabian-prince

[10] http://www.arabnews.com/node/1093611/saudi-arabia

[11] https://www.congress.gov/bill/116th-congress/house-bill/2500/text

[12] https://thehill.com/hilltv/what-americas-thinking/450050-poll-only-24-percent-of-americans-want-us-to-take-military

[13] https://news.gallup.com/poll/116236/iran.aspx

[14] https://www.reuters.com/article/us-usa-iran-iraq-oil-exclusive/exclusive-exxons-53-billion-iraq-deal-hit-by-contract-snags-iran-tensions-sources-idUSKCN1TM0IZ

[15] https://www.speaker.gov/wp-content/uploads/2018/05/LETTER_-Senior-Israeli-former-commanders-in-favor-of-preserving-JCPOA-1-2.pdf

[16] https://www.swp-berlin.org/fileadmin/contents/products/aktuell/2018A57_rdf.pdf

[17] https://www.scmp.com/news/china/diplomacy/article/3011573/china-iran-forge-closer-ties-due-common-threat-united-states

[18] https://foreignpolicy.com/2019/07/08/unraveling-of-iran-nuclear-deal-exposes-europes-weakness-iran-j-c-p-o-a-uranium-enrichment-deal-breach-trump-sanctions/

[19] https://www.german-foreign-policy.com/news/detail/7985/

[20] https://www.bbc.com/news/uk-49076294

[21] https://www.armed-services.senate.gov/imo/media/doc/Mattis_04-26-18.pdf