Demokrasi Kazanmadı ama Umut Yeşerdi

“Demokrasi kazanmıştır” retoriği boşuna değil. Rejim tıkanmıştır ve rejime kriz üreten dinamikler her fırsatta kendilerini bir şekilde ifade ediyorlar. İmamoğlu’nun güler yüzlü kapitalizmi ile halk güçleri arasında ciddi ayrım noktaları var.

23 Haziran geride kaldı.

Siyasal iktidarın darbe yoluyla İstanbul seçimlerinin yeniletilmesi ile planladığı “zaman kazanma, tutunma, direnme ve sendelemeyi önleme” hesabı bir hezimete dönüştü.

Buradan bu maçın dönmesi zor.

İktidardakilerin nasıl bir yönelimde olacakları ve ne gibi hamleler yapacaklarını zaman gösterecek, o yüzden hızlı bir sağlıklı değerlendirme yapmak şimdilik güç. Ancak iktidar ve muhalefetin üzerinde ortaklaştığı (kimi) noktalar oldu.

Seçim sürecinde ortaya atılan ve muhalefet ile iktidarın paylaştığı ortak retorik “demokrasinin kazanımı” ve “milli iradenin tecellisi” idi. Milli irade Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kuruluş yıllarından beri kullanılagelen bir söylem.

Hâkimiyetin bilakaydüşart (kayıtsız şartsız) milletin olması gerektiği, hem dönemin kurucu iradesi olan Kemalist harekette hem de (homojen bir şekilde olmamak kaydıyla) ona muhalefet eden dönemin meclis bileşenlerinin de sığındığı bir retorik idi. Retorik diyoruz çünkü tezimiz hâkimiyetin bilakaydüşart millete ait olmadığına dairdir.

Biz Bize Benzeriz

Henüz Cumhuriyetin ilan edilmediği 1921’de, Nisan 1920’de açılmış olan ilk TBMM’de yeni kurulacak rejimin ne şekilde olacağına dair tartışmalar oldukça geniş yer kaplıyordu.

Yeni rejimin adının konulmaktan imtina edildiği ve saltanat/hilafet yanlılarının baskılarından çekinildiği bu dönemde henüz cumhuriyetten bahsedilemiyor ancak yerine hâkimiyet-i milliye kavramı tartıştırılıyordu.

Bu tartışma Osmanlı devlet geleneğinin meşrebince yürütülüyor, esinlenildiği iddia edilen Fransız Devrimi’nin aksine, halk güçlerinin yeni rejimde söz sahibi olmalarına zinhar izin verilmiyordu.

Devlet sınıfları ve gerici antika sınıfların oluşturduğu birinci meclis, halkın hâkimiyetinden, iradesinden oldukça uzakta tartışmalar yürüttü. Bu tartışmaların en ünlüsünde, 1921 yılının Aralık ayında Mustafa Kemal, meclis kürsüsünden yeni rejimi şöyle tanımlıyordu:

“Efendiler, bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir ve gerçekten kitaplardaki hükümetlerin, İslâmî niteliği bakımından, hiç birine benzemeyen bir hükümettir. Fakat millî egemenliği, millî iradeyi belirten bir hükümettir, bu nitelikte bir hükümettir. Sosyal bilim bakımından bizim hükümetimizi ifade etmek gerekirse (halk hükümeti) deriz. Efendiler, biz hakkımızı koruyup gözetmek, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, milletin bütünlüğümüzce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletin tümüyle savaşmayı caiz gören bir mesleği izleyen insanlarız. O halde bu ve bu gibi teşviklerle ve izahlarla hükümetimizin dayandığı esasın toplum bilime dayanan bir esas olduğunu açık bir surette görürüz. Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle ve benzememekle öğünmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz, efendiler”![1]

Biz bize benzedik. Osmanlının restorasyonundan öteye gidemeyen Despotik Cumhuriyet, tıpkı Osmanlıda olduğu gibi, halk hak dedikçe şiddet, hukuk dedikçe hapis, adalet dedikçe baskı gördü.

Fransız Devrimi’nden etkilenen Kemalist devrim kadroları, Türk Devrimini bu motivasyonla gerçekleştirdiklerini iddia etseler de atladıkları bir şey vardı.

Fransız Devrimi’ne öncülük eden Tiers-État’nın en önemli bileşeni olan, demokrasiyi talep eden, onu barikatlarda meydanlarda kanı ve canı pahasına savunan, bu uğurda büyük bedeller ödeyen halk sınıflarını bilhassa dışlayarak iktidara geldiler.

Geriye çıplak bir devlet bürokrasisi ile onların müttefiki olan antika sınıflar ve kısmen modernize edilerek kullanıma sokulan eski bir devlet aygıtı kaldı.

Üstelik Mustafa Kemal’in yukarıdaki konuşmasındaki antiemperyalist yönelim hiç gerçekleşmedi ve rejim güçleri hızla iyice gericileşmiş ve azgınlaşmış finans-kapitalle kaynaştı. Tüm gerici faktörlerin birleşiminden ilerici bir şey doğamazdı ve nitekim rejim özgün bir despotik cumhuriyet oldu. Mustafa Kemal haklıydı. Biz bize benzedik.

Üstelik daha sonra hazırlanan anayasada etnik kimliklerin inkârı, tekçi Türk kimliğin inşası; Diyanet İşleri Başkanlığının kurularak tekçi bir Sünni Müslümanlığın örtülü de olsa devletin resmi dini haline gelmesi işlerin iyiden iyiye karışmasına neden oldu.

Mustafa Kemal’in konuşmasındaki itiraf önemlidir.

Bu rejim demokrasiye benzemiyorsa, bu rejimin adı nedir öyleyse?

Şüphesiz ki bu rejimin gerçek adı -23 Haziran seçim sürecinde adaylar arasında paylaşılamayan şahsiyet olan- Topal Osman rejimidir. Topal Osman Karadeniz’deki Rumlardan, Dersim’deki Kürtlere, meclis içi muhalefetten Mustafa Suphi’lere birçok katliamın organizasyonunu üstlenmiş ve son olarak aslında adına çalıştığı Mustafa Kemal’in kendisini hedef almaya kadar gitmiş bir kişidir.

Bu şahsiyetin 23 Haziran seçimlerinde her iki cephe arasında paylaşılamaması bizlere nasıl bir rejimde yaşadığımızın, iktidar ile muhalefetin aynı genetik kodlarla kodlandığının, bu kayıkçı dövüşünde halkın yararına çok da fazla bir şey olmayacağını bizlere tüm çıplaklığıyla anımsattı.

Demokrasi Kazandı Derken?

Ekrem İmamoğlu ile sol güçlerin taktik birlikteliği anlaşılır bir şeydir. Siyasetsizlik yerine, solun bir yandan kendi bağımsız hattını örgütlediği, öte yandan da sandıkta faşist bloğu geriletmek amacıyla faşizmin rakibine oy verdiği bir taktik duruş elbette makul.

Ancak bu politikanın her iki ucuna savrulmak da mücadeleden sol sapma ve sağ sapma yoluyla kaçışı temsil eden iki uç örnek. Soldan kaçış siyasetsiz ve örgütsüz bir boykot-tutumla kendisini ifade ederken, sağdan kaçış İmamoğlu’na yedekleniş ve onun çizdiği restorasyoncu çizgiye teslim olmakla ifade etti kendisini.

Sağa doğru kaçış, sermaye öncülüğünde gerçekleştirilmek istenen ve 23 Haziranla birlikte büyük bir güce erişen restorasyonun solu içerme görevini üstleneceğe benziyor.

İmamoğlu da, AKP de “demokrasi kazandı” dediler bu seçimlerde. Halkın gerçek demokrasi ihtiyacının önünde ciddi yapısal engeller var hâlbuki.

Örneğin yerel yönetimlerin üzerinde bir güç olarak onların iradesini baskı altında tutan valilik ve kaymakamlık makamları. Yalnızca bu da değil. Kitlelerin demokrasi özlemleri yalnızca oy hakkına saygı duyulmasından ibaret değil.

Yerel yönetimlerin kendi iç yapıları ve yerelin yönetim şekli de demokratik değil ki. Herkes başta yaşam alanları olmak üzere, işyerinde, sokağında, mahallesinde demokrasi aracılığıyla, katılım aracılığıyla tüm potansiyelini ve kapasitesini geliştirme hakkına sahiptir. Tekdüze yönetilmek ve güdülmek yerine, kendisi ilgilendiren kararlara katılım hakkı göstermek hakkına sahiptir. Var olan siyasal yabancılaşmanın aşılmasının, bürokratik mantıkdışılığın kırılmasının koşulu budur. Kitleler insani bir ihtiyaç olarak yönetime katılarak yönetimi doğrudan tesis etmek ister. İnsanların, kendilerinin ve doğanın özgürce gelişebileceği bir toplumda yaşama hakkı vardır.

Siyaset ille de parlamentoda yapılmaz ve gerçek anlamda demokratik olarak örgütlenmiş bir toplumda parlamento gücünü yerel meclislerden alır. Özgür bir toplumda bürokratik aygıtlara, üstten denetleme mekanizmalarına yer yoktur. Cinsiyetler arası hiyerarşinin yeniden üretildiği bir yapı özgür olamaz. Ve elbette doğanın kendisi olmasına müsaade etmeyen bir toplum da özgür değildir.

Sadece bunlar değil elbette. Bu ülkede Kürt sorunu var, Alevilerin inanç sorunu var, diğer etnik toplulukların da kimlik sorunu var. Bunların dışında yoksullar var, işsizler var, çok yoğun mesai saatlerinde çok ucuza çalışan milyonlarca işçi var.

Sağlık haklarına erişim sorunu olan milyonlar var. İnsani gelişimin temel ihtiyacı olan bilimsel eğitim genel bir ülke sorunu ve ifade özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün, basın özgürlüğünün önünde ciddi engeller var.

Plebisiter Rejim ve Seçimler

Eğer yukarıda sayılanlar fazla “radikal” geliyorsa, ortalama temsili bir burjuva demokrasisinin bile kazanmadığını da vurgulamamız gerekir. Hemen her seçim sürecinde aslında ortalama bir burjuva düzeninde suç olarak değerlendirilebilecek olan birçok olay yaşandı.

7 Haziran-1 Kasım 2015 süreci geçmişte kalmış bir şey mi? 16 Nisan referandumundaki geçersiz oylar unutuldu mu? 31 Mart’ta çalınan mazbatalar ne olacak? Seçim sürecinde her gün halka karşı edilen iftira ve hakaretler ne olacak? Burjuva güçlerin birbirlerine karşı belki meşrepleri geniş olabilir. Yalanlar, fantastik kurgular, sürekli terörle bağlantılı olmak ve suç işlemekle itham edilen halk kesimleri ne olacak peki?

İktidarda kalabilmek için her türlü suçun her an işlenebileceği bir düzendeyiz. Bu bağlamda seçimler basit bir burjuva temsili demokrasisi işlevi görmüyor. Seçimler daha çok egemen güçlerin toplum içerisindeki meşruiyetlerini oylatmak için bir işleve sahip. Çünkü yüzde 51-49 dengeleri rejimin kırılganlığını arttırıyor. Böyle bir dengede küçük bir kayma kurulan rejimin çökmesine sebep olur. Nitekim 31 Mart-23 Haziran seçimlerinde bu oldu.

Yine de bu kırılgan denge durumunun iktidar güçlerinin ayakta durabilmesi için sık sık seçimlere giderek kendilerini onaylatmalarını zorunlu kıldı. Seçimlerin kurulmuş rejimdeki anlamı ve işlevi bu. Otoriter bir rejimi yüzde 51 ile kurmanın verdiği kıl payı çoğunluk hali rejimin yayılıp kökleşmesinin önünde engel. O halde sürekli sandık asabiyeti sağlayalım, toplumsal güçleri bu atmosfere sokalım ve rejim ayakta kalsın diyorlar. Yerel seçimlerin olması gereken tarihte yapılmaları bunu değiştirmez.

Son beş yılda sekiz kez seçim yapıldı. Ve hepsi aynı asabiyet düzeyini toplumsal alana dayattı. Bu kez iktidar kaybetti ve kurdukları rejim SOS vermeye başladı. Bununla bağlantılı bir şekilde ezilenlerin yüksek sesli itirazları da onları baskılıyor.

Kitlelerde birçok kaynaktan beslenen huzursuzlukların elbette iktidar güçleri farkında. Halk güçlerindeki huzur, asgari düzeyde iyi yaşam, inanç ve kimlik sorunları, demokratik temsil sorunları gibi sorunları onlar da görüyorlar. Normalleşme, kucaklaşma, huzur retoriğinin bu kadar yüksek perdeden dillendirilmesinin sebebi bu.

“Demokrasi kazanmıştır” retoriği boşuna değil. Rejim tıkanmıştır ve rejime kriz üreten dinamikler her fırsatta kendilerini bir şekilde ifade ediyorlar. İmamoğlu’nun güler yüzlü kapitalizmi ile halk güçleri arasında ciddi ayrım noktaları var.

Renkli Kutlamanın Anlamı

İstanbul seçimlerinin ardından ülkede yaşayan ulusal ve etnik toplulukların yaptıkları kutlamalar dikkate şayan. Kürtler Kürtçe şarkılarıyla ve halaylarıyla, Boşnaklar (evet Boşnaklar[2]) Boşnakça şarkılarıyla, Araplar Arapça şarkılarıyla, Pontoslular! Rumca şarkılarıyla kutlamalar yaptılar.

İmamoğlu’nun tüm kimlikleri kucaklayıcı söyleminin bu tabloyu doğurması imkânsız. Çünkü o etnik çeşitliliği vurgulayan ve onların demokratik taleplerini dile getiren değil, onları bir potada (aslında Türklük üst kimliğinde) eriten bir söylem kullandı. Öyleyse bu çeşitlilik, bu kendini ifade ediş nereden doğdu? Bunu demokratik sol (ve iyimser evet) bir okumayla şöyle değerlendirebiliriz: Kitleler yalnızca AKP ve MHP’nin gündelik politikalarından bıkmış değiller. Muhtemeldir ki kitleler her yerinde gedikler oluşmuş, tekçi, nefretçi, ayrımcı, kimlikleri baskılayan ve yok sayan ve sonunda tıkanan rejimden bıkkınlık duyuyorlar.

Seçim sürecinde tartışmaya açılan Pontos tartışmaları bu bakımdan oldukça enteresan. Pontos soykırımı bu toprakların görece daha az bilenen ve deyim yerindeyse “başarılı” olmuş bir soykırım.

‘Pontos Gerçeği: 1914-21 Arasında Karadeniz’de Yaşananlar’ adlı kitabın yazarı, araştırmacı Tamer Çilingir’e göre, “1914-1921 yılları arasında Amasya, Samsun, Giresun’da 134.078, Niksar’da 27.216, Trabzon’da 38.434, Tokat’ta 64.582, Maçka’da 17.479, Şebinkarahisar’da 21.448 olmak üzere 1921-23 yılları arasında ve Mübadele yollarında hayatını kaybeden 50 bin insanla birlikte toplam 353 bin Pontoslu Rum soykırımına uğratılmıştır.”[3]

Rejim bu seçim kampanyası sürecinde öyle tıkandı ki, unutturulmuş ve “başarıya ulaşmış(!)” bir imha ve Türkleştirme operasyonuyla ilgili neden gündeme getirildiği tam olarak bilemediğimiz tartışmalar, kontrolsüzce yeniden açıldı. Bu tartışmalar sonucunda tarihte olan bitenler genişçe bir kesim tarafından tartışıldı. Bu tartışmalar sonucunda rejim, çeşitli etnik topluluklara şu mesajı verdi: İstediğiniz kadar asimile olun ve tekçi kimliğe teslim olun. Biz zamanı gelince yine size karşı bir nefret dili kullanacağız, sizleri aşağılayacağız, hiçbir zaman “som” Türk olma mertebesine erişemeyeceksiniz.

Bu kontrolsüzlük neticesinde faşist gidiş seçim sürecinde kendi ayağına ateş etti. Halk güçleri de üzerine düşeni yaptı.

Evet, İstanbul seçimlerinde el birliğiyle faşizmi gerilettik. Ne mutlu…

Ama gündelik sorunlarımız oldukları gibi duruyorlar. Seçimler bir nihayeti değil, uzun soluklu bir mücadeleyi koyuyor önümüzde. Gezi yargılanmasının yapıldığı şu günlerde, Gezi günlerinde tüm ülke sokaklarında, meydanlarında haykırılan o ünlü slogan yine kendini hatırlattı bizlere: Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.

 

[1]Mustafa Kemal’in 1 Aralık 1921 tarihli TBMM Konuşması

[2] https://twitter.com/OperationAtilla/status/1143219165819543554

[3] Bkz: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/17222/resmi-tarihin-unutturulan-sayfasi-pontos-rum-soykirimi ve ‘Pontos Gerçeği-1914-1923 Yılları Arasında Karadeniz’de Yaşananlar’, Tamer Çilingir, Belge Yay., 2016