Bakmak, Okumak ve Anlamak Üzerine

Bilge Karasu “Kısmet Büfesi” adlı eserinde kitabına nasıl bir ad vereceğini düşünürken bir dostunun ona ‘göz metinleri’ başlığını önerdiğini söyler. Gerçekten bütün metinleri ya ‘resim okumak’ ya da ‘resim yazmak’ üzerinedir. Biz de yazdıklarımız bir Karasuya karışsın istedik. O yüzden buradaki metinlere ‘Göz Yazmaları’ adını verdik. O en kadim bakıştan günümüze bir imgeler dizisi olması dileğiyle….

Ve Mehmet Fatih Traş’ı anımsatsın her bakış. Anısına, saygıyla.

Anlama sürecinin içerdiği temel eylemlerden ikisi bakmak ve imgeleştirmektir.

Pek çok dilde ‘bakmak’ hem fiziksel hem de bilişsel kavram alanlarını kapsar.

Fiziksel kavram alanında da iki anlam genişlemesi bulunur:

Birincisi bilinçli bir görme eylemine karşılık gelir.

Diğeri ‘beslemek/ilgilenmek/gözetmek’ anlamındadır. ‘Bana aylarca baktı’ ifadesinde olduğu gibi.

Bilişsel kavram alanında ise anlamak, fark etmek, aramak, araştırmak gibi bilişsel anlamlara karşılık gelir. Görsel olandan bilişsel olana bu geçiş, görüntülerin birer deneyime ve kavramsal özellikleriyle kodladığımız birer imgeye dönüşmesiyle gerçekleşir.

Bakmak eyleminden türetilen ‘bakış’ ifadesi de bu anlam genişlemesine uygun bir biçimde ‘bakış açısı’ ve dolayısıyla ‘ideoloji’ ile ilgilidir.

Yaşamımız boyunca bakışımız ile kurduğumuz imgeler ile anlarız dünyayı. Bu öznel bir süreçtir ve tıpkı Berger’in Görme Biçimleri’nde dile getirdiği gibi her bakış özneldir. Hepimiz aynı nesnenin fotoğrafını çekebiliriz ama her birimizin fotoğrafı kendi öznel bakışımızdan bir iz taşıyacaktır.

“Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz.” (Berger, Görme Biçimleri)

Dünyayı algılamamızın yanında varoluşumuzun ve özne oluşun da ilk eylemlerinden biridir bakmak.

Aynada kendi yansımıza bakmak ve kendi imgemizi kurmak. Ancak bu bakış aynı zamanda bütünlüğümüzü de kaybettiğimiz anlamına gelir ve o imkânsız eksikliği de doğurur. Artık annenin bir parçası değilizdir ve baba yasasıyla tanışırız. Babayı ve yasakları tanırız. Ancak benin varoluşu yalnızca kendi bakışımız ile ilgili de değildir. Bize bakıldığını bilerek bakarız dünyaya. Sembolik olan bakışı (Lacan’ın terimiyle Babanın Adı) hep üzerimizde hissederiz. Bakmak ve anlamak kendi değerlerimiz kadar sembolik olanın da değerleriyle de ilgilidir. 

Bakmak ve imge kurmak günlük yaşantımızdan sanata ve yazına girer. Resim sanatının değişimi ile yazınsal metinlerdeki değişim bu açıdan bakıldığında ilginç bir benzerlik içerir:

Epik Bakıştan İnsani Bakışa

Resimde önce tanrısal bir bakış vardı. Kuş bakışı iki boyutlu bir yansıtmaydı. Minyatürdü. Batıda hümanizm ardılı olarak gelen Rönesans dönemiyle bu tanrısal bakış yerini insan bakışına bıraktı.

Batı sanatında perspektif ve ışık aynı zamanda insani bir bakışın ve görüşün resme yansıtılması anlamına geliyordu. Benzer biçimde yazının ilk metinleri epiktir. Tanrısal bir bakışla yazılmıştır. Olayların öncesini ve sonrasını ve her şeyi bilen tanrısal anlatıcı epik anlatının temel unsurudur. Bu bakış tanrıyla veya anneyle bütünleşmiş bir bakıştır ve bütün imgeler o tanrının gözüyle oluşmuş gibi sunulur. (Şimdi yazarken aklıma geldi. Turgut Uyar’ın ‘Hepimiz mutlu olabiliriz göğe bakalım’ çağrısı epik midir?). Oysa insanlık tarihinin akışında epik bakış yerini bölünmüş özneye ve insani bakışa bırakmıştır.

Roman dediğimiz metinler tam da bu insani bakışın yerleşmesiyle ortaya çıkmadı mı?  Romantizm ve kahramanlar sahneden çekilmiş ve yerini insani olan varoluş sorunları, bölünmüş özne ve yabancılaşma almıştır artık. Resimde bu insani bakış başlangıçta yansıtmacıydı. Doğada var olanın bütün ayrıntılarıyla ustaca yansıtılması resim sanatının temel özelliğiydi. Aristo’nun gerçeklik ve mimesis anlayışına uygun bir biçimde bu dünyadaki gerçekliği belirli bir uyum ve denge içinde bizlere göstermek.

Resimde ve yazında yaratma süreçlerindeki bu insani bakıştan kaynaklanan bu benzerlikten yola çıkarak asıl sorumuza gelelim: Bakmak ve okumak eylemlerindeki anlama sürecimiz de benzer midir? Yazınsal metinleri nasıl okuduğumuzu ve anlamlandırdığımızı bakma deneyimimizden yola çıkarak betimleyebilir miyiz? 

Şimdi bir Rönesans dönemi manzara resmine birlikte baktığımızı varsayalım ve bu resmi nasıl anlamlandırdığımızı izlemeye çalışalım:

Courtyard of the Former Castle in Innsbruck without Clouds, Albrecht Durer, 1494, @Wikiarts

Elbette burada sunduğum çözümleme naif bir izleyicinin gözünden doğru olacaktır.

Durer’in resmi bizlere Almanya’daki kale içi bir sokağın mimarisini gösterir. Bu resimde üretilen imgeyi bizim dünya bilgimizle var olan Avrupa kenti imgeleriyle karşılaştırarak anlamlandırabiliriz.

Resmin iki yanında geriye doğru daralan bir biçimde resmedilmiş binalar, tam merkezde sokağın iki yanını birleştiren kapalı bir geçit ve boş bir sokak görürüz.

Gökyüzünde bize yakın olan kara bulutlar geriye doğru uzaklaştıkça açılır. Resmin adının ‘Innsbruck’ta Eski Kale Sokağında Bulutsuz Görünüm’ olduğunu dikkate alırsak bulutlardan sıyrılmış olan o andaki dağınık ışığı yansıtmaya çalıştığını da görebiliriz.

Epik bir anlatıyı veya gerçekçi anlayışla üretilmiş bir metni de okurken yaratılan imgelerle dünya bilgimizdeki imgeleri karşılaştırarak nasıl bir mekân çizildiğini anlamaya çalışırız. Bu bir masal veya epik öğelerle donatılmış bir Yaşar Kemal romanı olabilir.  Yer Demir Gök Bakır romanında o kış gününde çocukların köyden ormana gidişi, bir ateş yakmaları ve alevlere bakarak mavi kuşu görmeye çalışmaları tam da böyle bir imge yaratımıdır. Öyleyse gerçekçi anlayışla bir imgeyi yansıtan resimlerin algılanmasında ve anlaşılmasında bizler biraz daha edilgen bir bakışa sahibiz. Bakıyoruz, imgeleri tanıyoruz ve bir bütünlük içindeki resmi anlamlandırabiliyoruz. 

 

Şimdi yine aynı dönemden başka bir resme bakalım:

Pieter Bruegel, Parabel of the Blind, 1568 @ Wikiarts

Bruegel’in bu eserine ilk kez bakan bir göz manzarayla birlikte bir anlatı da görür aslında. Kör adamlar birbirlerine kılavuzluk ederek ilerlemeye çalışırlar ancak en öndeki kılavuz takılıp düştüğünde onu izleyen bütün adamlar düşecektir!

Demek ki kimi resimler bir manzara sunmalarının yanında bir anlatı da kurarlar. Bu resimle birlikte bizler de imgeleri tanımanın yanı sıra bir bilişsel eylem daha gerçekleştiririz: Anlatıyı kurmak. Hatta bu temsilden yola çıkarak körlerin yolculuğunun bir alegori olduğunu toplumsal bir davranış biçimini temsil ettiğini söyleyebiliriz. Pieter Bruegel hem İncil’deki hem de Yunan mitolojisindeki kimi öyküleri resmeden bir ressamdır.

Dolayısıyla onun pek çok resmi alegoriktir. Okuma deneyimimiz açısından bakacak olursak kimi öyküler gerçek dünyadaki imgelerimize ve zaman/mekân/ olay algımıza uygun sunulurlar ve biz günlük anlatı alışkanlıklarımızdan yararlanarak anlatı metnini okuyup anlamlandırabiliriz. Ayrıca, yazınsal anlatılar yalnızca bir olayı aktarmak için değil, bir gerçekliği temsil etmek için de oluşturulabilir. Tıpkı bu resimde Bruegel’in körlerin yolculuğunu resmetmenin yanında alegorik olarak İncil’deki öyküyü (mesel) temsil etmeye çalışması gibi.

Modernist dönem yazınsal metinlerinde de benzer bir anlamlandırma süreci var: Henry James’in ‘Bakış Açısı’ adlı önsözünde betimlediği anlatıcı gerçekliği ancak tanık olduğu kadar bilen, öznel, eksik ve bazen yalancıdır. 

Tanrısal anlatıcılar yerini ben anlatıcılara bırakmıştır ve modernist roman bizlere manzarayı dar bir bakış açısıyla sunar. Pamuk ‘Saf ve Düşünceli Romancı’ adlı kitabında yazarın da bir manzara yazdığını ve her manzaranın bir merkezi olduğunu belirtir. Bu merkez ben anlatıcının bakışıyla kurulur. Pamuk’un manzara tanımlaması okurların resim deneyimini yazıya aktarması için bir yol haritası gibidir. Ayrıca hem modernist dönem hem de günümüz metinlerinde bizlere sunulan manzara hiç de epik değil. Parçalanmış özneler, parçalanmış ve dönüştürülmüş bir manzara ve parçalanmış anlam. Dolayısıyla bu dönemin metinleri de yazar kadar yaratıcı ve üretken olmalı, manzarayı birleştirmeli ve yeniden üretmeli.

İmgenin Yeniden Üretimi

Son olarak Alb Gleizes’ın şu resmine bakalım ve resmi anlamak için neler yapmamız gerektiğini belirlemeye çalışalım:

Alb Gleizes, 1914 @ChicagoArtMuseum

Gleizes’ın resmi bizlere farklı bir bakma deneyimi yaşattı değil mi? Hatta belki de naif bir göz için ilk bakışta bir takım geometrik formlar ve renkler görünür. Sizlere bu tablonun adının ‘Kübik Manzara’ olduğunu başlangıçta söyleseydim ilk bakışta formları zihninizdeki manzara imgeleriyle anlamaya çalışır ve belki de bunun bir kent manzarasına benzediğini düşünebilirdiniz. Modernist döneme ait bu çalışma anlamlandırma deneyimimiz açısından önemli bir ipucu sunuyor: Bakış öznelleştikçe yaratılan imge ile gerçeklik arasındaki ilişki çıkarımsal hale geliyor. Gleizes’ın bu bakışı imgeyi parçalayan ve yeniden üreten yansıtıcı değil yaratıcı olan bir bakış. Kübik resmin imgeyi parçalayarak çoğaltması bizler açısından da parçalanmış anlama ulaşmamız gibi farklı bir bilişsel süreç gerektiriyor. Ve bizlere izleyici olarak yüklenen rol, edilgen bir bakıştan çok daha fazlası: Bizler de tıpkı sanatçı gibi imgeyi yeniden üretiyoruz. 

Jacobson ‘yazınsallığı’ betimlerken temel estetik özelliklerden biri olarak ‘alışkanlık kırma’ eyleminden bahseder. Bu alışkanlık biraz epik bakıştan gelen alışkanlıklarımızla ilgilidir. Modernist yazın gerçekçi anlatılardaki zaman, mekân olay örgüsü alışkanlıklarımızı kırar. Alışkın olduğumuz formda olaylar arasında zamansal sıralılık ve neden sonuç ilişkisi vardır.  Mekân olayın geçtiği sahnedir yalnızca.

Bu alışkanlığın bozulması anlatının temel öğelerinin yeni işlevler yüklenmesi anlamına gelir. Örneğin, Leyla Erbil’in Karanlığın Günü romanındaki apartman olayın geçtiği yer olmanın ötesinde bambaşka işlevler yüklenmiştir. Belirli ve sıralı aktarılan bir olay dizisi yerine zihinsel çağrışımlar ve anlatıcının belleği içinde bir yolculuk vardır. Aynı sesin farklı rollerdeki anlatılarını ve düşüncelerini okuruz. Parçalanmış ve çoğalmış öznenin sesi.

Şimdi sormamız gereken soru şu:

Modernist dönemde resim ve roman sanatındaki bu gerçekçi insan bakışına ne oldu ki bize imgeleri doğadaki görüntülerinden farklı bir biçimde sunmaya başladı? Neden kübik, sembolik, gerçeküstü bakışlar var artık? 

Kaynakça

[1] Aristo. Poetika. Bilim ve Sanat Yayınları.

[2] Berger, John. 2005. Görme Biçimleri. Metis Yayınları: İstanbul

[3] Jacobson, Roman. 1967. Language in Literature. Harvard University Press. Cambridge Massachusetts.

[4] James, Henry. Bakış Açısı. Bir Kadının Portresi için yazdığı önsöz.

[5] Pamuk, Orhan. 2011. Saf ve Düşünceli Romancı. İletişim Yayınları: İstanbul