Kem Aletle Kemalet Olur mu?

Salt İstanbul’u kaybetmenin ve hatta iktidarı kaybetmenin ötesinde uluslararası mahkemelerde yargılanıp, soluğu cezaevinde alabilirler. Bu ihtimal, dengelerin sürekli birbiriyle çatıştığı böylesine olağanüstü bir siyaset ikliminde çok uzak bir ihtimal değil. 

Ki zaten Türkiye’nin kaotik siyasi arenasında, artık hiç bir ihtimal uzak ihtimal de değil.

İptal edilen ve 23 Haziran’da yinelenecek olan İstanbul seçimlerine son birkaç gün kaldı.

İstanbul seçimleri için son keskin viraj mıdır bu bilinmez, ancak her halükârda çatallanmış bir yol ayrımının eşiğine geldiğimiz aşikâr.

Bugüne kadar kitleleri otoriter rejime içerme görevini üstlenen ve son derece sınırlı bir niteliğe sahip olan “temsili demokrasi”nin iyiden iyice işlevsizleştiği, yani rejimin esas niteliğini gizleyen ve onun temsili gibi görünmesini sağlayan incir yaprağının kalkmış olduğu, kurulagelen sandık-yurttaş dengesinin tahribata uğradığı, yüzeyde gezinen lâfzî bir “demokrasi” anlayışının da artık siyasi iktidara rahatsızlık verdiği koşullarda cereyan eden bir seçim atmosferini yaşıyoruz.

Olağan olanın anormal, olağandışı olanın normal sayıldığı olağanüstü halin normalitesi içerisinde, “bu kadar da olmaz” denilecek ne varsa oldurulan, her bir şeye alıştığımız-alıştırıldığımız, gerçeklik zemininin adeta ayaklarımız altından çekildiği bir düzlemde seyrediyor işler.

İçerisine Çekildiğimiz Ekran Müsameresi

İstanbul 31 Mart seçimlerinin iptalinin, son kertede yine “hay hay” denilerek kabul edilip normalleştirildiği ve 23 Haziran’ın sanki normal seyirdeki bir ülke siyasetinde meşru bir seçimmiş görüntüsüyle ilerletildiği, halkın öncül ve gerçek sorunları yerine yaratılan sunî gündemlerle yol alan karikatürleştirilmiş bir seçim müsameresinin içerisine çekilmiş durumdayız.

Öyle ki; “tarihi buluşma” üst başlığıyla gerçekleşen 16 Haziran’daki Yıldırım-İmamoğlu açık oturumu, haftalardır ülkenin en önemli gündemiymiş gibi akıllara zarar bir şekilde, bir “demokrasi şöleni” olarak ve nihayetinde de “demokrasi kazandı” pohpohlamalarıyla pazarlandı.

Ülkeye vaatte bulunma lüksü kalmayan iktidar bloğunun, 25 yıllık tahribatının üzerini yol, viyadük, kavşak, köprü, ulaşım güzellemeleriyle kapatmaya çalıştığı, ülkenin esaslı kriz alanlarının zaten masada yer bulamadığı, toplumun haklı ve meşru öfkesinin suni tansiyon yükseltme ayarlamalarıyla gevşetilmeye çalışıldığı ve hemen akabinde seçim kampanyasının son günlerinin açık oturumun artçıllarıyla sürdürülmeye çalışıldığı bir ekran müsameresinin seyircisi olmaya çekildik…

Milyonlarca insanın, bilinçli bir algı yönlendirmesiyle, fanatik bir tarafgirlik ruh hali yaratılarak, milli maç izler gibi “İmamoğlu-Yıldırım karşılaşmasının” “gollük-paslık-defansif” söylemleri ve pozisyonlarına angaje edildiği, ertesi gününde “Yıldırım çarptı”manşetleriyle nabız yoklandığı, tutmayınca “FETÖ ve 15 Temmuz” propagandasına sarılarak, “oyları çaldıkları gibi soruları da çaldılar” yollu komplo tertibatlarıyla, vasat bir ekran tartışmasını kriminal bir vaka olarak pazarlamayı tercih ettiklerini gördük.

İktidarın Alet Çantasında Neler Var?

31 Mart yerel seçim kampanyasından farklı olarak, 23 Haziran kampanyasının son haftalarına değin Erdoğan’ı ve kendi deyimleriyle “kankası” Bahçeli’yi sahalarda çok fazla göremediğimiz, sandığa gitmeyen parti küskünleri, hemşericilik ekseni ve muhafazakâr Kürt seçmeni hedef alan bir oy yönelimiyle, çoğunlukla Binali Yıldırım etrafında döndürülmeye çalışılan, yan koldan da Soylu’nun çıkışlarıyla çevrelenen bir Cumhur İttifakı kampanyası ile karşılaştık.

Binali Yıldırım’ın “yumuşak, güleç, sakin” sıfatları etrafında, yüzeysel bir kucaklaşma görüntüsü altında, gençlere, kadınlara, engellilere, hayvanlara, evlenecek ve askere gidecek olanlara 31 Mart’ta vaat etmedikleri vaatlerle donatılmış bir içerik oluşturuldu bu kez.

Vaatlerin son derece apolitik bir çerçeveden sunulduğu, toplumun esaslı sorunlarına değmeyen, palyatif reçeteler ve eklektik politikalar üzerinden programatize edildi 23 Haziran kampanyası.

Yıldırım’ın Diyarbakır ve Urfa ziyaretleriyle muhafazakâr Kürt seçmene seslenildiği, Kürdistan kavramının zikredildiği, Bahçeli’nin “Kürtler bizim canımızdır, ciğerparemizdir” açıklamalarıyla Kürt dinamiğinin yoklanmaya çalışıldığı çeşitli taktiksel hamleleri izledik.

Soylu’nun ise; mevcut kutuplaştırma dil ve söylemine el yükselterek, daha çok milliyetçi tabanı konsolide etmek üzerinden çıkışlar yaptığı ve ama her hamlesinin bir şekilde bumerang misali geri dönüp kendi ayağına dolanan vakalara dönüştüğü bir kampanya düzlemi oluştu.

O arada, özellikle liberaller tarafından, güncel gelişmelere olağan bir akış içerisinden bakan politik bir şaşı bakışla bütüne değil de parçaya odaklanarak, 31 Mart sonuçları üzerinden iktidar bloğunun süreci iyi okuduğu, hatasını görüp dersler çıkardığı ve bu minvalde mevcut negatif kampanya dilinin yüz seksen derece terse çevrildiği, Erdoğan-Bahçeli ikilisinin geri çekilerek, Binali Yıldırım’ın -Erdoğan’la birlikte ya da Erdoğan’a rağmen-ipleri eline aldığı ve nihayetinde yerel seçim havasına sokulan bir 23 Haziran kampanyasına yönelindiği yorum ve değerlendirmeleri çokça yapıldı.

Hatta kaybedeceğini gören iktidarın, Erdoğan’ı ikinci bir yenilgiden korumak adına kampanyanın çeperine çekilen bir Erdoğan görüntüsüne gittiği fikri iyiden iyiye olgunlaştırılıyordu.

6 Mayıs’ta seçimin iptali ilanından sonra, 39 yerde miting yapacağını ve büyük bir İstanbul mitingiyle kampanyayı taçlandıracağını söyleyen Erdoğan’ı ve mitili İstanbul’a atacağını beyan eden Bahçeli’yi seçim sathında son haftaya değin pek göremedik evet.

Mursi’nin ölümünü konuşmasının ve kampanyasının son dokunuşlarının adeta ana argümanlarından birine çeviren Erdoğan, “Gezi ve 15 Temmuz” şemsiyesini açarak, alışıldık tehditlerini savurup parmak sallıyor, kampanyanın tonunu sertleştiriyor.

Ancak liberal cenahın “yumuşama dönemi” tahlillerini hızlıca çöpe atan ve yeni dönem hakkında da somut ipuçları veren bir tarzda hafta başından itibaren iktidarın “altın vuruşu” misali Erdoğan’ın sahnedeki yerini aldığını gördük.

Çatışma dilini, “dış mihraklar ve kumpascılık” ikilemi üzerinden ilerleten Erdoğan, İmamoğlu nezdinde tüm muhalefeti terörizm eksenine oturtarak, ötekileştirme ve kriminalizasyon propagandasını yükseltmeyi tercih etti, ediyor.

Ağırlığı eski Refah Partisi ve Milli Selamet dönemindeki isimlerden oluşan, çoğunluğu Milli Görüşçü zeminden olan bir toplama “Cihannüma Kadim Dostlar Buluşması” adı altında gerçekleşen akşamda hitap eden Erdoğan’ın yaptığı konuşmanın alt metinleri bu bağlamda önemli emareler taşıyor.

Mursi’nin ölümünü konuşmasının ve kampanyasının son dokunuşlarının adeta ana argümanlarından birine çeviren Erdoğan, “Gezi ve 15 Temmuz” şemsiyesini açarak, alışıldık tehditlerini savurup parmak sallıyor, kampanyanın tonunu sertleştiriyor.

Verdiği demeçlerin satır aralarından anlaşıldığı üzere, salt seçim kampanyası ve 23 Haziran takvimi üzerinden değil, daha çok 24 Haziran’ı gören ve gösteren bir yerden, ertesi gün gerilimi biraz daha tırmandırarak, hangi talimatların devreye girdiğinin işaretlerini vererek İmamoğlu’nun Ordu Valisi’nden özür dilemeden göreve gelemeyeceğini bildirmesi, ardından talimatı doğrular nitelikte hızlıca Sayıştay ve Ordu Valiliği’nden açıklamalar gelmesini burdan okumakta fayda var.

Zira yaptıkları yapacaklarının habercisi.

İktidar güçlerinin tekeline almış olduğu tüm yönetim ve yargı makamlarının hangi talimatlarla süreci nereye götürebileceği “Ordu Valimizin işi yargıya götürmesi halinde ki götürecek, yargının vereceği karar İmamoğlu’nun önünü kesebilir” sözleriyle beyan ediliyor, İmamoğlu kazansa bile “makama oturtmayacağız”ın gözdağı verilmiş oluyor.

Zira biliyoruz, mesele bir belediye seçimi olmaktan çoktan çıkmış durumda.

Mevzu bahis olan Erdoğan iktidarının akibeti. İktidarda kalıp, kalamayacağı yahut iktidarda kalacaksa da iktidarın neresinde, nasıl ve hangi pozisyonunda olacağı meselesi.

Erdoğan’ın da kendi sözleriyle, “Mursi içeri atıldığı zaman ‘Erdoğan’ın akıbeti de onun gibi olacak.’ diyorlardı. Pazar günü Sisi mi diyeceğiz, Binali Yıldırım mı diyeceğiz? Mesele bu kadar önemli. Erdoğan’ın akıbetini Mursi’nin akıbetine benzetenler, Sisi zihniyetidir. İşte onun için çok çalışmamız lazım” dediği gibi, evet mesele işte bu denli hayati.

Her Hamle Tayin Edici Nitelikte

Sıkıştılar.

Yönetemiyorlar.

Çok fazla suç işlediler.

Hasıraltına atılmış onlarca şey var.

Ve olası bir yenilgi durumda, o hasırın altındaki her bir şey katlanarak gün yüzüne çıkabilir.

Salt İstanbul’u kaybetmenin ve hatta iktidarı kaybetmenin ötesinde uluslararası mahkemelerde yargılanıp, soluğu cezaevinde alabilirler. Bu ihtimal, dengelerin sürekli birbiriyle çatıştığı böylesine olağanüstü bir siyaset ikliminde çok uzak bir ihtimal değil.

Ki zaten Türkiye’nin kaotik siyasi arenasında, artık hiç bir ihtimal uzak ihtimal de değil.

İşler tek bir boşlukta sarpa sarabilir.

Kendileri de bunu gayet iyi görüyor, biliyor ve tüm yakıcılığıyla hissediyor olmalı.

Zira egemenler arası savaşım keskinleşiyor ve Türkiye bir açmaza alınmış durumda.

Matruşka bebekleri misali, açtıkça içinden yenilerinin çıktığı kriz içinde kriz sarmalına alınmış, kırılgan bir zeminde konumlanıyorlar.

Uluslararası ölçekte prestij kaybına uğrayan, nerede kiminle duracağına karar vermeye zorlanan, Orta Doğu’da sıkışıp kalan, devlet krizinin yarattığı boşlukları dolduramayan, ekonomik krizde çözüm üretemeyen, toplumdan rıza devşiremeyen, üstelik bu kez kendi içlerinde de çözülmeler yaşayan bir iktidar gerçekliği var.

Bir yandan kendi içerisinden kopup gelen merkez sağda yeni parti arayışlarının eskisinden daha somut çıkışlarla zuhur ettiği, bir yandan iktidar paydaşlarının ittifak zeminin birlikte yol almakta zorlandığı, iktidar koalisyonun çatlama emarelerinin güçlendiği, öte yandan iktidar partisinin kendi iç dinamiklerinde çözülmelerin boy vermeye başladığı, yani hangi dala tutunsa kökündeki çürümeler dolayısıyla garantisinin olmadığı siyasi bir tıkanma ve öngörülemezlik hali yaşıyorlar.

Öte yandan hem çeşitli kamuoyu yoklamalarından hem de giderek politize olan sokaktaki ruh halinden anlaşıldığı üzere, dağınık halde olan ama moral üstünlüğü elinde tutan muhalefet güçlerinin AKP’yi geriletme ve kaybettirme olasılığı giderek güçleniyor.

Dolayısıyla; iktidar güçleri öyle ya da böyle, içeriden ya da dışarıdan bir hamle ya da müdahale ile, süreci en azından stabilize etmek zorunda olmanın sıkışmışlığıyla davranıyor.

Ancak, Türkiye için yakın dönemde stabil ve steril bir gelecek ufukta görünmüyor.

Kriz zemini olgunlaşıyor, derinleşiyor hatta yapısallaşıyor.

Darbe mekaniği hala devrede, her an faşizmin düğmesine de basılabilir.

Her şey ihtimaller dâhilinde.

Evet, 23 Haziran seçimlerine son birkaç gün kaldı.

Ve Demirel’in “siyasette 24 saat çok uzun bir zaman” söylemine atıfla, birkaç gün Türkiye gibi bir ülke için çok uzun bir zaman dilimi.

Atılacak her hamle tayin edici bir nitelik taşıyor.