Normalleştirilmeye çalışılan anomali: Toplumsal çürüme

Az buz değil, son beş altı yılda, belki de yüzyılda bir yaşanabilecek denli kritik ve hayati olaylara tanıklık ettik. Fırtınalı bir zaman diliminin coğrafyasında, kimi zaman dört nala hızlanan kimi zaman durup tekrar atağa geçen nabız atışları içerisinde, şok zirveleri ve bilinç yarılmaları eşliğinde, isyanlar, katliamlar, darbeler, krizlerle hemhal olduk. Ve daha nicesi.

Ülkeyi adeta zaman eşiğinden atlatan, toplumun tüm nüvelerini sarsarak, olduğu yerden kaldıran, tarihin çağrısına doğru harekete geçiren, o Haziran ikliminin isyan günlerinden belliydi; taşlar artık yerinden oynamıştı ve öyle ya da böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ne iktidar ne toplum ne de birey aynı yerde kalmayacak, kalamayacaktı. Öyle de oldu.

Buram buram kaos kokan bir siyasal atmosferin içerisinde, her türlü ilişkinin metalaştığı, neoliberal politikalar ile piyasalaştığı, toplumu toplum yapan dayanışma ağlarının tahrip edilip, insana-insancıl olana dair tüm kolektif değerlerin mana yitimine, erozyona uğratıldığı toplumsal yarıklar açılıyor. Ve artık gelinen düzlemde karman çorman bir yumak haline gelmiş kriz dinamiklerinin basıncıyla da o yarıklar giderek derinleşiyor.

Olağanüstü günler birbirini kovaladı ve olağanüstü olan olağanlaştı.

Bir duvar yazısının, öylesine söylenen bir iç sesin, atılan bir twitin, kısık sesle de olsa söyleniveren bir sloganın devleştiği, tahayyül edilenin artık pek de ırak olmadığı, böyle gelmiş böyle gider denilen her bir şeyin değiştirme-dönüştürme isteğiyle ondan ona bulaşabildiği kitlesel bir farkına varma, müdahil olma anı boy vermiş, toplum ve birey olmanın temelleri kolektif bellek ve değerlerle yeniden buluşmuştu.

Çıkış planı: Kutuplaştırma

O tarihsel zaman çizelgesi üzerinde seyreden siyasal gelişmeler, iktidar güçleri tarafından panikle masaya yatırılmış, tarihsel olarak da iktidarların emniyet sibobu işlevini görmüş olan çatışma, şiddet, korku üzerine kurulu şok politikaları, yönetenler katında bir çıkış planı olarak karar altına alınıp, devreye sokulmuştu. Mütemadiyen pompalanan nefret, ötekileştirme, kutuplaştırma siyaseti ile de adım adım işletildi. Ve hala istikrarla sürdürülüyor.

Çoğu zaman kanla, katliamlarla, savaşla, istismarlar, yolsuzluklar, yalanlarla vuku bulan, bölerek, parçalayarak, ayrıştırarak yönetme hali, kitlelerde açığa çıkan farkına varma, kendini bulma, özgürlüğü arama ahvalini dört koldan baltalayarak, tasfiye etmeye, soğurmaya çabalıyor, kurulmaya çalışılan yeni rejimin yeni toplumu bu saiklerle yeniden inşa edilmeye çalışılıyordu.

Adeta milli bir seferberlik hali ilan edilerek, devletin verdiği imkanlar ve medyanın ağır propagandası ile, eğitimden hukuka, istihdam alanlarından kent, doğa, mekan, aile yapılaşmasına, gündelik yaşama, insana dair ne varsa yeni rejimin çıkarlarına uygun bir toplum ve birey modeli etrafında şekillendiriliyor.

Buram buram kaos kokan bir siyasal atmosferin içerisinde, her türlü ilişkinin metalaştığı, neoliberal politikalar ile piyasalaştığı, toplumu toplum yapan dayanışma ağlarının tahrip edilip, insana-insancıl olana dair tüm kolektif değerlerin mana yitimine, erozyona uğratıldığı toplumsal yarıklar açılıyor. Ve artık gelinen düzlemde karman çorman bir yumak haline gelmiş kriz dinamiklerinin basıncıyla da o yarıklar giderek derinleşiyor.

Toplumsal dertlere derman olmak bir yana, yargının, hukukun, devlet kurumlarının işleyişinin işlevsizleşmesiyle, her şeyin usulüne uydurulduğu uygulamalar ve yasalarla, toplum bilinçli olarak devreye sokulan kutuplaştırma politikalarının eseri olan, ötekine karşı kodlanmış kalabalıklara dönüştürülüyor.

Farklı olandan, başka olandan, kitleden bağları koparılıp yalnızlaştırılmış, umutsuzluk, buhran ve hezeyan dolu ruh halleriyle donatılmış, kaba, nobran, ezen, ötekileştiren bir kimliğin kodları ile yeniden yazılıyor.

Yıllardır salık verilen “makbul vatandaş” ölçütü ile, rıza ve biat kültürü bu topraklar üzerinde yerleşik hale getirilmeye çalışılırken, ülke “benim milletim, benim vatandaşım, benim sanatçım, benim gazetecim, benim insanım” denilerek kategorilere bölündü.

Siyasi gerilimlerin karmaşası arasında ayrıştırılarak bireysel özgürlükler kontrol ve denetim altına alındı.

İhbarcılık, muhbircilik, röntgencilik kültürü ile, geleneksel, dini, toplumsal kabuller ve referanslarla, muhafazakarlaşma adı altında eski olmayan ama yeni verilerle yüklü bir toplum-birey mimarisine soyunuldu.

Palugiller, toplumun neresine düşüyor?

Çocuklara, kadınlara, hayvanlara yönelik istismar, işkenceler, cinayetler, tecavüzler, tacizler, gündelik yaşamın bir parçasıymışcasına normalleştirildi.

Evet, nor-mal-leş-ti-ril-di.

Henüz birini hazmedememişken ertesi gün yerini yenilerinin alıp, diğerinin unutuluverdiği, sıradanlaştığı müthiş bir hafızasızlık, kayıtsızlık gerçekliğiyle burun buruna geldik.

18 yaş altı gebelikler, aile içi istismarlar, ensest saldırıları, kaçırılan çocuklar, kadın cinayetleri kendinden menkul olaylar değil öyle değil mi?

Şule Çet cinayetinde hasır altı edilmeye çalışılanlar, Ceren Damar’ın “kopya” gibi bir mevzudan öldürülebilmesi, sadece ülkenin bir ilindeki bir hastanesinde açığa çıkan ve saklanan çocuk gebelikleri ve ölümleri, günlerce bir TV programında tüm Türkiye’nin izlediği Palu ailesi gerçekliği ve daha nicesi gökten şimdi düşüvermiş münferit olaylar değil öyle değil mi?

Palugiller, izlediğimiz ekranlardan taşıp evlerimizin, hayatlarımızın içerisine sızalı çok oldu.

Evet, gösteri dünyasının seyircileşen toplumuna dönüştürüldük adeta.

İktidar şahsileştikçe, siyaset gösterileştikçe, toplum seyircileştirildi.

Baksanıza, cinayet, istismar, işkence, tecavüz, dolandırıcılık, cincilik, üfürükçülük, yalancılık kodlarıyla bezenmiş bir ailenin magazin malzemesi haline getirilip, akıllara zarar bir şova nasıl dönüştürüldüğünü hep beraber izledik.

Palu ailesi “vakası”, yayın yasağı getirilerek, birkaç gün sonra haber değerini yitiren sıradanlaşan, normalleşen bir olay olarak tarihteki yerini alıverdi, öyle mi?

Papağana işkence edip öldüren adamın, hayvanların patilerini kesip ölüme terk edenlerin, tecavüz ve işkence edenlerin çektikleri videoların sosyal medya  aracılığıyla rahatça yayımlanabilmelerini ve tüm bunlara verilen tepkilerin iki gün sonra unutuluvermesini neyle, nasıl açıklayacağız?

Devlet ve aile işbirliğinin yarattığı örtük alanların, aile-kurum arası gizli tutulan suçların, çoğu tecavüzün hane içinde herkesin bildiği bir sırra dönüşmesinin, kol kırılır yen içinde kalır denilen tüm olayların üzerinden mi atlayacağız?

Toplumun tüm uzuvlarına, kılcal damarlarına dek sızan, sızdırılan toplumsal bir çürüme, yozlaşma haliyle karşı karşıya olduğumuzu görmezden mi geleceğiz?

Ya da “bu toplumdan bir cacık olmaz, cahil cühela” diye sürekli yakınan, homurdanan, üstten bakan, beğenmeyen elitist söylemin çatısı altına saklanıp, kendimizi toplumsal olaylardan ayrık mı kılacağız? Öyle ya, TV’leri sosyal medya hesaplarını kapayıp, olana bitene kulak tıkayabiliriz, ki böyle diyenlerin sayısı da maalesef her geçen gün artıyor.

Ancak, o gerçek sen ona baksan da bakmasan da orada öylece duruyor, o gerçek sen onu görmezden gelsen de, yönünü de çevirsen tüm çıplaklığıyla orada, karşında, yaşamında.

Bir ihtimal daha var, biliyoruz.

Bir kadın daha öldürülmesin diye, cinayetlere, tecavüzlere, tacizlere, şiddete karşı sokakları dolduran kadınlardan, bir kereden bir şey olmaz diye çocuk evlilikleri yasa önergeleriyle meşrulaştıranlara karşı 7’den 7o’e sokaklara dökülen insanlardan, KHK’lerle ekmeği, aşı, onuru elinden alınmaya çalışılan eğitim emekçilerinden, hayvan hakları yasası için sokaklarda, barınak önlerinde toplanan insanlardan ve daha nicelerinden biliyoruz, bir ihtimal daha var.