“Gezi Birçok Irmak Tarafından Beslenen Bir Denizdi”

Gezi İsyanının altıncı yıldönümünde, ayaklanmanın dünden bugüne seyrini Taksim Dayanışması ve İstanbul Kent Savunması üyesi Deniz Özgür ile konuştuk.

El Yazmaları: 6. Yıldönümünde bugün Gezi isyanına baktığımızda ne görüyoruz? O geçmişte kalan güzel romantik bir an mıydı? Yoksa şimdi ve burada bizimle yaşayan ve bizi belirleyen, geleceği etkileyen canlı bir gerçeklik mi? Gezi yaşıyor mu?

Gezi Direnişi tabii ki tarihsel ve toplumsal sürecin, sürekliliğin bir parçası. Böyle de görülmesi gerekiyor. Ayrıksı bir şey değil. Tabii ki de kendi içerisinde ayrıksı olan, farklı olan noktaları barındırmakla beraber bütünlüklü bir tarihsel toplumsal direnme aksının bir parçası. Bu coğrafyanın, bu toprakların çok büyük bir isyan tarihi var, direnme tarihi var, ayaklanma tarihi var, binlerce yıllık bir tarihi var. Gezi direnişini bu tarihin bir parçası olarak görmek gerekiyor. Bu yanıyla bir tarihin parçası.

Bunun dışında içinde bulunduğumuz siyasal toplumsal konjonktür ile birlikte değerlendirdiğimizde aslında Gezi direnişinin yaşadığını, o sürecin hala devam ettiğini, toplumsal dinamik sürecin devam ettiğini bir iki noktadan çok rahat görebiliyoruz.

Bir tanesi Gezi direnişiyle beraber başlayan aslında otokratikleşme sürecinin darbe alması ve yara aldığı o noktaları tarif edebiliriz.

Gezi’den sonraki AKP ve cemaat koalisyonun parçalanması, 7 Haziran’da yedikleri siyasal darbe ve iktidardan olmaları, ondan sonra gücü ve baskıyı arttırarak toplumu rehin alarak elde edilen tek parti iktidarı, arkasından 15 Temmuz vakası ve onunla beraber iktidarı kırılganlaştırması ve tabi bunun bütününe eşlik eden ekonomik ve uluslararası siyasal kriz 2017 referandumunu kazandırmasına rağmen güç kaybı olarak ortaya çıkması, oyların çalınarak, manipülasyon yapılarak güç kaybının ortaya çıkması; yine hemen arkasından kaybedeceğini bildiği yerel seçimi öteleyip Cumhurbaşkanlığı seçimiyle yeniden yaşanan süreç ve en nihayetinde 31 Mart’ta yaşanan yerel seçim şoku, iktidar açısından Gezi direnişinde başlayan süreçle çok ilgili olduğunu görmek lazım.

Dolayısıyla Gezi direnişi aslında yaşıyor.

Mesela bunun somut bir örneğini şöyle söyleyelim: Gezi Direnişi’nin kılcal damarlarından, akan nehirlerinden bir tanesi yerel mücadele, kent mücadelesi ve ekoloji mücadelesi. Bu mücadelelerin büyük bir katkısı oldu Gezi direnişine hepimizin bildiği gibi.

Ondan sonraki ilk sene Gezi direnişinin sıcaklığı devam ederken 2014 Mart’ında yaşadığımız yerel seçimde bunun sonuçlara çok yansımadığını hep beraber gördük aslında. Fakat o tarihten itibaren başlayan iktidarın güç kaybı sürecini 2019 Mart’ında yani Gezi’nin aslında o yerel mücadelelerle bağının sonucunu biz 2019 Mart’ında aldık.

Yani İstanbul’un kaybedilmesi, Ankara’nın kaybedilmesi biraz bunun sonucudur. Dolayısıyla bir kere o anlamda devam ediyor.

İkinci olarak da iktidarın Gezi ile olan derdinin bitmemesi üzerinden de bu işin güncel olarak devam ettiğini görmek gerekiyor.

Bu sadece söz konusu olan iddianameyle ve yeniden bir Gezi davasının açılmasıyla ilgili değil; her fırsatta Taksim’i konuşurken, cami inşaatını yaparken, AKM’yi yıkarken ya da bununla ilgili bütün toplumsal ve siyasal meselelerde Gezi’ye gönderme yapması, Gezicileri hedef tahtasına koyması sürekli o korkuyu, paranoyayı yaşıyor olduğunu göstermesi, aslında Gezi’nin zaten ölmez bir iz bıraktığını gösteriyor iktidarda.

Ki Gezi bu açıdan da Gezi’dir. Yani o anlamda yenilgi aldığı ilk ve tek mevzudur.

Ve tabi akabinde de Gezi iddianamesiyle ortaya çıkan ve bu iddianame üzerinden yine topluma yaşatmak istediği korku dalgasına baktığımızda Gezi’nin hala yaşadığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

El Yazmaları: Aslında iki biçimli olarak Gezi yaşıyor mu sorusunu düşünmek gerekiyor: Birincisi iktidar açısından, Gezi İsyanı başladığı andan itibaren “dış mihraklar” lafzı üzerinden bu süreci bir komplo teorisi olarak korku eşiğinin bir parçası olarak sunması… Diğer taraftan da, solda, muhalefet ekseninde sürekli zuhur eden “ikinci bir Gezi olacak mı” tartışmaları… Akabinde soruyorum. Bugün bir toplumsal öfke patlak verdiğinde, toplumsal bir isyan patlak verdiğinde bu Gezi’ye benzeyecek mi?

Aslında Gezi’yi yaşamış toplumsal muhalefet temsilcileri, yapıları, teşkilatları açısından 2013 sürecinden çok geri bir durumdayız. 

Toplumsal muhalefet dinamikleri, halk dinamikleri açısından genel olarak özgürlük ve adalet talebinin çok yükseldiği bir dönemdeyiz.

Ki bunu bütün bu baskıya rağmen esir alınamayan dinamiklerden biliyoruz. Referandum sürecinde yaşananlar, Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşananlar yine bütün o manipülasyonlara ve kayıplara rağmen aslında ciddi bir kazanım var ortada.

Toplumsal dinamikler açısından söylüyorum, ama onların temsilciliğine soyunan muhalefet güçleri açısından iyi bir noktada olduğumuzu düşünmüyorum.

O anlamda aslında Gezi’nin ortaya çıkarttığı ışıltıların yok olmakta olduğunu düşünüyorum esasında.

Burada tabi muhalefete esasen çok fazla rolün düştüğü bir dönemde muhalefet güçleri bu dinamiği istenilen noktaya, gerekli noktaya taşıyamamıştır.

Dolayısıyla o anlamda Gezi’nin yaşadığını söylemek gerçekten biraz zor.

Çünkü Gezi çok ciddi bir, ne diyelim, aslında bir örgüt eleştirisi, kurum eleştirisi de içerdiği için önemliydi.

Yani bütün partilere, CHP’sinden HDP’sine kadar, bütün partilere çok ciddi bir eleştiri yöneltti.

Büyük bir dayanışma ve bir aradalığı gösterdi. Toplumun farklı kesimleriyle yan yana yürümenin ve bunun yollarının bulunmasının aslında ipuçlarını bütün o direniş süreci boyunca verdi.

Fakat bu anlamda geldiğimiz nokta açısından bunların çok da geziye uygun şekilde örgütlendiğini, bu perspektifin hayata yayıldığını çok rahat söyleyemeyiz.

İkinci olarak yerelleşme, yerel mücadelenin de aynı oranda hayata geçirildiğini önemsendiğini söyleyemeyiz.

Tam tersi, örneğin yerel seçim, mesela yakın zamanda bir yerel seçim süreci yaşadık.

Yerel meselelerin bu yerel seçim süreçlerinde bir malzeme olmaktan, bir dolgu malzemesi olmaktan öteye gitmediğini aslında görmüş olduk.

Ve yeni örgütlenme pratiklerinin de örneğin meclisleşme gibi yeni örgütlenme pratiklerinin de içselleştirilmediğini, kurumlar tarafından aslında hem manipüle edildiğini hem araçsallaştırıldığını gördük.

Gerçek anlamda bir meclisleşme pratiğinin dinamiğini, yani işte Gezi forumlarını, düşünelim. Gezi forumlarında ortaya çıkan o meclis dinamiğinin, hayır meclisleriyle bir şekilde sürdürülmeye çalışılan o dinamiğin, çok da başarıyla hayata geçirilmediğini ve kurumların bu anlamda zafiyet içinde olduğunu söylemek lazım.

Bu haliyle maalesef aslında Gezi bir can çekişme süreci yaşıyor.

“Gezi, yeniden bir Gezi olur mu?” Hani bu gibi beklentiler Gezi’den bu yana hep konuştuğumuz şeyler.

Çünkü aslında toplum çok daha fazla öfke patlaması yaşıyor. İçe doğru bir patlama yaşıyor. İçe doğru bir yönelme yaşıyor. Bütün toplumsal kesimler öyle.

Yani Gezi’ye sebebiyet veren meselelerden çok daha fazla baskı süreçleriyle karşı karşıyayız.

Yani patlamalar, katliamlar, hukuki süreçler, yargılamalar bütünlüklü düşündüğümüzde çok büyük bir tramvatik süreç yaşadı bütün toplumsal kesimler

Dolayısıyla aslında bir patlamanın koşulları kendini bir yandan oluşturuyor, fakat ben yeni dönemde böyle bir patlamanın olacağını çok düşünmüyorum.

İkincisi böyle bir patlama söz konusu olsa bile muhalefet güçlerinin buna hazır olduğunu da düşünmüyorum.

Bu anlamda hakikaten çok parçalı, çok dağınık ve mihmandarlık yapacak, yol gösterecek bir çizgi çekip kitleleri peşinden sürükleyecek bir akla sahip olduğunu çok düşünmüyorum muhalefetin. Dolayısıyla o anlamda en azından bir Gezi artçısı beklemiyorum.

Gezi’yi bir deniz olarak tarif edersek, ırmaklardan bir tanesinin kent ve çevre dinamiği olduğunu söylemek lazım. İkinci en büyük dinamik ise kadın dinamiği. Kadın hareketinin çok büyük bir etkisi oldu sürece.

El Yazmaları: Gezi kimin, kimlerin isyanıydı ve neyi, neleri açığa çıkarttı?

Gezi öncesi süreç ve Gezi’ye giden, Gezi’yi oluşturan süreci göz önüne aldığımızda çok somut öznelliklerin bir araya geldiği bir süreçten bahsediyoruz.

Farklı toplumsal muhalefet dinamiklerinin bir araya geldiği bir süreç oldu.

Bir kere ana akım muhalefetin kıyısında kenarında kalan ama son dönemde biraz yükselişe geçen bir kent ve çevre muhalefetinin çok önemli bir dinamik olduğunu söylemek gerekiyor.

Gezi’yi bir deniz olarak tarif edersek, ırmaklardan bir tanesinin kent ve çevre dinamiği olduğunu söylemek lazım. İkinci en büyük dinamik ise kadın dinamiği. Kadın hareketinin çok büyük bir etkisi oldu sürece.

Özellikle Gezi’den önceki kürtaj yasağına karşı yürütülen eylemlerin çok büyük bir görünürlüğü ve katkısı oldu ve o dinamik oraya doğrudan taşındı. Ve taşınmasının ötesinde belirleyicisi oldu esasında.

Bir diğer dinamik LGBTİ dinamiği yine prideların, onur yürüyüşlerinin önceki yıllardaki coşkusunu, özgünlüğünü ve özgüvenini düşündüğümüzde yine bu süreçler Gezi’de kendini hem ifade etti, görünür kıldı, hem de oranın belirleyicisi oldu. Bu anlamda Gezi’ye katılan her kesimin aynı zamanda oranın belirleyicisi olduğunu söylemek lazım.

O anlamıyla da Gezi biraz farklıydı aslında.

Yani gelip katıldığı göründüğü bir yerden ziyade doğrudan oranın karar alıcısı, belirleyicisi, yön vericisi olabilmekten bahsediyoruz.

Bunun dışında çeşitli alanlardaki sansüre, baskıya karşı verilen mücadele dinamikleri oraya taşındı. Bir tanesi mesela, internetime dokunma eylemi. Oldukça kitlesel ve kendiliğinden örgütlenen bir eylemdi. O dönem için hepimizi afallatan bir kitlesellik oluşmuştu. On bine yakın insanın Taksim Meydanındaki eylemini söylüyorum. Benim için gerçekten büyük bir kırılmaydı o eylem; hakikaten birbirini tanımayan bunca insanın bir sosyal medya mecrası üzerinden tıpkı dünyadaki süreçlere paralel şekilde örgütlenmesi büyük bir dinamik oluşturmuştu.

Bir diğeri hayvan hakları hareketiydi.

Yine hayvan yasasına karşı yürütülen eylem de çok büyük bir etki oluşturmuştu. Ve tabi arkasından gelen siyasal yasaklar… Hiçbir anlamı olmayan, 1 Mayıs meydan yasağı; Reyhanlı katliamının o dönemde yine yarattığı öfke ve taraftar gruplarına, Çarşı’ya yönelik baskılar vs…

Aslında yine ondan önce Emek Sineması eylemine yönelik polis saldırısı ve sanatçıların gazlanması gibi toplumda öfke yaratan görüntülerin çok fazla etkisi oldu o süreçte. Dolayısıyla bütün bunları yan yana koyduğumuzda bu anlamda bütün nehirlerin aktığı bir deniz olarak kendini gösterdi aslında Gezi.

Bir de tabii konjonktür olarak yaşanan çözüm sürecinin, barış sürecinin de bir alan açtığını söylemek lazım. Nispeten daha rahat bir ortamın, politik olarak daha rahat bir ortamın kendini gösterdiği bir süreçti.  Bu dinamiklerin gezide kendini ifade ettiğini söylemek mümkün.

El Yazmaları: Haziran ayaklanmasının en ünlü sloganlarından biri “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sloganıydı. Ve öyle de oldu. Artık hiçbir eskisi gibi değil. 2013 Haziran’ından bu yana Türkiye son derece olağanüstü ve kaotik bir siyasal iklimin içerisinde. Bu bağlamda Haziran 2013’ten bugüne direnişin iktidara yansımaları neler oldu?

Gezi Direnişi başta da söylediğim gibi iktidarın ilk ve en büyük yenilgisi oldu.

İktidarın ondan sonraki bütün siyasetini belirleyen bu denklem oldu.  Gezi’nin yarattığı travmayla hareket etti iktidar, kendini yeniden kurdu.

Hatta bir anlamda 15 Temmuz hikâyesinin Gezi’nin bir rövanşı olduğunu söylemek mümkün. Gezi’de üreyen muhalefet dilinin, dinamiğinin, o bir araya gelme kültürünün 15 Temmuz ile beraber bu sefer iktidar kitleleri tarafından yaratılmaya, zihinlere böyle nakış edilmeye çalışıldığını gördük.

Taksim Meydanındaki buluşmalar, farklı kesimlerin bir araya geldiğine yönelik iktidar kurgusu ve buna yönelik üretilmiş sloganlar bir nevi bir Gezi rövanşıydı.  Dolayısıyla bu altı yıl boyunca bütün siyasetin Gezi’ye göre kendini kurguladığını, Gezi’ den intikam almaya yönelik kendini kurguladığını söylemek mümkün.

Bunun yanına iktidarın kendi yazdığı tarihi de eklemek lazım.

İktidar aslında altı yıldır kendi tarihini, Gezi’yi mahkûm ederek, lekelemeye çalışarak yazmaya çalıştı ve bu tarihi yazarken de medyayı, hukuku, siyaseti nasıl kullandığını da görmek lazım.

Bu anlamda en karakteristik figürlerden bir tanesi olan Nagehan Alçı’dan bir örnek vereyim. Habertürk’teki bir programda, açık bir yalanla şunu söyledi: “Gezi olayları olmasaydı, 3 yıldır legal olarak kutlanan 1 Mayıs yasaklanmazdı.” Halbuki, 1 Mayıs’ın 2013’te yasaklanması, Gezi’den önceydi ve Gezi’ye giden yolun taşlarından biriydi.

Şimdi siz bu tarihe sahip çıkmazsanız bu tür maskaralar, böyle açık yalanlarla kendi tarihlerini yazıp yeni kuşakları da manipüle edeceklerdir.

Dolayısıyla iktidarın yeniden bir tarih yazımı hikâyesi söz konusu Gezi ile alâkalı.

Yeni dönemi de bunun üzerinden kurduğunu söylemek mümkün. 

Şimdi geldiğimiz süreçte iktidar, hem uluslararası arenada hem siyasi alanda, yönetimsel alanda, hem de esasen ekonomik anlamda çok çok ciddi krizler yaşıyor.

Dolayısıyla sürekli kendi kitlesini beka gibi içi boş söylemler üstünden konsolide etmeye çalıştı ki bu ters tepen bir süreç oldu.

Bu açık yenilginin arkasında onun çok etkisi var, ama iktidar her durumda yaşadığı yenilgiyi göstermeme hırsına ve becerisine sahip.

Elinde bütün medya araçlarını tuttuğu için, bütün yargı organlarını ve siyasal araçları tuttuğu için ve kurumları kendine benzettiği, esir aldığı için; bütün bu var olan yenilgileri, Gezi’den bu yana yaşanan yenilgileri, esasında görünmez kılmayı, etkisiz kılmayı, manipüle etmeyi çok iyi becerdi. İktidarın en büyük becerisi zaten bu.

Bundan sonraki süreçte 23 Haziran çok büyük bir mihenk taşı olacak. Bu anlamda 23 Haziran ile beraber aslında ben iktidarın kendisine gol attığını düşünüyorum.

Erdoğan’ın İmamoğlu’nu önümüzdeki yıllarda bir rakip olarak, bir tehlike olarak gördüğü çok aşikâr.

Herkesin bildiği, 2013’ten bu yana çok ciddi bir güç kaybının yaşandığı gerçeğinin, bütün kazanılan seçimlere rağmen bir güç kaybı yaşandığının, herkes farkında.

Bunlar dediğim gibi bu araçlar elde tutulduğu için görünür olamıyor.

İktidar bu anlamda varlığını devam ettiriyor. Fakat bu anlamda da bir şey yaşandığı aşikâr. Bugünden yarına gelişmese bile çok ciddi bir dinamik kaybının yaşandığı aşikâr. İkna gücünün azalması, toplumu manipüle etme gücünün azalması gibi göstergeler söz konusu.

Özellikle eğitim alanında yaşanan, gündelik hayatın, gündelik geçim dünyasının yaşadığı sıkıntılar… Bunlar iktidarın güç kaybettiği alanlar, kendini yeniden üretemediği alanlar esasında. O yüzden o beka söyleminin de tutmadığını söylemek lazım.

Bundan sonraki süreçte 23 Haziran çok büyük bir mihenk taşı olacak. Bu anlamda 23 Haziran ile beraber aslında ben iktidarın kendisine gol attığını düşünüyorum.

Erdoğan’ın İmamoğlu’nu önümüzdeki yıllarda bir rakip olarak, bir tehlike olarak gördüğü çok aşikâr.

Kapıldığı paniğin de bununla alakalı olduğunu söylemek lazım. Bu konuyu daha serinkanlı atlatıp 31 Mart seçimlerini kabul edip, elindeki medya, yargı araçlarıyla, belediye meclisinde çoğunluk kendilerinde olduğu için meclis dinamiği ile, çalıştırmadığı bir İmamoğlu için çok ciddi bir anti propaganda yürüterek, aslında İmamoğlu’nu yavaş yavaş sönümlendirebilirdi, bir, bir buçuk sene içerisinde bence kayyum atayacak gücü bile kendinde bulabilirdi. Ama iktidar bunu yapmak yerine büyük bir panikle seçim iptal ettirerek çok büyük bir gol attı kendisine. Bu gol 23 Haziran’da tekrar eder mi, seçim kazanılır mı, kaybedilir mi, onu çok bilemeyeceğim.

Ben bu anlamda seçimin yenilenmesi kararının kabul edilmesini çok doğru bulmuyorum esasında.

Bu anlamıyla, muhalefet güçlerinin hazırlıksız olduğunu görmüş olduk.

Zaten yıllardır bitmek bilmeyen bir seçim döngüsü ile esir alınıyoruz. Ve bu anlamda bütün tahayyüllerimiz gelecek projeksiyonu olan öngörülü örgütlenme dinamiğimiz elimizden alınıyor. Buna teslim oluyoruz, hep beraber “gönüllü” olarak teslim oluyoruz, bütün ana akım muhalefet olsun, diğer dinamikler olsun.

O yüzden 23 Haziran’ın nasıl yaşanacağını bilmiyoruz ama 24 Haziran’da dava süreci olacak Gezi ile ilgili. Ondan sonra yeniden gündemi yoğun bir siyasal sürecin içerisine gireceğiz.

24 Haziran’daki sürecin 23 Haziran’a çok bağlı olduğu aşikâr. Her durumda Gezi davasıyla birlikte zorlu bir süreç bizi bekliyor. Yeni bir rehin alma siyaseti devreye girebilir.

El Yazmaları: Faşizm kartını devreye sokacaklar anlamında mı söylüyorsunuz bunu?

Evet, böyle bir sürece gireceğiz aslında.

Çünkü İstanbul’u kaybettiği takdirde kaynaklara ulaşma konusunda çok büyük bir sıkıntı yaşayacak. 

Muhalefet açısından da çok büyük bir avantaj, artı olarak görülmesin.

Çünkü aslında iktidar çok büyük olanaklara sahip. Biz bunları genelde görmezden geliyoruz, seçimleri baz alarak ve seçimlerde aldığımız illeri, ilçeleri düşünerek çok ciddi bir rehavete kapılıyoruz.

Ama hem zaten muhalefette olan illerin ilçelerin pozisyonunu düşündüğümüzde, hem iktidardan aldığımız illerin ilçelerin pozisyonunu düşündüğümüzde onların aslında çok ciddi bir merkezileşme siyasetinin parçası haline getirildiklerini görmekten imtina ediyoruz. Özellikle sol siyaset bu yerel yönetimlerin belediyelerin, belediye bütçelerinin, yaratılan kaynakların, kent ve çevre siyasetinin uzağında konumlandırmış kendisini, birçok yerde iktidarla birlikte iş tuttuklarını, bütün belediyeleri çok iyi biliyoruz.

İkincisi iktidarın merkezi kararlarla yerel yönetimleri kendine bağlayacağını ve zaten belli noktalarda bağladığını çok iyi biliyoruz.

Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile tek bütçe yasası çıktı ve aslında bütün belediyelerin bütçelerini kendine bağlamaya çalıştığını çok iyi biliyoruz.

Yine aynı şekilde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni İmamoğlu kazandığı takdirde meclisin elinin daha fazla güçlendirileceğini çok iyi biliyoruz. Belli orandaki ihalelerin bakanlıklar üzerinden saraya bağlanarak belediyenin elinden olanakların alınacağını çok iyi biliyoruz.

Bu anlamda aslında belediyeler alındığı takdirde muhalefetin şöyle bir süreç ile karşı karşıya kalacağını öngörmek lazım: Birincisi yaratılan borçlarla önümüzdeki beş yılın esir alındığını görmek lazım. Ortada bir kaynak yok. Dolayısıyla vaat edilen ve yeni bir siyasal ve toplumsal tahayyülün üretileceği kaynaklardan yoksunuz.

İkincisi de merkezileşmiş kararlarla yönetimsel, yani idari mekanizmalarla belediyeler saraya bağlanabilir. Dolayısıyla güdük kalmış, kolu kanadı kırılmış bir belediye meclisi ve yönetimi ile karşı karşıyayız.

70’li yıllardaki alternatif belediyecilik dönemi özellikle CHP’nin belediyelerindeki toplumsal hareket belediyeciliğini önümüze aldığımızda çok fazla önemli ve umut verici tarihsel örnekler var. Örneğin o dönemdeki belediye başkanlarının Ahmet İsvan’ın,  Vedat Dalokay’ ın yaptığı belediye çalışmalarını görmek lazım.

Böyle bir noktada aslında yerelden üretilmesi gerekli olan toplum tahayyülünün, yeni ütopyaların iktidar tarafından baştan esir alındığını ve önümüzdeki beş yılın aslında belirmiş olduğunu görmek lazım.

Biz bu dönemde yeni bir toplum tahayyülü geliştirmek yerine bu beş yıl boyunca iktidarın yarattığı tahribatı aşama aşama nasıl gidereceğimizi konuşmalıyız. Bu anlamda da her şeye kadir, her şeyi yapan belediye başkanı profili yerine “Gücümüz çok sınırlı, durumumuz budur, ekonomimiz budur, bunu toplumun bütün kesimleri ile beraber yapmalıyız” diyen eşitlikçi bir perspektife sahip olmamız gerekiyor.

Burada da şöyle bir örnek vermek lazım.

70’li yıllardaki alternatif belediyecilik dönemi özellikle CHP’nin belediyelerindeki toplumsal hareket belediyeciliğini önümüze aldığımızda çok fazla önemli ve umut verici tarihsel örnekler var. Örneğin o dönemdeki belediye başkanlarının Ahmet İsvan’ın,  Vedat Dalokay’ ın yaptığı belediye çalışmalarını görmek lazım. Orada yine merkezi iktidarın bütün imkânlarını kullanarak yerel yönetimi esir alma çabası karşısında, oradaki belediye başkanları bir güç gösterisinde bulunmak yerine halkla beraber yan yana gelip somut durumu görünür kılarak, bunun propagandasını yaparak, halkı yanına alarak merkezi hükümete geri adım arttırmıştır. Bize böyle bir perspektif lazım önümüzdeki dönemde.

El Yazmaları: Dünya çapında sağ popülizmin, yeni faşizm biçimlerinin yükseldiği bir süreç var. Darbe biçimleriyle ya da parlamenter biçimlerle seçimlere vs. Bir tarafta onun karşısında biriken ama eski bildiğimiz sol sosyalist biçimde olmayan yeni sol diyebileceğimiz,  sol popülizm olarak adlandırabileceğimiz, toplumsal dinamiklerin, fikriyatların da yükselişte olduğu bir durum söz konusu. Senin de konuşmanda ifade ettiğin üzere, Türkiye sosyalist hareketinde, muhalefet ekseninde ciddi bir boşluğun olduğu açık. Aslında sadece bir niceliksel zayıflık değil de programatik, paradigmasal bir boşluğun olduğunu ifade ettin. Bu anlamıyla solda ya da muhalefet ekseninde, nasıl bir perspektif üzerinden yeni bir toplum tahayyülü şekillendirebiliriz?

Çok ciddi bir popülist dalga hem sağdan hem soldan dünya konjonktürünü belirliyor, bu anlamda bunu kırmak adına yeni enternasyonel  denemeler yapılmaya çalışılıyor.

Dünya ölçeğinde, İlerici Enternasyonel çalışmaları gibi ya da bildiğimiz diğer partiler bir yandan güç kaybediyor, Podemos, gibi, Syriza gibi…

Ama hâlâ varlıklarını sürdürdüklerini görüyoruz.

Burada şöyle bir küçük örnek vermek isterim. Mesela Müşterek Barcelona Platformu’nu değerlendirelim. Barcelona’da bir yerel yönetim deneyimi yaşandı 3-4 senedir.

Toplumsal dinamiklerin, toplumsal hareketlerin gücüyle, etkisiyle kazanılan bir belediye yönetimi… Ama tabi kapitalist bir Avrupa ülkesi bağlamı içerisinde hareket etmeye çalışan bir deneyim… Çok ciddi kısıtları var. Ama bir yandan da yapılan doğru işler, başka coğrafyalara başka yerellere taşınabilecek somut adımlar da atıldı; konut ve yapı inşaatını sınırlamaya yönelik vergiler, boş tutulan konutlardan yüksek vergi alınması, konut kiralarının sınırlandırılması gibi…

Bu tür dünya deneyimlerini bu tür yerel dünya deneyimlerini daha fazla görünür kılacak bir şeye ihtiyacımız var bizim.

Bu anlamda Türkiye’deki muhalefet olarak çok güdük kaldığımızı düşünüyorum. Yani buralara çok fazla bakmıyoruz.

Özellikle son birkaç senedir çok fazla kendi içine kapanmış, kendi derdi ile boğuşan, yargıyla, ekonomiyle, hukukla, medyayla, siyasetle kendi derdinin karanlığıyla debelenen bir pozisyondayız.

Dolayısıyla dünya deneyimleri ile bağ kurmaktan uzağız. Dünyayı sadece şu ikilikle görüyoruz; yükselen sağ popülizm var, sol popülizm var ve bunların çekişmesi var.

Bunlar içerisinde değerlendiriyoruz. O yüzden bizim bunları aşan bir bakışa, bir ilgiye,  oradan o deneyimleri bu coğrafyaya, insanlara taşıyacak kanallara ihtiyacı var.

Umudun kaynağına bakmak gerekiyor. Umudun durduğu yerden kişiye gelen bir şey olmadığını, umudun en karanlık noktada da kendini var etmesi gerektiğini, umudun bir irade, ısrar ve karar meselesi olduğunu hep beraber görmek gerekiyor.

Bu anlamda çok daha fazla üretmeye, okumaya ihtiyacımız var.

İkincisi umut perspektifini yeniden ele alamaya ihtiyacımız var. Bu dönemde umut tartışmaları da aslında çok fazla revaçta.

Umudun kaynağına bakmak gerekiyor. Umudun durduğu yerden kişiye gelen bir şey olmadığını, umudun en karanlık noktada da kendini var etmesi gerektiğini, umudun bir irade, ısrar ve karar meselesi olduğunu hep beraber görmek gerekiyor.

Yani bu anlamda umut verici deneyimler aramak yerine, görmemiz gereken şey bir kere bu hayatı yaşıyor olduğumuz. Bu coğrafyada, bu toplumda, bu koşullarda yaşıyor olduğumuzun ve bu tarihsel durumda yaşıyor olduğumuzun farkında olmak ve bunun koşullarına uygun bir var olma perspektifi geliştirmek gerektiğini göstermek gerekiyor.

Bulunduğumuz konjonktür de direnmeyi bir kere görev olarak zaten senin önüne koyuyor. Burada direnmenin bütün farklı biçimlerini yan yana koyarak söylüyorum. Yani herkesin bütün bu baskı ortamında çok farklı direnme perspektifleri, direnme dinamikleri, direnme refleksleri geliştirdiğini görmek lazım. Birbirini ayırmadan, birini diğerinin karşısına koymadan bütün direnme repertuarına sahip çıkarak bir sürecin örülmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bunun yanında yerel ve genel siyaset ikiliğini aşabilen bir perspektife sahip olunması gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda çünkü yerel siyasetin gözleri çok kamaştırdığını özellikle farklı toplumsal dinamiklerde yerele gömülmüş olmanın aslında bütün sorunların anahtarını vermiş olduğu yanılgısı yarattığını gözlemliyorum. Bu anlamda yerelin kısıtlarını da görmek lazım. O yüzden Müşterek Barcelona örneğini verdim.

Merkezi yapının varlığına ve basıncına rağmen yerelin yapabilecekleri var, ama ikisini bir arada değerlendirmeyen bir yerelleşme çok ciddi bir körlüğü de tıkanmayı da getirir. Dolayısıyla bizim bu ikisini aşan bir yerden, yerele hakkını veren bir perspektife sahip olmamız gerekiyor. Bu anlamda da yapılabilecek çok şeyin olduğunu düşünüyorum.  En mahalli, en alt düzeyden başlayarak yapılabilecek çok şeyin olduğunu düşünüyorum.

Mesela muhtarlık makamı.

Erdoğan’ın toplantıları ve muhtarlara yönelik stratejisi sayesinde popüler oldu bu mesele. Geçtiğimiz seçimler sayesinde toplumsal muhalefetin çok çeşitli dinamikleri aracılığıyla hem var olma hem de kurucu bir siyasetin aşağıdan kendini gösteren nüvesi olarak öne çıktı muhtarlık çalışmaları. Ve şimdi kazandığımız muhtarlıklar aracılığıyla kendi yerel toplumsal çalışmalarımızı hayata geçirmeye çalışıyoruz.

Genel anlamda, haklar yetkiler kısıtlı olsa da, perspektifinizin genişliğine ve sağlamlığına bağlı olarak örgütlenme ve var olma imkanlarınız, alanlarınız açılır.

Siz toplumu örgütleyen, mahalleyi örgütleyen, mahalleye hâkim olan, mahalleye bilgi taşıyan, mahalleye araç taşıyan, mahalleye eğitim taşıyan, mahalleye etkinlik taşıyan bir perspektife sahip olduğunuzda muhtarlığın çok etkin çalışmalar yapabileceğini, muhtarlık aracılığıyla nasıl bir mahalle meclisi modelinin örgütlenebileceğini yerinde gösterebilirsiniz.

Bu modelin en aşağıdan başlayarak işte mahalle, ilçe, il bütün düzeylere yansıması gerektiğini düşünüyoruz. Aslında bu anlamda bütünlüklü bir perspektife ve iş birliğine ihtiyaç olduğu çok açık.

Özellikle toplumsal muhalefetin, solun temsilcilerinin siyasal rekabet hastalığından kendilerini kurtarmaları gerekiyor.

Bunun için bir kere yola çıkış şiarını hatırlamak yeterli. Bir muhalefet örgütü niye çıkar?

Bu topluma bir şey katmak için çıkar, kendisi ile beraber bu toplum için bir şey yapmak için var olur. Böyle bir ihtiyaçtan ortaya çıkar.

Dolayısıyla bu topluma neyin iyi geldiğini, neyin faydalı olduğunu birlikte düşünmeye başlamak gerekiyor. Bu anlamda işbirliğine, o rekabet duygusundan kurtulmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Hani gerçek anlamda bir işbirliği sağlanırsa ve hep beraber ortak iyi için çalışırsak ben bu toplumda ve hepimizde çok fazla potansiyelin var olduğunu düşünüyorum.