Bu Demir Soğur mu?

En sonda söyleyeceğimizi en başta söyleyelim.  Saray rejiminin miadı dolmuştur. Bunu en net, en iyi, artık tedirginlik içerisinde hiddetlenen, böylece daha da saldırganlaşan, üst üste hatalar yapan, en yakındakilerine, hatta damadına dahi, derin bir güvensizlik duyan, her geçen gün hem içeride hem dışarıda yalnızlaştığını hisseden sarayın sahibi görüyor.  Hem yakın çevresi, hem ittifakları hem de eski yol arkadaşları açısından balıksırtı, güvensiz bir konumda bulunduğunu anlayan saray rejiminin reisi görüyor.

Kurumsallaştırılmaya çalışılan saray rejimi henüz ayakları üzerinde dahi duramadan çözülme evresine girmiştir. Danışmanlık göreviyle yeniden saraya bağlanan Arınç’ın henüz kısık sesle de olsa, başkalarının ağzından başlatmaya çalıştığı tartışmalar buna delalet olsa gerekir. AKP ve Reisinin, 31 Mart seçimlerinin ardından yaşadıkları şaşkınlık, bir müddet süren kararsızlık ve araf durumunda bekleyişin ardından İstanbul seçimini tekrara götürmeleri bu durum ve endişenin açık bir ifadesi olsa gerek.  Bu sürecin yönetimindeki gösterdikleri, özensizlik, ayyuka çıkan yalanlar, inandırıcılıktan uzaklık, açık ki bir hazırsızlığın, kafa karışıklığının ve can havlinin dışa vurumudur.

Ana muhalefet partisi liderinden tutsak annelerine,  öğrencilerden akademisyenlere, işçilere, sesini yükselten, itiraz eden herkese vahşice saldırıyorlar. Toplumun her kesimi üzerinden bir korku imparatorluğu kurmaya çalışıyorlar. Herkesi fişlemekle, kayıt altına almakla, hapsetmekle sindirmeye, bedel ödetme efelenmeleriyle, tehditlerle hatta küfürlerle korkutmaya çalışıyorlar.

Seçim neticeleri, yaşanan gerileyişin telafisinin zor olduğuna işaret ediyor.  Bu gerileyiş, rejimin temellerinden, sarayın kolonlarından gelen çatırtı seslerinden duyuluyor olmalı. Bu iktidardaki egemen bloku derin bir korkuya ve endişeye sevk ediyor olmalı ki daha da saldırganlaşıyorlar.

Yalana, acemi komplolara, provokasyonlara, şiddete, baskı, çıplak zora daha açık ve pervasızca abanıyorlar. Öyle ki rant, talan, yağma ve savaş ekonomisine yaslanan saray rejiminin devamını sağlamak uğruna, “beka sorunu” söylemleri eşliğinde gözlerini karartarak memleketi bir iç savaşa doğru sürüklüyorlar.  Soylu, aba altından sopa göstererek, 23 Haziran sonrası siyasal çatışmaların yaşanacağından duyduğu endişeyi dile getiriyor.

Bunu provoke ediyorlar ve belki de bunun zemini oluşturmanın denemelerini, belki de bir iç savaşın hazırlıklarını yapıyorlar.  İşi devleti devlet yapan en temel hasletlerden soyundurmaya, devlet aygıtını çözmeye kadar vardırıyorlar. İçtikleri suyun bile kendilerine yaradığı bir konjonktürden ne yapsalar baltayı taşa vurdukları bir konjonktüre geçtiklerini görüyorlar.  İçeride ve dışarıda restorasyon arayışlarının önlenmez biçimde hız kazandığını, hatta yerlerine yenilerinin hazırlandığını anlıyorlar.

Yükselen İtirazlar, Artan Saldırılar

Alttan alta gelişen direnişlerin ivmelendiği, korku duvarlarının aşıldığı, henüz dağınık durumda olsa da her yerden itirazların yükseldiği, herkesin konuşmaya başladığı, sesini çıkarmaya başladığı bir eşiğe gelindiğini görüyorlar.  Söylemsel üstünlüklerini yitirdiklerini, gündem dayatma, gündem üzerinde hegemonya kurma yeteneklerini yitirdiklerini,   muhalefetin söylemine, gündemine kapıldıklarını, cevap üretemediklerini, onu dahi çalmaya yeltendiklerini, yeni bir hikâye kuramadıklarını görüyorlar.

Bir yandan demiri soğutmaktan, murdar ömürlerini uzatacak yeni ittifak arayışlarından bahsediyorlar; bunun için akıllarına, önlerine gelen her imkâna alelacele davranıyorlar. Yıllardır bozuk olan kosterler dahi bir anda çalışmaya başlıyor. Diğer yandan ise ana muhalefet partisi liderinden tutsak annelerine,  öğrencilerden akademisyenlere, işçilere, sesini yükselten, itiraz eden herkese vahşice saldırıyorlar. Toplumun her kesimi üzerinden bir korku imparatorluğu kurmaya çalışıyorlar. Herkesi fişlemekle, kayıt altına almakla, hapsetmekle sindirmeye, bedel ödetme efelenmeleriyle, tehditlerle hatta küfürlerle korkutmaya çalışıyorlar.

Devlet açısından ve yönetenler açısından kırılganlık her geçen gün daha kuvvetli hissedilmektedir.  Ancak tüm bunlara rağmen bir devrimci durumdan bahsedebilmek mümkün görünmemektedir.  Bir devrimci durumun geliştiği, bir devrimin mayalandığını, koşullarının her geçen gün olgunlaştığı söyleyebilmek ise bir o kadar mümkün görünmektedir.

Yeni hapishaneler inşa etmekten söz ediyorlar. Toplumu kamplaştırıyor, kutuplaştırıyor, geriyorlar. Demek ki siyasal krizle, iktisadi krizin iç içe geçtiği dönemlerde böyle oluyormuş,  yönetememe krizinin, sistemin çözülüşünün derinleştiği dönemlerde böyle oluyormuş. Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği ancak nasıl yönetilmek istediklerini bilince çıkaramadıkları, kendi alternatiflerini geliştiremedikleri dönemlerde böyle oluyormuş.

Dünyada Durum

Elbette bu kriz hali memleketin yereliyle sınırlı bir durum değildir.  Uzun bir süredir derinleşerek devam eden emperyalizmin küresel kriziyle memleket dahilindeki yönetememe krizinin, çözülüşün ve restorasyon arayışlarının diyalektik gereği iç içe geçtiğini, iç içe ilerlediğini söylemek gerekir.

Bu noktada yerel krizi daha net anlayabilmek için emperyalizmin küresel krizini de özetle açıklamaya çalışmak faydalı olacaktır. Sovyetlerin çözülüşünün akabinde sınıf çatışmasının bitiğini, tarihin sonunun geldiğini vaaz eden liberal safsataların aksine Sovyet çözülüşüyle başlayan Üçüncü Paylaşım Savaşının gittikçe yerkürenin çeşitli bölgelerine yayılan sömürge kazanma rekabetinin, diplomatik metotların, vekâlet savaşlarının ötesine geçerek emperyal güçler arasında doğrudan sıcak çatışmaların da öngörüldüğü yeni bir merhaleye doğru derinleştiğini görüyoruz.  Henüz herhangi bir cephenin hegemonik konuma yükselemediğini, ancak safların yavaş yavaş belirginleştiğini gördüğümüzü bir tarihsel eşikte olduğumuzu söyleyebiliriz.

Öyle ki 90’ların hemen başlarında Sovyetlerin çözülüşüyle beraber o güne dek ortak düşman sosyalizme karşı birleşmiş olan kapitalist-emperyalist blokun arasındaki çelişki ve rekabet gün yüzüne çıkmaya başladı. Sosyalist ülkelerdeki çözülmeyle birlikte bu ülkelerin sömürgeleştirilmesi, Sovyetlerin etki alanındaki coğrafyaların paylaşımı sorununu ortaya çıktı. O güne kadar sosyalizm tehdidine karşı ABD öncülüğünde birleşmiş blokta ayrışmalar görülmeye başladı. İlk elden Balkan ülkelerinin paylaşımı gündeme geldi.

Bir yandan ABD, Yugoslavya kampanyası ile bu coğrafyada hâkimiyetini tahkim etmeye çalışırken öte yandan ise Almanya önderliğindeki AB bloku bu ülkeleri alelacele Birliğe alarak sömürgeler kapmaya çalıştı. Yugoslavya’nın parçalanmasıyla keskinleşen Balkan paylaşımıyla beraber Baba Bush’un Irak Kampanyası ile birlikte başlayan Orta Doğu’nun paylaşımı sorununu, Orta Asya’nın, Kafkasların ve Kuzey Afrika’nın paylaşımı meseleleri takip etti. Her ne kadar saflar net bir biçimde henüz ortaya çıkmamışsa da henüz paylaşım savaşı emperyalist ülkeler arası bir konvansiyonel savaş biçimini almamış olsa da Bunun adı Üçüncü Emperyalist Paylaşım Savaşıdır ve Sovyetlerin çözülüşüyle başlamıştır.

İşte bu minval üzere Kafkaslardan Orta Doğu’ya bu emperyalist krizin yol açtığı sıkışmanın orta yerinde TC’nin çözülüşü de bölgesel sarsıntı dalgalarıyla hızlanıp, derinleştiğin de söyleyebilmek aynıyla mümkün görünüyor.

TC’nin kuruluşundan bugüne pek çok hasletine mündemiç olan beka sorunsalı, bir yandan çözülüşün panzehiri olarak öne sürülen “Büyük Türkiye” söylemlerinin nevrotik bir kriz halinde avaz avaz bağırılmasıyla; diğer bir yandan da devlet zoruna en basit hak arayışlarında, en alelade basın açıklamalarında dahi çabucak ve çıplak bir biçimde başvurulmasıyla travmatik bir biçimde kendini gösteriyor.

Kriz ve Ezilenler Cephesi

Her iki mübalağalı durum da kriz halini, bu kriz halinin beslediği kendine güvensizliği ve güçsüzlüğü ifade ediyor. Hülasa dışarıda emperyalizmin krizi içeride yönetenlerin eskisi gibi yönetememe krizi derinleşiyor. Kâhyalar arası devlet içi kavga, anayasasının rafa kaldırılmasına, devlet aygıtının felç edilmesine kadar varıyor. Diğer yandan ise restorasyon çalışmaları, yumuşak geçiş çalışmaları sürüyor. Eskisi gibi yönetilmek istemeyenler ise henüz nasıl yönetilmek istediklerini bilemiyor, bilince çıkaramıyor; kendilerine bir yol arıyorlar.

Elbette, sosyalist, devrimci, demokrat hareketler açısından asıl önem taşıyan, krizin varlığı konusundaki uzlaşmanın çok ötesinde, somut kriz dinamiklerinin tarifi, bu dinamiklerin karşımıza ne tür nesnellikler çıkarabileceğinin öngörüsü ve sosyalist, devrimci, demokrat politikaların şekillendirilmesidir.

31 Mart seçimlerinin neticeleri açıktır ki memlekette bir nikbinlik havası estirmiş görünmektedir.  Her şeyin çok güzel olacağına/olabileceğine,  baharın geldiğine/gelebileceğine dair inançları artırmış. Ölü toprağının bir miktar dağılmasına, dağınık ve alttan alta ilerleyen direnişlerin daha da cesaretlenmelerine, daha görünür olmalarına vesile olmuştur. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere korku duvarının bir adım daha aşılmasına vesile olmuştur. Bunlar dahi başlı başına kıymetli, önemli, önemsenmesi gereken gelişmelerdir. Söz konusu bu hava özellikle İstanbul ve Ankara’da kitlesel olarak gerçekleşen 1 Mayıs kutlamalarında ifadesini bulmuştur diyebiliriz. Ne var ki henüz bir baharın geldiğinden bahsetmek ve her şeyin güzel olacağı bir yere gelindiğini söyleyebilmek için çok erkendir. Bu gibi tespitler haliyle nesnellikten uzaktır.

Öyle anlaşılıyor ki ekonomik krizin daha da derinleşeceği, emekçi sınıfları ve halkları törpülenen haklarla, artan işsizlik ve küçülen ekmekle kendini daha da keskin bir şekilde hissettireceği bir kemer sıkma politikaları süreci beklemektedir.  Vergilerin tabana yayılmaya çalışıldığı, yani krizin faturasının emekçilere, yoksullara çıkarıldığı, kıdem tazminatına kast eden, emeklilik haklarına bile göz diken, bankalara ve patronlara can simidi olacak IMF merkezli bir yeni ekonomi politikası dönemine geçileceği anlaşılmaktadır.

Siyasal krizin gittikçe derinleşmesine bağlı olarak devletin ideolojik aygıtlarının artık rollerini yeterince oynayamamaları, kitleleri oyalamamalarıyla birlikte baskı aygıtları daha ön plana çıkacak,  daha açık ve çıplak olarak kullanılacaktır. Bunun da emekçi sınıflar, halklara derinleşen, katmerlenen bir baskı ve terör olarak yansıyacağı anlaşılmaktadır. Tüm bunlarla beraber işçi sınıfın örgütlenmesinin ekonomik anlamda bile cılız olduğunu, siyasal örgütlenmelerini ve devrimci örgütlenmelerinin eksik olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda bir bahardan söz etmenin afakiliği, ‘’faşizmi’’ sallasak devrileceğini söyleyebilmenin ne kadar yersiz olduğu daha iyi anlaşılabilecektir. Ortada hâlâ işçi sınıfı ile organik bağlar kurmuş ve sınıf dinamizminden gerçek anlamıyla beslenen bir sosyalist yapılanma yokken işçi sınıfın, halkların örgütlülüğü bu denli zayıfken her şeyin güzel olacağını söyleyebilmek mümkün değildir.

Açıktır ki yönetememe krizi derinleşerek ilerlemektedir. Bu kriz, kendini yönetenler katında sağır sultanın duyduğu kavga ve gürültülerle açığa vurmaktadır.  Muktedirlerin iç bütünlük ve uyumu her geçen gün bozulmaktadır. Düzenin yeniden üretiminde belirleyici yere sahip üstyapı kurumlarında bu işlevlerini yerine getirmelerini engelleyecek tahribatlar her geçen gün belirginleşmektedir. Devlet açısından ve yönetenler açısından kırılganlık her geçen gün daha kuvvetli hissedilmektedir.  Ancak tüm bunlara rağmen bir devrimci durumdan bahsedebilmek mümkün görünmemektedir.  Bir devrimci durumun geliştiği, bir devrimin mayalandığını, koşullarının her geçen gün olgunlaştığı söyleyebilmek ise bir o kadar mümkün görünmektedir.

Peki, ama öyleyse ne yapmalı? Görünen o ki bu demir soğumayacak, aksine daha kızışacak, kızıştırılacaktır. Emekçilere, halklara karşı bir işkence aleti olarak kullanılacaktır.  Öyleyse gelişerek devam edecek ekonomik ve siyasi krize cevap olarak, gelişecek olan saldırılara cevap verebilmek üzere çeliğe suyu vermek gerek, çeliği keskinleştirmek gerek. Bu da ancak her gün bir adım daha atarak, her gün daha hızlı, her gün daha güçlü örgütlenmek ile mümkündür.

Örgütlü gücümüzü artırmakla, yeni bir yaşamı kuracak örgütlülüğü artırmakla mümkündür.  Yüzümüzü Cargill, Sibaş,  Kale Kayış, Tariş, Aydın Efeler,  Tüvtürk,  Real ve Makro market, Tüpraş, Uzel direnişlerine, işçi sınıfa dönerek, işçi sınıfını direnişlerine güç vererek, gücü orada arayarak, sınıfı daha güçlü örgütleyerek mümkündür.  İşçi sınıfının dirilmesiyle mümkündür.  Tek çıkış yolu örgütlenmektir. Örgütlü bir güçtür. Örgütlü gücümüzle kazanacağız. Mutlaka kazanacağız.