Kayıp Giden Zemin: İktidarın Kriz Girdabı

Devletle millet kucaklaşmazsa devlet ayrı millet ayrı bir istikamete bakarsa, oradan adaletsizlik doğar, oradan zulüm doğar, oradan baskı doğar” diyordu Recep Tayyip Erdoğan 1994 yerel seçimlerinin İstanbul kampanyasında yaptığı konuşmalarından birinde.

An gelmiş, kendi bekalarını, ülkenin bekasından önceleyen bir pozisyonda oldukları artık kalabalık kitleler tarafından görülür, inşasında oldukları yeni rejim sorgulanır hale gelmiş, sandık programını üzerine oturttukları “devletin bekası” propagandası istedikleri karşılığı üretememiş ve Erdoğan da “kaybedenler kulübüne” ismini yazdıranlardan olagelmişti.

Ancak tahmin edildiği gibi bu o kadar kolay olmayacaktı.

Öyle ki, masadaki olasılık kartlarından birini tercih edip, siyasi bir karar aldılar ve en nihayetinde halkın iradesine karşı darbe mekaniğini işleterek “yeniden” ama “tekerrür” olmayan bir zeminden İstanbul yerel seçimlerinin iptalini ilan ettiler.

“Bu kadar da olmaz” denilen her şeyin oldurulageldiği ve daha da ötesinde kimselerin şaşakalmayıp üstelik kabul edip “normalleştirebildiği” bir düzlemde, şimdi İstanbul için yeniden 23 Haziran’da sandığa gitme vakti.

Kim Yönetecek?

Krizin farklı türevlerinin devrede olduğu ve iç içe geçip derinleştiği bir momentte, Türkiye’de olağanüstü siyasal-toplumsal zeminin üzerinde konumlanan farklı toplumsal katmanlar yukarıdan aşağıya, tavandan tabana siyasallaşıyor.

Eski rejim tarafından dışlanmış olan geniş bir kesimi, kamusal alanın ve siyasetin merkezine taşıyarak, muhafazakar tabanı özellikle muhafazakar kadınları “sıkıştıkları alanlardan”evlerinden, arka mahallelerinden çıkarıp siyasal alanda vazifelendirerek, yerel dinamikler içerisinde mobilize ederek, yarattığı “bizim Tayyip”, “sessiz çoğunluğun” sesi, erişilebilir, dokunulabilir “halk adamı” imajı ile ev ev kapı kapı gezinerek, özellikle toplumun en alt kesimleriyle temas ederek, dinamik hareketli ve toplumsal ağların içerisine yerleşmiş bir model yarattı ve özellikle il ve ilçe teşkilatlarında özgül ve özel bir ağırlığı olan Erdoğan pratiğiyle iktidara geldi.

İş yerlerinde, okullarda, şantiyelerde, kahvehanelerde, evlerde, kamusal ve özel alanda herkes bir biçimiyle krizin, siyasetin, ülke gidişatının ahvalini kendi üslubunca, kendi yaşadığınca, kendi düşündüğünce konuşuyor, tartışıyor, yorumluyor. Kafalarda oluşan onca düşüncenin, sorunun kendi meşrebince cevaplarını arıyor, kendi tarihinden tanıklıklarıyla cevaplar üretiyor.

Sağından, soluna, binlerce okuru olan yazarlardan, kahvedeki, sokaktaki insana, herkes düşünüyor, birbirine ve kendisine soruyor: AKP/Erdoğan iktidarda kalmaya devam edecek mi, iktidarda kalmaya devam edecekse nasıl edecek, nasıl bir çizgi izleyecek?

Nasıl bir yerel yönetim sorusunun, İstanbul’u kazanmanın ötesinde, kim yönetecek, neyle, nasıl, kimle/kimlerle soruları beliriyor.

Bir çok sorunun cevabının arandığı ve hatta huzursuzların, hoşnutsuzların, öfkelilerin, bu kadar da olmaz diyenlerin, sokakta, yanyana, bir arada o soruların cevaplarından biri olmaya doğru yakınlaştığı-yani halkın kendi cevabının da olabileceği ihtimalinin de güçlendiği son derece kritik ve hayati bir eşikteyiz.

Bu kritik eşikte, birden fazla olasılığın aynı anda ülke sathında çarpıştığı ve güç terazisinde ağırlık kazanmaya, hatta o da yetmez elinden gelse terazinin diğer kesesini tümüyle boşluğa iteleme hamlelerine giriştiğini görüyoruz.

Hangi olasılığın galip geleceği ise, konjonktürel gelişmelerden tarihsel sınıfsal bağlara, uluslararası-bölgesel ilişkilerden sosyo-ekonomik politikalara, kriz dinamiklerinden o krizlerin yaşanma ve yaptırım biçimlerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan faktörü ve değişkeni içerisinde barındırıyor.

Dolayısıyla günün güncel gelişmelerini tarihselliği içerisinde ele almaya ihtiyacımız var.

Yerel Yönetimlerden Merkezi İktidara

Erdoğan öncülüğünde AKP, yerel yönetimlerden merkezi yönetime, iktidara geldiği günden bugüne, toplumsal ilişkiler ağı içerisinde kurduğu örgütsel mekanizmalar ve işleyişle, kendi varoluşunu özellikle belli toplumsal kesimler içinde, kendi siyasal çıkarlarını toplumun genel çıkarları olarak sunmayı ve kendi çıkarlarıyla üzerine oturduğu toplumsal kesimlerin çıkarlarını bütünleştirebilmeyi “başararak” (başardığı oranda) iktidara yerleşti.

Devlet odağındaki diğer güç odaklarından farklı olarak, Refah Partisi dönemi pratiklerinin ürünü olan yerel örgütçü kadrolaşma yapısı ve yerel ilişki ağlarını kurma ve içerisine yerleşme programatiğiyle kuruluşundan beri esas gücünü ve meşruiyetini toplumsal alandan aldı.

Eski rejim tarafından dışlanmış olan geniş bir kesimi, kamusal alanın ve siyasetin merkezine taşıyarak, muhafazakar tabanı özellikle muhafazakar kadınları “sıkıştıkları alanlardan”evlerinden, arka mahallelerinden çıkarıp siyasal alanda vazifelendirerek, yerel dinamikler içerisinde mobilize ederek, yarattığı “bizim Tayyip”, “sessiz çoğunluğun” sesi, erişilebilir, dokunulabilir “halk adamı” imajı ile ev ev kapı kapı gezinerek, özellikle toplumun en alt kesimleriyle temas ederek, dinamik hareketli ve toplumsal ağların içerisine yerleşmiş bir model yarattı ve özellikle il ve ilçe teşkilatlarında özgül ve özel bir ağırlığı olan Erdoğan pratiğiyle iktidara geldi.

Özellikle 1994 İstanbul seçim kampanyasında, “fakir çalmayı beceremediği için fakirdir, zengin ise çalmasını bildiği için zengin” söylemi gibi yoksula, halka seslenen söylemlerle, solun ana programından aldığı dayanışmacı ve hatta  “halkçı” bir jargonla propagandasını üreten Erdoğan o günlerde “kalkınmacı, sosyal, katılımcı yerel yönetim” şiarıyla “İstanbul zaferine” yürüdü.

Eski rejimin statükocu, bürokratik yönüne yüklenerek, varoşların, yoksulun, fakirin sesi olma siyasi retoriği ile toplumsal alanda yer edindi ve bu retoriğin çeşitli somut biçimlerini yaratarak siyasal alanını ve yaptırım gücünü genişletti.

Muhafazakar kesimden kadınların siyasete katılımı, en ücra köşelerde bile parti bürolarının farklı biçimlerinin varlığı, özellikle mahalle birimleri ve yönetimleri, muhtarlarla kurulan ilişki bu ağın/alanın boyutlarını görmek açısından son derece önemli.

Kendisinden önceki hükümetlerden farklı olarak ordu merkezli rejimi yıkıp, yerine kendi rejimini inşa etme ve zamanında İslami muhafazakar partili bir koalisyon ihtimaline bile ısrarla direnen başta İstanbul sermayesi olmak üzere büyük sermaye ile “eski şefi ve yoldaşlarını” terk eyleyerek anlaşıp yola çıkarak palazlanan, büyük sermayenin yanına kendi sermaye gruplarını inşa etme pratikleri ile yerel yönetimlerden merkezi yönetime iktidarın zirvesine yerleşen Erdoğan ve AKP’si şimdilerde krizde.

Hem de meşruiyetini ürettiği, kendi ontolojik hasebini kurduğu zeminden kuşatılmış bir kriz içerisinde.

Tam da, zamanında İstanbul’u alırken, “….devlet ayrı millet ayrı istikamete bakarsa…” dediği şey ayağına dolanmış durumda.

Bugün Erdoğan ve partisinin fonksiyonuna tarihsel bir bütünlük içerisinde, yerel ve merkezi ölçekli baktığımızda, etrafını kuşatan ve içerisinde debelendiği kriz dinamikleri daha da berraklaşıyor.

Bizzat Erdoğan iktidarı tarafından tasfiye edilen eski rejimin yerine getirilen yeni rejim; ilan edilmesine ve hatta (dayatma bir) referandum ile anayasası kabul edilmesine rağmen bir türlü kurulamıyor.

Zira, bugün üst üste binmiş ve çatallanmış olan rejim ve devlet krizi sarmalında son derece kaygan ve kırılgan bir zeminde konumlanıyorlar.

Kendilerini devletin tüm katmanlarına yerleştirip kökleştiren eski yol arkadaşlarıyla yollarını ayırdılar.

Gezi direnişi ile başlayan sarsılma ve zorlanma süreci, Rojava, 17-25 Aralık operasyonları, 7 Haziran seçimi ve akabinde yaşanan olağanüstü gelişmelerle iyiden iyiye kırılganlaşan fay hatları genişledi; yetmedi 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte devletin bütün uzuvlarında gözle görülür boşluklar yaratan ve “beka” gündemini açığa çıkaran bir devlet krizi gerçekliği ile kuşatıldılar.

Üzerine, devlet krizini çözebilmek adına, kendi tasfiye edip hapse tıktırdıkları komutanlarla -fırsatını buldukları anda kendilerine tehlike arz edeceklerini de bile bile- yani “en azılı tarihsel düşmanlarıyla” göreli ittifaklar, anlaşmalar kurdular.

Ancak giriştikleri onca çok boyutlu hamleye rağmen devlet krizini çözebilmiş değiller.

Üstüne, son beş yılında yedi seçim yaşamış olağanüstü ülke atmosferinde, ekonomik kriz basıncı altında sıkışan ve etrafı sarılan ve de seçim yorgunu/yılgını olan toplumda meşruiyetinin tartışılır, sorgulanır olduğu ciddi bir irtifa kaybı içerisindeler.

Artık yolsuzluk, hile, hırsızlık, hukuksuzluk herkesin bildiği bir sır olan normalize edilmiş bir anomali.

Oysa İstanbul’dan Türkiye’ye doğru yola çıkarken  “yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele” siyasi retoriğiyle temel atmışlardı. Öyle değil mi?

Erdoğan’ın Yenilmezlik Büyüsü Bozuldu!

Herkesin, tüm dünyanın gözleri önünde, kazanılmış ve hatta mazbatası teslim edilmiş İstanbul belediyesi seçimleri  “hiç bir şey olmadıysa da kesin bir şeyler oldu” siyaset-sizliğ-iyle iptal edildi.

Açıktan söylemek gerek; Erdoğan ve AKP’si yenildi ve ama yıkılmadı.

31 Mart’ta kendilerinin beklediğinden çok daha derin bir yara aldılar ve dışarıya gösterdiklerinden çok daha ciddi bir sarsıntı içerisindeler.

Daha da ötesinde Erdoğan’ın “yenilmezlik büyüsü” bozuldu.

AKP/Erdoğan iktidarı bir yönetme ve meşruiyet krizi içerisinde. Ürettikleri propagandalar karşılık bulmuyor, pazarladıkları vaatler kulak tırmalıyor, gerçekliği sorgulanıyor. Esas gücünü aldığı kendi öz kitlesine ulaşmakta zorlanıyor. Kendisini iktidara taşıyan toplumsal-yerel ağ ile arasında mesafeler örülüyor. 

Her sıkışmada ülkenin önüne “çözüm” olarak sundukları sandıktan iktidar devşirme, “beğenmediği sandık sonucunu” iptal ettirme, yeniletme dayatmasında artık bir sınıra gelindi.

Zira artık, tereyağından kıl çekercesine atı alan Üsküdar’ı geçemiyor.

Bu yüzden, “7 Haziran’da da yaptılar, yine aldılar, yine kazandılar” şimdi de “ne yapar eder alırlar” ruh haliyle araya bir mesafe koymak gerek.

Çünkü bu tam da Erdoğan’ın bir gerçekliğin üzerine oturan “ya var olacağız ya öleceğiz” dediği noktadan yürütülen özel bir savaş propagandası.

Onun da ötesinde, hiçbir şey eskisi gibi değil.

Ne konjonktür ne Erdoğan ne de toplum aynı zeminde. Farklı bir momentin bugüne özgü gerilim ve çatışmalarını yaşıyoruz.

Yenilgi sürecinin sonuçları bugün kendisini çeşitli sıkışmışlıklar, çatlaklar ve çözülmeler olarak göstermeye başladı.

Ve İstanbul seçimlerini iptal ettirme gücü ve gerçekliği Erdoğan ve AKP’sini güçlü kılmadı/kılmıyor ve içerisine sıkıştıkları kriz dinamiklerinden de onları çekip çıkarmıyor.

Tersine içeride ve dışarıda homurdanmanın, karından konuşmanın ötesinde sesler çıkmaya, tepkiler belirmeye başladı. Velhasıl işin rengi değişiyor.

AKP/Erdoğan iktidarı bir yönetme ve meşruiyet krizi içerisinde.

Ürettikleri propagandalar karşılık bulmuyor, pazarladıkları vaatler kulak tırmalıyor, gerçekliği sorgulanıyor.

Esas gücünü aldığı kendi öz kitlesine ulaşmakta zorlanıyor.

Kendisini iktidara taşıyan toplumsal-yerel ağ ile arasında mesafeler örülüyor. Erdoğan ve partisi erişilebilirliğini giderek yitiriyor. Tabanla tavan arasında önemli kopuş emareleri görülüyor.

Yoksa; zamanında statükoyu hedef alarak, sessiz çoğunluğun sesiyiz dedikleri, içerisinden çıkıp geldikleri ve üzerine oturdukları kesimin iftar sofralarında neden bunca eğreti dursunlar?

İtikat mı İtibar mı?

Sermayenin altın çocuğu İstanbul’u kaybetmek göze alınamadı evet.

Çünkü bugün, yerel yönetimler başta olmak üzere iktidar mevkileri en büyük paylaşım merkezleri ve rant kapıları olarak görülüyor ve öyle işletiliyor.

Zira, bugün Erdoğan’ın AKP’si bir şirket gibi yönetiliyor.

Parti ilişki ağları çoğu zaman çıkarsal bir imkan ve kaynak olarak görülüyor.

İşini halletmek, ihale almak, mevki ve itibar kazanmak, partideki önemli isimlere yakınlıklarına, parti ile ilişkisine göre belirleniyor.

Peki ya bu geniş imkan ve çıkar ağı, Erdoğan kaybederken kaybetmeyi göze alacak mı?

Erdoğan ve partisi ile kurulan (parti içindekiler dahil) bağ sürekli vurguladıkları üzre, bir “itikat” meselesi mi?

Pek sanmıyorum.

TÜSİAD’ın hiç olmadığı kadar yüksek bir tondan konuşmayı tercih etmesi, Tuncay Özilhan’ın sunduğu istatistikler, büyük sermaye temsilcilerinin verdiği demeçler, İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu ile verilen pozlar tesadüfi değil.

Enflasyon ve işsizlik oranlarındaki yükseliş, TL’nin değer kaybı, döviz kurundaki durdurulamayan yükseliş ve sallantı, dış ve iç borçdaki tarihsel zirveler her an kontrolden çıkabilecek bir tabloyu gözler önüne seriyor.

Böylesi bir tablo içerisinde borçlanmalar, iflaslar, şirket, kurum, iş yeri kapatmaları, konkordatolar hızla artarken, gündelik yaşamda zamlar ve hayat pahalılığıyla işsizliğin yoksulluğun açlığın vardığı/varacağı uçurum ve krizin boyutlarının yaptırım gücünün alacağı hal de iktidarın en önemli sıkışma odaklarından olacak. Oluyor da.

Üstelik epeydir ülkeler arası gündemde yer tutan eksen krizinde, karar gününün gelip çattığı, tarafını seçmeye zorlanan bir Türkiye var.

S-400, F-35 tartışması üzerinden, ABD ve Rusya arasındaki eksen krizine dair kendisine mikrofon uzatılan Numan Kurtuluş’un son derece kati ve yüksekten bir tonla “Türkiye’nin tek bir ekseni vardır o da kendisidir” deyişinin siyasi bir retorikten öteye gitmediği ve gitmeyeceği artık herkesin malumu.

Öyle ki, ekonomi şu anda Türkiye’nin en kırılgan dinamiği.

Ve bu kırılgan zemin, ekonomiyi yönetmekle yükümlü Berat Albayrak’ın ekonomi paketi diye kamuoyuna sunduğu kısa vadeli öteleyici politikalarıyla ve tabiri caizse Konya şivesiyle goygoya vurma diyebileceğimiz lafazanlığıyla geçiştirilebilecek bir sınırı çoktan aşmış durumda.

Salt içeriden de değil, bakışımlı ve göbekten bağlı olarak dışarıdan gelen basınç, uluslararası arenadaki Türkiye güvensizliği ve yüksek tondan söylenen sözler, dolaylamalar, tehditler, salt devletler arası siyasi oyunlardan ibaret değil, gerçekliğin ta kendisi.

Ortadoğu ve bölgesel siyasette de benzeri bir sıkışmışlık ve çözümsüzlük hali hakim.

Türkiye Suriye’de sıkışmış, tampon bölge meselesini çözememiş, bölgesel düzlemde ciddi kayıpların yaşandığı kritik bir anın içerisinde. Geniş düzlemde uluslararası kamuoyu yaratan ve kayıplar olsa da kazanımla sonuçlanan açlık grevleri ve ölüm oruçlarının yarattığı basınç da cabası.

Gelinen noktada, Kürt meselesinde yeni söylemlere ve yönelimlere ihtiyaç hasıl olduğunu kendileri de açıktan görüyor.

Ancak Kürtlere yönelik hamle ya da açılım yapmak AKP açısından eskisi kadar kolay değil. MHP ile yapılan mecburi ittifak AKP/Erdoğan’ın elini kolunu bağlıyor. Malum, Kürt meselesindeki sınırlar Bahçeli tarafından belirleniyor.

Öte yandan, tarihsel olarak coğrafyamızda “din ve milliyetçilik” motifine duyulan ihtiyaç da atılacak adımların boyutunda önemli bir yer kaplayacak.

Malum “din ve milliyetçilik” motifleri Türkiye tarihindeki belki de en güçlü ezberlerden ve de iktidar mekanizmalarının kritik dönemeçlerde sarıldıkları en bildik ve kullanışlı emniyet supabı.

Bu bağlamda, Kılıçdaroğlu’na linç yöneliminin spontane bir girişim olmadığını, faşizm kartının hala güçlü bir şekilde masada olduğunu ve hızla kurumsallaştığını da göz ardı etmeden, para-militer çetelerin hali hazırda yayı sonuna kadar gerilmiş bir oka benzeyen memleketin içerisine salıverilmesi ve çeşitli linç ve hatta suikat girişimleri olasılığının da devreye sokulabileceğini görmek gerek. Yüzden fazla Hizbullahçı’nın sessiz sedasız salıverilmesinin zamanlaması tesadüfen seçilmemiştir öyle değil mi?

Komplo teorileri üretmek için değil elbette ancak ülkedeki kritik eşiği gören bir yerden, fotoğrafı bütünlüklü okumak ve her hamleyi olasılıklar içerisinde değerlendirmek gerek.

Saflar Netleşiyor mu?

Olağanüstü momentler için sıkça başvurulan ve artık klişeleşmiş olan “kartlar yeniden karılıyor, saflar netleşiyor” lafzının hakkının verildiği ve ama aşındığı bir dönemecin içerisinde konumlanıyoruz.

Su bu kadar bulanıkken, saflar hemen netleşir mi emin değilim, ancak açıktan netleşmeyeceği aşikar. Tüm güçlerin sahnede olduğu ve her gücün hamle yapmaya çalışırken bir yandan da yerini korumaya çalıştığı öngörülemez “dengesiz bir denge denklemi” söz konusu.

Egemenler, güçler arası mücadele keskinleşirken, AKP içerisinde de farklı denklem ve kopuşların olabileceği ihtimali güçleniyor.

Salt AKP’nin eski yol arkadaşları, kurucu unsuru olan çeşitli güçlerin merkez sağda konumlanacak yeni parti arayışları dolayısıyla değil, AKP’nin kendi üyeleri, vekilleri, bakanları, kalemşörleri arasında yükselen farklı sesler daha evvel hiç olmadığı kadar kendini açık ediyor.

Buna mukabil, 31 Mart yerel seçim sonuçları karşısında alınan pozisyonlarda, Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişimi üzerine, Öcalan’ın sekiz yıl aradan sonra avukatlarıyla yaptığı görüşmeye ilişkin, Taksim’de kurulan yeryüzü sofrasına karşı müdahale ve gözaltı hamlesine yönelik birçok önemli gündemde AKP içi ikircikli sesleri, farklı tutum alışları daha fazla görür olduk.

Gözle görülür bir bütünsellik kaybı yaşayan AKP cenahındaki ard arada gelen ikircikli konumlanmalar o an oluşan spontane çıkışlar değil, biliyoruz.

İktidarın en önemli kalemşörlerinden Abdulkadir Selvi’nin 31 Mart ardına “seçim sonuçları kabul edilmelidir” çağrıları, Abdurrahman Dilipak’ın seçim sonuçlarının reddedilmesini “akıl tutulması” değerlendirmesinin böylesi bir anlamı var.

Öyle ki Erdoğan iftar sofralarında, TÜSİAD’ı “istatistik cinliği” ile haşlarken ve Davutoğlu ve Gül ile özdeşleşen yeni parti arayışlarına “haddinizi bildiririz” menşeili konuşmalar yaparken içeriye de sopasını gösterip ayar vermeye çalışıyor.

Ne diyordu iktidar dizisi Payitaht Abdülhamid’de “Gül ağacına su veririz. Lakin su hem güle yarar hem de dikene… Yanımızda yöremizde su verdiklerimiz diken olmaya meyletmişlerse sonunda mutlaka budarız!”

Defalarca budadılar da. AKP’liler içerideki o budama harekatlarının “metal yorgunluğu” yahut “yenilenme” formasyonlarıyla nasıl yapıldığını, kimlerin ne için nasıl tasfiye edildiğini gayet iyi biliyor.

Dolayısıyla saflar netleşirken; hamlesini arkadan dolanarak yerini sağlama alarak yapmayı en doğru anı kollamayı tercih ediyorlar.

Türkiye İttifakı

31 Mart yerel seçimleri ardına, Erdoğan’ın “dönem kızgın demiri soğutma, musafahalaşma, kucaklaşma, birlik ve beraberliğimizi yeniden perçinleme dönemidir” sözleriyle bir arada kullandığı ve ortaya attığı Türkiye İttifakı tezi; “denge ve denetlemeden” sorumlu kankası Bahçeli tarafından esefle karşılanmış ve “Türkiye ittifakından bahsetmek, kafamızdaki soru işaretlerini çoğaltmıştır. Bizim Cumhur ittifakımız var, bu millet ittifakı da nereden çıktı” çıkışıyla dengeyi buluvermiş ve ama Türkiye İttifakı her mecrada farklı biçimleriyle tartışılmaya başlamıştı.

Derken 19 Mayıs’ın 100. Yılı vesilesiyle bir fotoğraf düştü önümüze.

15 Temmuz ardında “milli birlik ve seferlik” ilan edip gündemi belirleme gücüyle Kılıçdaroğlu’nun 24 Temmuz’da Taksim’de yaptığı ve muhalefetin de desteklediği mitingi yine boşa düşüren ve HDP hariç tüm parlamenter güçleri “Yenikapı ruhu” hamlesiyle arkasına dizivermeyi tekrardan beceren Erdoğan, şimdi Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışının yüzüncü yıl dönümünde fotoğrafı biraz daha genişleterek, (“ortak düşman” HDP yine çağrılmayarak, İYİ Parti çağrıya icabet etmeyerek, Vatan Partisi, Saadet Parti, DSP, DYP, CHP, MHP katılımıyla) adı konmamış “Türkiye İttifakı” pozu veriyor.

Bahçeli’nin “denge ve denetleme” frenlemesiyle ortalaması alınmış “Türkiye İttifakı” tezi belli ki iktidarın manivelası. Nereye gider, nereye evrilir, ne kadar zamanlık bir taktik hamledir hep birlikte göreceğiz.

Ancak bu fotoğraf karesi, sermayenin güncel taleplerinin karşılanacağı ve rejimin esas sahibinin sermaye olacağı ön koşuluyla, her gücün inisiyatifi oranında eklentisi olacağı Erdoğan öncülüğünde bir restorasyon olasılığı fotoğrafının da bir karesi olabilir.

Masadaki çoklu olasılıklardan hangisinin galip geleceğini ise, güçler arasındaki savaşım belirleyecek.