Tersinmez Akşamın Ufku: Seçim Sürecinde Rejimin Dönüşümüne Kısa Bir Bakış*

Toplumsal gidişi, fizik kurallarını kullanarak açıklamak kadar tehlikeli olan çok az şey vardır. Ancak benzetmeler masumdur ve bu yüzden “teşbihte hata olmaz” derler.

Tersinmezlik, fizikteki hal değişimleri sonucunda oluşan maddenin, tekrar eski maddeye dönüşemeyeceğine dair yasayı açıklamak için kullanılan bir kavram. Yan yana gelen nicelikler artık tersinmez bir şekilde, niteliksel sıçramalara yol açmıştır. Ortaya yeni bir şey çıkmıştır. O yeni şey artık eski haline dönemeyecek kadar hal değişimine uğramıştır.

Türkiye’de siyasal rejim bir süredir tersinmez süreçlerden geçerek geri dönülmesi, mevcut sınıfsal kompozisyon ya da uluslar arası devlet ve sermaye ilişkileri çerçevesinde değerlendirildiğinde çok da mümkün olmayan bir duruma girdi. Yasal değişiklikler ya da fiili uygulamalar, ya da tamamen anti demokratik yasalarla keyfiliğin birlikteliği rejimin niteliğinin değişmesine yol açtı.

Bu birliktelik toplumu sürekli teyakkuzda tutmak, verilen savaşın gerginliğini yüksek tutmak, topluma sürekli adrenalin pompalamak için önemli bir araç iktidar açısından. Bu çerçevede, nefret söyleminin sınırları sürekli öteleniyor. Her seferinde daha katı bir şiddet ortamına geçiliyor, söylemler sertleştiriliyor. Ancak en önemlisi her seferinde yeni bir eşik aşılıyor. Ve üstelik bütün söylem ve tartışmalar, iktidar güçlerinin çizdiği hegemonik alanda, onların belirledikleri konularda, onların istediği zeminde gerçekleşiyor.

Rejime ait olan, keyfiliği ve eğilip bükülmeyi mümkün kılan bu nitelik birden Erdoğan tarafından üretilmedi şüphesiz. O eğilim zaten çok eskilerden beri vardı. Yasallık ya da anayasal düzen zaten konjonktüre göre eğilip bükülebilen bir şeydi. Ama Erdoğan iktidarı döneminde eğilip bükülebilirlik tam bir kurucu unsura dönüştü. Evet, keyfiliğin rejim kuruculuğu… Oldukça yaygın bir şekilde uygulanan bu keyfi politikalar sonucunda, neyin yasal olduğu neyin olmadığı, neyin hak olduğu neyin olmadığı, kimin cezaevine niçin atıldığı ya da kimin niçin serbest bırakıldığı oldukça belirsiz bırakılıyor. Bu belirsiz politikalarla, keyfiliklerle kitleleri sersemleterek yönetmeyi amaçlıyor olmalılar.

“Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz” anlayışı belki eskilerden kalma. Ama onun ruhunun her daim ülke siyaseti üzerinde dolaştığını söylemeye bile gerek yok. Nitekim Erdoğan iktidarının yol alabilmesinin en önemli dayanağı bu keyfilik yapabilme serbestîsi oldu.

Yasaların bir kez delinmesi artık kitlelerin, iktidardakilerin ve onların düzen sınırları içerisinde kalan muhaliflerinin aklının bir köşesine kazınıyor şüphesiz. Keyfiliğin kalıcılaşması ve kurumsallaşması öyle gerçekleşiyor.

Kalıcılaşan davranışlar ve gelenekleşen fiili uygulamalar, uyduruk teamüllerin gücü burada saklı. Sonuçta rejim ne salt yasalardır, ne ideolojik aygıtlardır, ne salt sermaye ilişkisi ne de salt insanlardır. Rejim onların ilişkiselliğinden meydana gelir. Bu yüzden bu davranış kalıpları bir çeşit kurumsallaşma yoluyla kalıcılaşmaktadır. O ilişkisellik rejimin özünü meydana getirmektedir.

Yalnızca onay mı?

Erdoğanist rejim açısından her seçim onun onaylanması açısından işlevli olsa da, sandıkları sırf bu yüzden kitlelerin önüne koyduğuna dair bakış açısı eksiktir. Seçimler, Erdoğanizmin kalıcılaşmasının ve daha fazla dönüşmesinin, bir çeşit plebisiter dikta olarak kurumsallaşmasının maddi koşullarını da yaratmaktadır.

Her seçim, toplumu kendisine razı etmek isteyen Erdoğan iktidarının (ama onun ortaklarını da unutmayalım) toplumu dönüştürmesi için önemli fırsatlar sunuyor. Bu yüzden her seçim bir öncekini aşan bir ivme kazanıyor.

Bu açıdan baktığımızda, 31 Mart seçimlerinin, kazananı ya da kaybedenine bakılmaksızın, rejimin faşistleşmesi yolunda, geri dönüşü imkânsız[1] olan bir dizi gelişmeyi doğurduğunu ya da var olan olguların başka bir düzeye sıçramalarına yol açtığını saptamamız gerek. Hiçbir seçim süreci bir öncekinin yarattığı ortamla yetinmedi. Hep bir adım ileriye gidildi. Gidilmek zorunda kalındı.

Hiçbir sınırlama ihtiyacı duyulmayan aşırı saldırgan söylemler, çıplak devlet şiddeti, artık gizlenme gereği duyulmayan skandal içerikli olaylar, tehditler (devletin diğer sağ fraksiyonlarının temsilcilerine de tehditler) olağanlaştı. Gündelik hayatın birer elemanı oldular.

Evet, seçimler şiddetin gündelik hayatın doğal bir elemanı olarak sıradanlaşmasına önemli bir ivme kazandırdı.

Göklerden gelen iktidar kaynağı

Sertleşen ya da iyice çığırından çıkan söylemler bu seçim döneminde birçok sınırın aşılmasına yol açtı. Defalarca (ama defalarca) iktidardakilere oy vermenin Allah’ın bir emri olduğu ile ilgili ya da iktidardakilere oy vermenin İslami referanslara dayandırıldığı birçok söylem üretildi.

Daha önceleri de bu tarz ifadeler çeşitli zamanlarda kullanılmıştı. Ancak bir şekilde mahkûm edildiler ya da ucubeleştirildiler. Bugün gelinen noktada bu söylemlerin de en azından sıradanlaştıklarını görmemiz gerekiyor.

Bu ilahi göndermelerin yapılması, yalnızca insanların uhrevi duygularının kirletilmesi ya da yozlaştırılması anlamına gelmiyor. Buradan, iktidarın gücünün kaynağının ilahi olduğuna dair inancın adım adım yerleşik bir niteliğe dönüştürülmek istendiği anlaşılıyor.

Bu konuda en son söylemin Emine Erdoğan tarafından üretildiğini belirtelim. Söylemin iktidarın çevresindeki güçler tarafından değil, bizzat merkezindeki güçler tarafından üretilmesi şüphesiz önemli bir ayrıntı.[2] Belirtmeye gerek var mıdır, iktidarın tanrısal referanslara dayandırılması eski faşist rejimlerde de görülen bir söylemdi.

Tarihi bir misyona sahip olduğunu iddia etme (Emine Erdoğan’ın hilafet ilanı olabilir mi?), bu misyonu yerine getirmek için tanrının kendilerini desteklediklerini iddia etme, tanrı tarafından görevlendirilme, dindarlığın ve dinin tek temsilcisi olduğunu iddia etme, bu misyonun karşısında ise dinsiz/vatansız/hainlerin olduğunu iddia etme… Tarih birbirlerinin kopyası olan bu söylemlerle dolu.

Elbette bu iddia koyucu söylemler iktidar açısından önemli sığınaklar. Çünkü toplumsal ya da siyasal gidişi kontrol etmekte zorlanıyorlar. Kontrol edememe eğiliminin abartmamak kaydıyla var olduğunu söylememiz gerekir. Bu da inşa halindeki rejimin kırılgan bir yapıda olmasına neden oluyor.

Her şey kontrol altında mı?

Her şeye gücü yeten, kadir-i mutlak bir iradeden bahsetmek güç. Kontrol dışına çıkma eğilimli olgular iktidarın sürtünmesiz bir şekilde ilerlemesini engelliyor.

Oluşan boşluklar birçok gücün daha cesur bir şekilde kendisini dayatmasının önünü açıyor. Bu da niteliksel bir farklılık yaratıyor. Her şeye gücü yeten, her şeyi kontrol altına alabilen devlet miti aşınıyor. Solun özne inşa etme konusundaki zaafı, oluşan boşlukların sağ unsurlar tarafından değerlendirilmesini mümkün kılıyor.

Kontrol edememe eğilimini ya da belki bilerek kontrol etmeme politikasını şimdilik çok abartmamak gerekir. Ama gözümüzün önde olup bitenler böyle bir eğilimin güçlenebileceğini gösteriyor.

Öyle ki bu kez (belki tam olarak kim tarafından harekete geçirildikleri belli olmayan) 6-7 Eylül pogromu öncesindeki provokatif söylemleri andıran bir söylemle gaza getirilen bir kitle (sokağa dökülen ve görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla İsmailağa Cemaatinin bu olayda etkin rolü var) sokağa da indi. “8 Mart’ta ezan ıslıklandı, protesto edildi” yalanıyla dolduruşa getirilen güruhun açığa çıkardığı tablo yalnızca basit bir provokasyon muydu?

Varsayalım ki bu güruh iktidarın kontrolü dışında, kendiliğinden sokağa indi ve iktidar ezan provokasyonunu yalnızca söylem düzeyinde tutmak istiyordu. Onlar sokağa çağırmayı düşünmüyorlardı diyelim. O halde kendiliğinden sokağa inen kitle de geriye dönüşü çok da mümkün olmayan bir gerçekliğe işaret etmiş olmuyor mu?

İçlerinde türlü istihbarat birimlerinin fink attığı kesin olan, her biri ayrı bir güç alanı olan, birbirlerine karşı da çoğu zaman düşman olan ama şimdilik Erdoğan’ın güçlü otoriter kişiliğinin çizdiği sınırların dışına çıkmayı çoğu zaman göze almayan cemaatlerin üst katmanlarının (üst katmanları diyorum, çünkü alt katmanlarında gerçek anlamda İslami motivasyonları için oralarda bulunan insanlar olduğunu kabul etmemiz gerek) bu denemeleri, sınırların dışına çıkma eğilimi göstermiyor mu? Halen tam olarak aydınlatılamasa da Rus Büyükelçi Karlov’u öldüren polisin suç ortağının Menzil tarikatına mensup olması da bu olgu etrafında değerlendirilemez mi?

Erdoğan iktidarının boyunduruğu altında olan ama aynı zamanda kendilerine iktidar alanları yaratarak, keyfi hareket etme eğilimleri artan bu yapılanmalar, iktidar alanlarını daha da arttırdıklarında nasıl bir tablo açığa çıkacak acaba? Sonuçta bir toplumsallık oluştu ve artık bu toplumsallığın öyle ya da böyle kendi kendine işleyen bir mekanizması var.

Din adına tek otorite olarak kendilerini görmeye başlayan cemaat yapılanmalarının ulaştığı düzey, artık “din düşmanı” olarak gördükleri kişiler için ölüm fetvası verecek düzeye geldi.[3] İşin daha vahim boyutu ise bu fetvayı yerine getirmek isteyen gönüllülerin ortaya çıkması idi. Bu cemaatlerin topluma nüfuz etme düzeyi hakkında bir ipucu veriyor. Fetvayı verenin bir devlet görevlisi olması ise bir başka mühim ayrıntı.

Nüanslara karşı tahammülsüzlük

Seçimlerde iyice uçlaşan bir diğer eğilim ise sağın iç çekişmelerinde yaşandı. Devletin çeşitli fraksiyonları arasındaki didişme (devlet krizi olarak 15 Temmuz sonrası zirve yaşayan olguya bağlı olarak) 31 Mart sürecinde bir başka nitelik kazandı.

Sağ siyasetin geniş yelpazesi, çeşitliliği, nüansları artık rejimin tahammül sınırlarını zorlayan bir noktada. Sağ siyaset partileri arasındaki nüanslar, eskiden önemsizken, şimdi ciddi engeller olarak görülmeye başlandı. Bunun zirvesi 31 Mart seçimlerine giden zaman diliminde yaşandı.

Millet İttifakı adayı Mansur Yavaş’a yönelik baskı bunun en somut örneğini oluşturuyor. Seçilse bile o koltukta oturamayacağının ima edilmesi,  sağın içerisindeki nüansların artık ciddi engeller olarak görülmesinin kanıtı. Sağ siyaset artık önemli bir yol ayrımında ve buradan bir bütünleşme çıkması için devletin ve rejimin çok büyük riskler altında olması gerekiyor. Ancak böyle tehlike onları barıştırabilir.

Bu arada mitinglerde Mehmet Ağar ve Tansu Çiller ile görüntüler veriliyor, bu kişiler konuşturularak ittifaka destek çağrısında bulunuluyor, Sedat Peker ara ara gündeme sokularak silahlanma çağrısı yapıyor. Doksanların konsepti hatırlatılıyor. Üstelik doksanların kaçırma ve ortadan kaldırma yöntemleri, şimdilik Fethullahçı oldukları belirtilen kişilerle sınırlı kalmak kaydıyla aynı anda devreye sokulduğu iddia ediliyor. Evet, yeni rejim, eski aktörlerini de içeren, ama onları da aşan bir düzlemde kurumsallaşıyor.

Bütün bu tablo seçimlerden sonra hiçbir şeyin “normal” olmayacağını gösteriyor. Normal artık ne anlama geliyorsa…

Bir kez gerçekleşti mi artık geriye dönüşün çok zor olduğu durumlar ortaya çıkarak rejimin dönüşmesine yol açıyor.

Kan ve Şiddet ile Terbiye

Elbette bu kurumsallaşmanın toplumsal boyutları var. Birçok olgudan bahsedilebilir. Ama kurulan düzen özel olarak işçi ve kadınların, hayvanların (hayvanlara yönelik şiddet vakalarının bunca artması rastlantısal olmasa gerek)  kanı üzerine yükseliyor. İşçi sınıfına ve kadınlara yönelik kurulan emek ve cinsiyet rejimleri, inşa halindeki rejimin toplumsal boyutlarını oluşturuyor.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin raporlarına göre 2019’un Ocak ve Şubat ayı raporlarına göre yılın ilk iki ayında en az 280 işçi yaşamını yitirdi. 2018’in Aralık ayında ise 126 işçi yaşamını yitirdi.[4] Bu rakamlar, inşa halindeki rejimin gündelik yaşamlardaki yansımalarına oldukça çarpıcı bir örnek sunuyor. Oldukça kanıksanmış ve olağanlaşmış bir şekilde ayda ortalama 130’dan fazla işçi iş cinayetlerine kurban gidiyor. Oldukça kanlı bir şekilde yerleşikleşen emek rejimi, siyasal alandaki kurumsallaşmanın aslında gerçek temelini oluşturuyor.

Öte yandan Ocak 2019’da 43, Şubat ayında da 31 kadın cinayetlere kurban gitti.[5]

Birbirleriyle bağlantısız gibi görünen ve yukarıda rastgele verilmiş olabileceği düşünülen bu olgular aslında içsel bağlarla birbirlerine bağlı. Bir bütün olarak rejim dönüşmekte. Rejimi meydana getiren olgular da bu dönüşümü hem etkilemekte hem de bu dönüşümden etkilenmekte.

Bu olguları birbirine bağlayan içsel bağ, rejimin dayandığı toplumsallık tarafından sağlanıyor. Toplumsallığın farklı tezahürlerindeki çürüme ve değişme bizleri ilgilendiren kısım. Bütün bu gidişler artık tersinmez bir şekilde ilerliyor. Buradan bir normalleşme çıkmayacağını görmemiz gerekiyor.

Elbette tersinmezlikten kasıt düzen içi bir tersine gidiş. Toplumdaki tüm yerleşik dengeler bozulup sarsılıyorsa, değişip dönüşüyorsa, bu durum sol politikaya fırsatlar da sunuyor. Tersine gidiş mümkün değilse o zaman halk güçlerinin önünde iki yol kalıyor. Ya bu gidişe boyun eğmek, ya da düzenin dışına çıkmak. Şimdilik birinin diğerine galip geldiği bir durum yok.

Evet, geri dönülmez aşamalara geldiğimiz aşikâr. İktidara gelecek hiçbir burjuva gücün başkanlık sistemini askıya almasını, internet sansürü yasasını geri çekmesini, yasama organını güçlendirmesini, yargıyı bağımsızlaştırmasını, işçilerin lehine bir emek rejimi inşa etmesini, kadınların eşitlikçi taleplerini yerine getirmesini bekleyemeyiz. Bunun düzen içi bir müdahaleyle gerçekleşemeyeceği artık çok açık. Kitlelerin her daim bu ve daha birçok konuda özlemlere sahip olduklarını/olacaklarını gözden kaçırmamamız gerekiyor.

Gidişi tersine çevirmek mümkün değilse, o halde rejimi halkçı bir içerikle aşacak bir gidiş bizim tek çıkış yolumuz. Umutlu (ama iyimser olmayan bir umut) olmak için nedenlerimiz de var elbette. İnşa halindeki rejime halen halkın büyük çoğunluğunun boyun eğmemesi önemli bir “ayrıntı” değil mi?

O her şeyi değiştirebilecek bir “ayrıntı”. Restorasyon/Termidor olasılığının da önünü açabilecek ya da halkçı sol bir politikayı mümkün kılacak, iktidar bloğunu çözülme yönünde zorlayabilecek bir “ayrıntı” şüphesiz.

[1]Geri dönüş, görece demokratikleşme vb her zaman teorik düzlemde mümkün olsa da, bunu gerçekleştirebilecek bir burjuva güç, en son başarılı burjuva devrimine 1830’da tanık olan bir gezegende mevcut mudur?

[2] Bkz: https://www.birgun.net/haber-detay/emine-erdogan-yeryuzunde-halife-olmanin-sorumlulugunu-tasiyoruz.html

[3] https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2019/01/04/prof-dr-mustafa-ozturke-olum-fetvasi-hakkinda-suc-duyurusu/

[4] http://www.guvenlicalisma.org/is-cinayetleri-raporlari

[5] http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2873/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-subat-2019-raporu

 

*Yazı sendika.org’tan alınmıştır. (http://sendika63.org/2019/03/tersinmez-aksamin-ufku-secim-surecinde-rejimin-donusumune-kisa-bir-bakis-540003/)